1 Aralık 2005 23:00

YÖK'ten sınırlı evet

YÖK, üniversite kurulması öngörülen 15 ilden, kurulca belirlenen kriterlerden biri olan asgari 7 kadrolu profesörü bulundurma şartını sağlayan sadece Tekirdağ, Düzce, Uşak ve Ordu'da üniversite kurulabileceğini bildirdi. YÖK Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği'nden yapılan açıklamada, hükümetin teklifinin, 16 Eylül 2005 tarihli genel kurul toplantısında karara bağlandığı bildirildi. Yapılan inceleme sonucunda üniversite kurulma şartını sadece 4 ilin taşıdığının tespit edildiği belirtilen açıklamada, yeni kurulacak üniversitelere rektör atama işlemlerinin de mevzuata uygun yapılmasının önemine değinildi. Öte yandan TBMM Milli Eğitim Komisyonu'nda 15 ilde yeni üniversite kurulmasına ilişkin kanun tasarısının görüşmeleri dün başladı. Görüşmeler sırasında söz alan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, tabela üniversitesi kurmanın Türkiye'ye bir faydası olmayacağının bilincinde olduklarını iddia ederek, "Üniversite kurulacak 15 ili, tamamen objektif kriterlere göre belirledik" dedi. Mevcut üniversitelerin sayısının ve kontenjanlarının yetersiz kaldığını, TBMM'den 1992 yılında da 22 üniversite kurulmasına ilişkin yasa çıktığını kaydeden Çelik, yaklaşık 10 yıldır Türkiye'de üniversite kurulmadığını söyledi. Türkiye'de 16 bin 445 öğretim üyesi olduğunu ve bunlardan 10 bin 95'inin Ankara, İstanbul ve İzmir'de görev yaptığını kaydeden Çelik, kadro dağılımının da yeniden düzenlenmesi gerektiğini ifade etti.

Hükümetin önerisi Hükümetin Meclis'e getirdiği, Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu ile 78 ve 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun Tasarısı'nda, Kırşehir, Kastamonu, Düzce, Burdur, Uşak, Rize, Tekirdağ, Erzincan, Aksaray, Giresun, Çorum, Yozgat, Adıyaman, Ordu ve Amasya'da üniversite kurulması öngörülüyordu. Görüşmelerin ardından tasarı verilen önergelerle bazı üniversitelerin adı değiştirilerek kabul edildi.

src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Türkiye sporu nereye gidiyor? -1-
   Sporun bu halinden
   tüketim kültürü sorumlu


SUNU Türk sporunda son dönemde dikkat çekici bir prestij kaybı yaşanıyor. Halter ve atletizm branşlarında doping skandalları nedeniyle dünya çapında tanınmış pek çok başarılı sporcu ceza alırken, Dünya Kupası'na katılma yolunda İsviçre ile İstanbul'da oynanan baraj maçında meydana gelen olaylar, futbolda da ağır bir ceza alma olasılığını gündeme getirdi. Bütün bu gelişmeler, Türkiye'de spora farklı bir bakış açısıyla, farklı bir kültürle yaklaşıldığını da ortaya koyuyor. Gerçek spor kültürünü en iyi biçimde özetleyen, "kazanmak değil, yarışmak önemli" sözünün, spor kültürümüzde pek bir hüküm taşımadığının örneklerini sık sık yaşıyoruz. Her şey bir yana uluslararası spor karşılaşmalarında alınacak başarılı sonuçların, milli duyguların okşanması ve kabartılması için kullanılması da artık hiç yadırganmaz oldu. Sporun doğasında her ne kadar rekabet, yarışma gibi unsurlar bulunsa da, karşılaşmalara bu unsurların ötesinde bir prestij hedefi ve milliyetçi bir hesaplaşma önyargısıyla çıkılması, kazanmak adına spor dışı yöntemlerin devreye sokulmasına da zemin hazırlıyor. Bunun yanı sıra, profesyonellik görüntüsü altında ağırlığı giderek artan endüstriyelleşmenin, sporun dünya ölçeğinde yozlaşmasının en öncelikli nedeni olduğu da söylenebilir. Sporun özellikle de futbolun çok büyük boyutlu bir ekonomik değer alanı haline gelmesiyle birlikte, rant kokusu aldığı her yere çöreklenmekte hiç zaman yitirmeyen mafya çetelerinin, bu alanda boy gösterdiğini görüyoruz. Örneğin yine son Türkiye-İsviçre maçında Futbol Federasyonu tarafından stad güvenliğini sağlamakla görevlendirilen bazı kişilerin, Sedat Peker'in adamları olduğu ortaya çıktı. Bu durum, futboldaki kirliliğin hangi boyutlara ulaştığı ve sporda işlerin nasıl yürüdüğü konusunda soru işareti bırakmıyor. Sporun, bir yandan rant, diğer yandan milliyetçi, şoven propaganda hedefiyle gerçekleştirilmesi, içine düşülen kokuşmuş ortamın nedenlerini ve sporda son dönemlerde yaşanan çöküşü açıklamaya yetiyor aslında. Bu gelişmelerin ışığında, ülke sporunu ve sporun geleceğini, konunun önde gelen isimleriyle konuştuk.


Metin Tükenmez (İTÜ Beden Eğitimi Bölümü Öğretim Görevlisi, Spor Yazarı): Türk sporundaki sorunun kökeni bugüne ilişkin uygulamalarda değil, daha derinlerdedir. Anarşik olaylara engel olmak maskesi altında Türkiye'yi dışa pazarlamak için iktidara el koyan 12 Eylül yönetimi, kendi anlayışını çok başarılı bir şekilde çocuklara ve genç kuşaklara benimsetmiş, 'öncelikle tüketen toplum' felsefesini hayatın tüm alanlarına olduğu gibi spora da dayatmıştır. Tüketen toplum anlayışı zaman içerisinde 'tüketen bireyler'e dönüşmüştür. Birey derken, yaşamın içinde var olmanın yolunun toplumsallıktan değil bireysellikten geçtiğini varsayan bir anlayışı kastetmekteyim. Bu durum Türkiye'de spora ve özellikle de futbola yansımaktan da öte, futbolun içinde var olmak için yaşam biçimi haline gelmiştir. Toplum dayanışmayı değil, imparatorları, kralları örnek alır hale gelmiştir. Toplumsallığı ve takım ruhunu savunan Ersun Yanal yerini 'takımdaşlık' dersleri veren gerçekte bireyci Fatih Terim'e bırakmıştır. Onun seçtiği bireyler ise İsviçre'nin takım ruhu karşısında dağılmışlardır. Sonuç tüketme kültürü uzun zamanda gerçekleşecek yatırımlara da engel olmuştur. Sporda yatırım ve ürün almak, yatırımların en zoru, en çok sabır gerektiren alan olması bakımından sonuca ve tribüne oynadığınız zaman her şey yerle bir olur. Yaratılan bireysellik ve sonuç tüketme kültürü tüm toplumun üzerinde karabasan veya Demokles'in Kılıcı gibi durmaktadır. Yani ya sonuç alacaksınız ya da yok olacaksınız. Yönetimler ve teknik direktörler, sporcular ile birlikte sporun içinde var olan tüm unsurlar da aynı duyguyla hareket etmektedir.

Zihinsel doping Sporcular açısından bu duygunun doğal sonucu dopingdir. İnsana yatırımın olmadığı, sportif ve kültürel donanımdan yoksun sporcuların gayri sportif yolları denemesi bu durumda doğal olmaktadır. Amatör federasyonlarla birlikte Fatih Terim'in kendi hatalarını örtmek için farklı yöntemlere başvurması ve sporcularını aşırı motive etmek yoluyla gerilimin içine atması da dopingdir bir bakıma. Nasıl ki, şiddet sadece fiziksel olmakla sınırlı kalmıyor, zihinsel şiddet de artık sporda veya yaşamda tanımlanmışsa, zihinsel dopingden de söz etmek gerekmektedir. Bu tür doping en azından dışarıdan alınan uyarıcıların bir süre sonra yıkım yaratması gibi motivasyon adı altında masumlaştırılan zihinsel doping de sporcuları düşünsel açıdan en hafif tanımlama ile yorgun ve bitkin düşürmektedir. Ekonomik ve kültürel hayatında oltaya takılan bir toplumun sportif anlamda özgür ve yaratıcı olmasını beklemek haksızlık olur. Bütün bu politik ve sportif yaklaşımların içerisinde en masum olanlar sporculardır. Bu sektörün emekçisi olarak onlardan ne isteniyorsa onu yapmaya çabalıyorlar. Bireysel karşı çıkışlar toplumdaki filtreleme sistemine takılıyor, örgütlenme için ise toplumsal yaşamdaki çelişkilerin uzlaşmaz hale gelmesi bekleniyor belki de. Bir başka deyişle diyalektik sıçramaya epeyce zaman var...


Onur Belge (TSYD Başkanı)

Köre fili tarif ettirmeyelim Son dönemlerde Türk sporunda yaşanan olaylarda sorumlu olması gereken insanlar, son derece sorumsuz davranıyorlar. Yalnız hata yapmıyorlar suç da işliyorlar. Sonra da bu suçu başkalarının üzerlerine yıkıyorlar. En tipik örneğini İsviçre ile oynadığımız maçlar sırasında gördük. Özellikle suçu spor basınına yıkıp paçayı sıyırma kolaycılığına soyunanları kınıyorum. Türk spor basını bu konuda uyarı görevinde üzerine düşenden fazlasını yapmıştır. Bizzat ben spor basınının başında bir insan olarak ilk maçın oynandığı akşamdan itibaren TRT 1 dahil bir sürü yerde saatlerce konuştum. Gazetemde yazdım. Kışkırtılıyoruz, büyük bir cezaya çarptırılabiliriz, dikkatli olmak lazım dedim. Çoğunluk da böyle yaptı. Hâlâ onlar bizi kışkırttı yaptıklarımızda haklıyız düşüncesinde olanlar var.

Yaptırım yok Ülkece aile terbiyemizi çok kaybettik. Derhal, annelerin babaların çocuklarına geleneksel terbiyenin ne olduğunu öğretmesi gerekiyor. İstiklal marşımız okunurken slogan atıyor, küfür ediyoruz. Saygı duruşunda rakibe küfrediyoruz. Başka ülkelerin marşlarını ıslıklıyor, yuhluyoruz. Böyle bir terbiyesizlik gelenek göreneklerimizde yoktur. Bunları belirtmek suçsa hepimiz suçluyuz. Gelelim doping ve diğer olaylara. 17 yaş altı milli takımımız dünya şampinoyası finallerine kadar çıkardığı oyunla herkesi futboluna hayran bıraktı, ama kırmızı kartlar ve maçtan sonra rakiplerine saldırmalar bir anda puanımızı eksiltti. 14 yıl önce ceza nedeniyle seyircisiz oynamak zorunda kalan ümitlerimiz 14 yıl sonra aynı suçu yine işledi ve aynı cezayı aldık. O ümitlerin çoğu (A) Milli Takım'da şimdi. Cezalara çarptırılmamıza sebep olanlara hiçbir uygulma, yaptırım yok. Yazıktır, ayıptır. Dopinge gelince... Allah aşkına, 16, 17, 18, 19, 20'li yaşlarda çocuklar. Eğer tıp tahsili görmüyorlarsa hangi ilacın ne ilacı olacağını nerden bilirler? Ahlaksızlığı yönetici ve antrenörleri yapıyorlar. Tıbbi yardım aldıkları insanlar yapıyor. Gizlice yemeğine karıştırıldı, suikaste uğradı diyoruz. Milleti kandırmayın. Eğer doping kontrolünde hamile çıkan erkek sporcumuz olduysa bunun ne anlama geldiğini iyice düşünün. Şimdi herkes hatalıyız diyecek ve yeniden sporun yapılandırılmasının paralelinde, spor ve aile terbiyesinin el ele inşasına çalışacağız. Bunun dışında ne söylenirse söylensin körün fili tarif etmesine benzer.


Togay Bayatlı (Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Üyesi):

Gelecek için çaba sarf edelim Futbol, diğer spor dallarından farklıdır. Futbolda müthiş bir şovenizm var. Kurallarının çok basit olması nedeniyle herkes futbolu yorumluyor veya yorumladığını sanıyor. Bu nedenle futbola ilgi çok büyük. Futbolun kulüplere ayrılması, kamplara bölünme gibi hal aldı son dönemlerde. İnsanlar sokaklarda, otobüslerde, okulda, kantinlerde, kulüp simgesine sarılarak birbiriyle güç kavgasına girişmekten, alay etmeye kadar işi götürüyor. Ülkede geniş bir şekilde bulunan fakirlik ve işsizlik sonucunda sadece kendilerini oyalayabilmek için futbolu bir simge olarak görüyorlar. Kazanma veya kaybetmeler korkunç etki tepki olayı haline geliyor. Bu yanlışı düzeltmek ülkenin gelir seviyesinin artması, eğitim ve kültür düzeyininin yükselmesi ve insanların birbirini anlayışla karşılaması, sporun dostluk, kardeşlik demek olduğunun benimsenmesi ve birbirini tanıma algısının yerleşmesiyle olabilir. Bu nedenle TMOK, 4. ve 5. sınıflarda ilköğretimde kullanılmak üzere 'Spor Kültürü ve Olimpik Eğitim' adlı bir kitap hazırladı. Talim ve Terbiye Kurulu'nun onayını alan kitap bu sene öğretmenler tarafından inceleniyor, seneye öğrencilere öğretilmeye başlanacak. Kitapta tüm spor branşları anlatılıyor. Sporun bir kültür olduğu, yenmek ve yenilmenin sportif bir çalışma olduğu anlatılarak fair playa davet ediliyor öğrenciler. Bugünün insanlarını değiştirmek zor, ama geleceği kurtarmak için çaba göstermek gerekiyor.

Başarı parayla ölçülüyor Diğer spor branşlarında ise başarı para ve maddeyle ölçülür hale getirildi. İnsanlar parayı kazanmak için her türlü girişimi mübah görüyorlar. Fakir ailelerden gelen insanların para kazanmak için doping yapmayı ana tercihleri olarak algıladıklarını gösteren araştırma var. Maalesef eğiticilere ve antrenörlere de aynı ikramiyeden pay verilmesi, antrenör ve eğiticilerin sporcuları bir kobay gibi kullanmasına yol açıyor. Spor Bakanlığı'nın TMOK ile daha yakın ilişki kurması gerektiği kanısındayım. Daha önceden, maaş alan antrenör ve eğiticilere ikramiye verilmesini girişimlerimizle yasaklatmıştık. Bence önemli olan 5-6 madalya kazanmak değil ülke toplumunun büyük bir kesiminin spor yapmasıdır. O zaman gerçek başarıya ulaşmış oluruz. Zaten böyle yapabilirsek bunların arasından kabiliyetli olan yıldızlar çıkar.