20 Ocak 2005 23:00
Öğretmenler giderek fakirleşiyor
GÜNÜN YAZILARI
Eğitim Sen tarafından yapılan "1931'den 2005'e öğretmenlerin yoksullaşma süreci" konulu araştırmada, eğitim emekçilerinin, 1970li yıllardan sonra satın alım güçlerinin her geçen yıl düştüğü ve özellikle son on yılda, öğretmenlerin bir önceki yılı mumla aradığı ortaya konuldu.
Eğitim Sen tarafından dün yapılan açıklamada, bir öğretmen 1931'de aldığı 90 lira maaş ile 170 litre zeytinyağı veya 164 kilogram koyun eti alırken, 2005 yılında ortalama 738 YTL maaşının tümü ile sadece 87 litre zeytinyağı veya 62 kilogram koyun eti alabildiği belirtilerek, 1938 yılında göreve yeni başlayan bir öğretmenin aldığı 85 lira maaş ile 173 kilogram beyaz peynir alabilirken, 2005 yılında bir öğretmen maaşıyla ancak 123 kilogram beyaz peynir alabildiğine dikkat çekildi.
1995 yılında bir öğretmen maaşıyla 2898 adet ekmek alabilirken, bugün bu rakamın 1845 ekmeğe düştüğü belirtilen açıklamada, yine 1995 yılında bir öğretmenin maaşıyla 676 litre süt alabilirken, 2005 yılında sadece 492 litre süt alabildiği ortaya konuldu.
"Yıllar içinde eğitim emekçilerinin maaşlarının geldikleri noktayı, satın alım gücü açısından değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan acı tablonun esas sorumluları, kuşkusuz eğitim emekçilerinin ekonomik sorunlarını görmezden gelen siyasi iktidarlardır" denilen açıklamada, öğretmenlerin 1920 ile 1950 arasında daha iyi yaşam koşullarına sahipken, özellikle '70'li yıllardan sonra öğretmenlerin satın alım güçlerinin düştüğü ve son on yılda ise krizler ve enflasyon nedeni ile yoksullaşma sürecinin yaşandığına vurgu yapıldı.
Açıklamada, hizmetli ve memurların durumunun, öğretmenlerden daha da vahim olduğu ifade edilerek, "Eğitim emekçisini yoksulluğun kıskacına alan, mesleğine küstüren bu sisteme karşı, bilimsel, demokratik bir eğitim yaratmak için tüm eğitim emekçilerini ekonomik ve sosyal açıdan doyuran bir alternatif yaratılmadığı sürece sıkıntılar artarak devam edecektir" denildi.
src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön


Tsunamizedelerle yardımlaşmanın neresindeyiz -2-
'1980 sonrasında yardımlaşma yok edildi' HAZIRLAYAN: Fadime Alkan, Serpil Savumlu, Mehmet Özer, Müge Tuzcuoğlu Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nden halkbilimci-antropolog Doç. Dr. Tayfun Atay, medyanın, acıları, felaketleri, vahşetleri, iğrençlikleri, çirkinlikleri eğlencelik bir seyir olarak sunmasının ardından artık insanların bu görüntüler karşısında rahatsızlık duymamaya başladığına dikkat çekti. Atay, kapitalist sistemin yarışmacı ve rekabetçi ahlak anlayışının geliştiğini ve özellikle 1980 sonrası süreçte, Türkiye toplumunun geleneksel yardımlaşmacı ve dayanışmacı kimliğini yitirmeye başladığına vurgu yaptı. Tayfun Atay'a yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle;
-Türkiye'nin "yardımsever bir topluma sahip olması" özelliği, Güney Asya'da meydana gelen felaket sonrasında maddi yardıma neden dönüşememiştir? Yoksuluz da ondan. Yunanistan ile karşılaştırıyorlar. Ancak Yunanistan'ın milli geliri ortada, bizimki ortada. Cömertlik, zenginlikle olur. Öte yandan tabii ki insanlar yoksul da olsalar, sonuçta biz dayanışmacı, yardımlaşmacı bir anlayış içerisinde karınca kararınca yardımımızı yapabiliriz. İnsanların yardımlarının ne ölçüde etkili olup olmayacağından çok, insanlığın böylesi felaketleri karşısında belli bir bilinçlilik halini kazanmış olmamızdır önemli olan. Yani "bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "gemisini kurtaran kaptan" gibi düşüncelerin yaygınlaştığı bir ahlak anlayışı var, Türkiye'de. Bu deyişler eskiden, insanların olumsuzluklarını törpülemeye dönük kullanılırdı ama bugün öyle bir hayat yaşıyoruz ki kimse kimseyi fazla önemsemiyor, umursamıyor. Türkiye'nin yoksul bir ülke olması, yardım kapasitesi olarak geride kalmasına neden olmasında, anlaşılabilir. Ama herkesin yardım yapmak konusunda hevesli olması, "ruhumuzu kurtarmamız" açısından çok önemlidir. Bu olaylar dünyada olduğu kadar bizim açımızdan da çok yeni. Böylesi bir küresel felaketi izleme, bu kadar haberdar olma imkanımız tarihin hiçbir döneminde olmadı. Dolayısıyla izlediğimiz felaket karşısında "ne yapılmalı" sorusu da yeni. Yüz yıl önce bizim dünyamız, Güney Asya'yı içine almıyordu. Ancak şimdi bir dünya-vatan noktasındayız. Ama bunun henüz başındayız. Burada deneyimsizlik yüzünden de bocaladığımızı düşünüyorum. Tabii bir de sokaktaki insana sormak lazım, onların ne düşündüklerini bilmiyoruz.
-Yardımı toplamak isteyen kuruluşlara güvensizlik bunda etkili olabilir mi? Olabilir ama artık biraz bunun ötesine geçen bir söylem ve tartışma düzeyimizin olması lazım. Beş yıldır Kızılay'a güvensizlik konuşuluyor, medya da sürekli bunları işliyor. Kızılay'a güvensizlik, aslında kendimize güvensizliktir. Toplumun bir kurumu kötü, bozuk, yozlaşmış olmaz. Toplum bir bütün olarak yozlaşır, bu, kurumlara da yansır. Kızılay'a güvenmiyoruz da polise güveniyor muyuz? Sokaktaki insanlar birbirine güveniyorlar mı? Kızılay'a güvensizlik kendi sorumluluğumuzdan kaçmak artık. Kızılay'a yardımını yaparsın, peşine düşersin. Ayrıca şu konjonktürde, en çok güvenilebilecek kurum Kızılay'dır. Kızılay'ın istismarı, diğer kurumlarla birlikte 1980 sonrası süreçte açılan, "benim memurum işini bilir" politikasının, dünya görüşünün, sistem anlayışının sonucudur. Biz çocukluğumuzda Kızılay'a güvenirdik. Kızılay'ın bu noktadaki talihsizliği, toplum ve Kızılay açısından bir talihtir. Çünkü bu artık "kötüye gidişe dur" ihtimalini vermiştir. Bu ne yazık ki bizim için çok acı olan 17 Ağustos depremi sonrasında olabilmiştir. Bundan hepimizin ders çıkarması gerekmektedir.
-Bu sorumluluğun insanlara hatırlatılması mı gerekiyor? Toplumsal bilinç çerçevesinde bütün bireyler, içinde bulundukları kurumsal yapı içinde katkıda bulunabilir. Okuldaki öğrenci derneklerinden, sosyal bilimler topluluğundan dekanlıklara, hastane çalışanlarına, sendikalara, iş çevrelerine, işhanında çalışan esnaflara veya günde toplanan ev hanımlarına kadar herkes böylesi bir bilinçle hareket edebilir. O zaman bu toplumsal seferberlik haline gelir. Herkes kurumu bünyesindeki insanlara güven duyar. Yoksa öne çıkan popülerlerin teşvikiyle olacak bir şey adım değildir. İnsanların acıyı hissederek harekete geçmeleriyle olur. Ekranda acıyı sadece görüyoruz, onların yerine kendimizi koyup acıyı hissettikten sonra harekete geçerek olması gerekir.
-SSK hastanelerinin devri veya Köy Hizmetlerinin kapatılması gibi gelişmelerde, medyanın "duyarlılık isteği" pek gözlenmezken, bu olayda neden böyle bir tartışma başlatılmış olabilir? En önemli fark görsellik. Bu çok acı ama öyle. Televizyon her zaman görselliği ilk planda öne çıkarır. Öteki ise ancak olay çıktığı zaman veya polisle tatsız bir çatışma yaşandığında gündeme gelebilir. Zaten televizyondan ve medyadan böylesi bir beklenti içinde olmamızın sonucudur bu yenilgimiz. Televizyonun, hayatımızın merkezi hale gelmesinin sonucudur bu yenilgimiz. Televizyon önemlidir ama televizyon her şeyden önemli ve en önemli değildir. İnsan ve insan toplumsallığı daha önemlidir. Biz, kurumlarımız, okullarımız, sendikalarımız çerçevesinde bir araya gelip, düşünüp, çalışıp bir pratik ortak koymak yerine televizyona endeksli hale gelmiş durumdayız.
-"Yardım yapılmıyor" tartışmasının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yardım yapacağını açıklayan sanat, spor ve iş dünyasından çeşitli çevreler, mutlaka çok iyi niyetlilerdir ama her zaman şu soruyla birlikte bu görüntüleri değerlendirmemiz gerekiyor; "acaba burada bir vicdan rahatlatma çabası mı var?". Bu sorun, bir anlık maddi yardımla çözülecek bir şey değil. Dilenciye para vermek nasıl yoksulluğu ortadan kaldırmıyorsa, dilenen insanların sayısının artmasından başka bir işe yaramıyorsa, böyle yardımlar da oradaki acıları yok etmez. Sürekliliği şarttır. Türkiye '80 sonrası süreçte bu tür geleneksel kültürün içinden çıkan yardımlaşma, dayanışma anlayışını da kaybetme sürecine girdi. Çok yakınlarımız söz konusu olduğunda bunu yapıyoruz ama eğer bir ulus isek, eğer toplumsal yakınlık yurttaşlık ise biz işte bu tür felaketler karşısında yurttaş olup olmadığımızı anlama imkanı buluyoruz. Çıkan sonuç da pek ümit verici olmuyor. Biz de dünyada hakim olan kapitalist sistemin yarışmacı, rekabetçi, "insan insanın kurdudur" diyen ahlak anlayışının içindeyiz artık.
-Medyanın buradaki rolü nedir? Medyanın büyük bir kesimi, ahlaki zaaf içinde, bize acıları, felaketleri, vahşetleri, iğrençlikleri, çirkinlikleri seyir olarak sundular. Reyting hedefiyle ortaya çıktılar. Sonuçta da televizyon karşısında izledikleri her şey, insanlar açısından bir rahatsızlık, acı, dehşet kaynağı olmaktan çıktı. Televizyon bize sadece gösterir. Ekranın bu tarafında geçmez; acılar, iğrençlikler, vahşet... Savaşlar olur, bombalar düşer, dalgalar insanları yutar, polis sokakta insanları coplar, bunların hepsi bizim için seyirliktir, şov malzemesine dönüştürülmüştür. Televizyonun duyarlı olmaya çağıran mesajlarının da insanlar tarafından olumlu ve iyimser bir şekilde alınması kolay olmaz. Bununla birlikte, televizyon dünyasında da hâlâ iyi niyetli insanlar, gruplar olduğunu gözardı etmeyelim. Sadece televizyonu hayatımızın öznesi değil, nesnesi yapabilmeyi öğrenmeliyiz. Kendi sorumluluğumuzu yine unutmayalım. Televizyonun düğmesine istediğimiz anda basıp kapatamadığımız müddetçe, televizyon hayatımızın öznesi olur. O yüzden de bu gidişat değişmez.
Psikolog Dr. Ayhan Akcan:
En önemli neden fakirlik Türkiye'de yaşanan tablonun en önemli nedeni fakirliktir. Son 10 yıldır ciddi bir ekonomik krizle boğuşan insanlar kendi temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlar. Ortadirek diye bir şey kalmadı. İnsanımızın felaketlere karşı duyarsız kalmasının bir diğer nedeni de, yardım yapma ve başkalarının acılarını paylaşma duygularının erozyona uğramasıdır. Artık insanların bireysel tercihleri, rahatlıkları her şeyin önüne geçti. Maddi problemi olmayan zenginlerin de yardım kampanyalarına ilgi göstermemelerini irdelemek gerekiyor. Türkiye'de son yıllarda mala karşı suç işlemede büyük artışlar oldu. İnsanlar yardım yaparak risk almak istemiyorlar. Zengin olup da bu zenginliklerini saklayan insanlar var. Bunun da iki nedeni var. Zengin olduklarının duyulmasını istemiyorlar ve çoğu kayıt dışı çalışan bu insanlar kayıt altına alınmak istemiyorlar. Ayrıca bu felaketi 17 Ağustos depremi ile karşılaştırmamak gerekiyor. İnsanlar kendi organizasyonunu kendileri yapıyorlar, yardımları da kendileri götürüyorlardı. Burada öyle bir durum yok. Yardım yapsalar bile yardımların nereye gittiğini bilmedikleri için bir güvensizlik var. İnsanlar hep kandırıldıkları için güven duyguları yıpratılmış. Bunların hepsini alt alta getirdiğimiz zaman da neden yardım yapılmadığı ortaya çıkıyor" diye konuştu. Tsunami felaketi boyunca medyanın ha ber verme şeklini eleştiren Akcan, medyanın reyting kaygısıyla kendi reklamını yaptığını söyledi. Akcan organizasyonları hep aynı kişilerin yaptığını belirterek, "Yardım organizasyonların elbise defilesinden farkı yok" dedi.
DEVAM EDECEK
src=/resim/b1.gif width=5>



Tsunamizedelerle yardımlaşmanın neresindeyiz -2-
'1980 sonrasında yardımlaşma yok edildi' HAZIRLAYAN: Fadime Alkan, Serpil Savumlu, Mehmet Özer, Müge Tuzcuoğlu Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nden halkbilimci-antropolog Doç. Dr. Tayfun Atay, medyanın, acıları, felaketleri, vahşetleri, iğrençlikleri, çirkinlikleri eğlencelik bir seyir olarak sunmasının ardından artık insanların bu görüntüler karşısında rahatsızlık duymamaya başladığına dikkat çekti. Atay, kapitalist sistemin yarışmacı ve rekabetçi ahlak anlayışının geliştiğini ve özellikle 1980 sonrası süreçte, Türkiye toplumunun geleneksel yardımlaşmacı ve dayanışmacı kimliğini yitirmeye başladığına vurgu yaptı. Tayfun Atay'a yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle;
-Türkiye'nin "yardımsever bir topluma sahip olması" özelliği, Güney Asya'da meydana gelen felaket sonrasında maddi yardıma neden dönüşememiştir? Yoksuluz da ondan. Yunanistan ile karşılaştırıyorlar. Ancak Yunanistan'ın milli geliri ortada, bizimki ortada. Cömertlik, zenginlikle olur. Öte yandan tabii ki insanlar yoksul da olsalar, sonuçta biz dayanışmacı, yardımlaşmacı bir anlayış içerisinde karınca kararınca yardımımızı yapabiliriz. İnsanların yardımlarının ne ölçüde etkili olup olmayacağından çok, insanlığın böylesi felaketleri karşısında belli bir bilinçlilik halini kazanmış olmamızdır önemli olan. Yani "bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "gemisini kurtaran kaptan" gibi düşüncelerin yaygınlaştığı bir ahlak anlayışı var, Türkiye'de. Bu deyişler eskiden, insanların olumsuzluklarını törpülemeye dönük kullanılırdı ama bugün öyle bir hayat yaşıyoruz ki kimse kimseyi fazla önemsemiyor, umursamıyor. Türkiye'nin yoksul bir ülke olması, yardım kapasitesi olarak geride kalmasına neden olmasında, anlaşılabilir. Ama herkesin yardım yapmak konusunda hevesli olması, "ruhumuzu kurtarmamız" açısından çok önemlidir. Bu olaylar dünyada olduğu kadar bizim açımızdan da çok yeni. Böylesi bir küresel felaketi izleme, bu kadar haberdar olma imkanımız tarihin hiçbir döneminde olmadı. Dolayısıyla izlediğimiz felaket karşısında "ne yapılmalı" sorusu da yeni. Yüz yıl önce bizim dünyamız, Güney Asya'yı içine almıyordu. Ancak şimdi bir dünya-vatan noktasındayız. Ama bunun henüz başındayız. Burada deneyimsizlik yüzünden de bocaladığımızı düşünüyorum. Tabii bir de sokaktaki insana sormak lazım, onların ne düşündüklerini bilmiyoruz.
-Yardımı toplamak isteyen kuruluşlara güvensizlik bunda etkili olabilir mi? Olabilir ama artık biraz bunun ötesine geçen bir söylem ve tartışma düzeyimizin olması lazım. Beş yıldır Kızılay'a güvensizlik konuşuluyor, medya da sürekli bunları işliyor. Kızılay'a güvensizlik, aslında kendimize güvensizliktir. Toplumun bir kurumu kötü, bozuk, yozlaşmış olmaz. Toplum bir bütün olarak yozlaşır, bu, kurumlara da yansır. Kızılay'a güvenmiyoruz da polise güveniyor muyuz? Sokaktaki insanlar birbirine güveniyorlar mı? Kızılay'a güvensizlik kendi sorumluluğumuzdan kaçmak artık. Kızılay'a yardımını yaparsın, peşine düşersin. Ayrıca şu konjonktürde, en çok güvenilebilecek kurum Kızılay'dır. Kızılay'ın istismarı, diğer kurumlarla birlikte 1980 sonrası süreçte açılan, "benim memurum işini bilir" politikasının, dünya görüşünün, sistem anlayışının sonucudur. Biz çocukluğumuzda Kızılay'a güvenirdik. Kızılay'ın bu noktadaki talihsizliği, toplum ve Kızılay açısından bir talihtir. Çünkü bu artık "kötüye gidişe dur" ihtimalini vermiştir. Bu ne yazık ki bizim için çok acı olan 17 Ağustos depremi sonrasında olabilmiştir. Bundan hepimizin ders çıkarması gerekmektedir.
-Bu sorumluluğun insanlara hatırlatılması mı gerekiyor? Toplumsal bilinç çerçevesinde bütün bireyler, içinde bulundukları kurumsal yapı içinde katkıda bulunabilir. Okuldaki öğrenci derneklerinden, sosyal bilimler topluluğundan dekanlıklara, hastane çalışanlarına, sendikalara, iş çevrelerine, işhanında çalışan esnaflara veya günde toplanan ev hanımlarına kadar herkes böylesi bir bilinçle hareket edebilir. O zaman bu toplumsal seferberlik haline gelir. Herkes kurumu bünyesindeki insanlara güven duyar. Yoksa öne çıkan popülerlerin teşvikiyle olacak bir şey adım değildir. İnsanların acıyı hissederek harekete geçmeleriyle olur. Ekranda acıyı sadece görüyoruz, onların yerine kendimizi koyup acıyı hissettikten sonra harekete geçerek olması gerekir.
-SSK hastanelerinin devri veya Köy Hizmetlerinin kapatılması gibi gelişmelerde, medyanın "duyarlılık isteği" pek gözlenmezken, bu olayda neden böyle bir tartışma başlatılmış olabilir? En önemli fark görsellik. Bu çok acı ama öyle. Televizyon her zaman görselliği ilk planda öne çıkarır. Öteki ise ancak olay çıktığı zaman veya polisle tatsız bir çatışma yaşandığında gündeme gelebilir. Zaten televizyondan ve medyadan böylesi bir beklenti içinde olmamızın sonucudur bu yenilgimiz. Televizyonun, hayatımızın merkezi hale gelmesinin sonucudur bu yenilgimiz. Televizyon önemlidir ama televizyon her şeyden önemli ve en önemli değildir. İnsan ve insan toplumsallığı daha önemlidir. Biz, kurumlarımız, okullarımız, sendikalarımız çerçevesinde bir araya gelip, düşünüp, çalışıp bir pratik ortak koymak yerine televizyona endeksli hale gelmiş durumdayız.
-"Yardım yapılmıyor" tartışmasının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yardım yapacağını açıklayan sanat, spor ve iş dünyasından çeşitli çevreler, mutlaka çok iyi niyetlilerdir ama her zaman şu soruyla birlikte bu görüntüleri değerlendirmemiz gerekiyor; "acaba burada bir vicdan rahatlatma çabası mı var?". Bu sorun, bir anlık maddi yardımla çözülecek bir şey değil. Dilenciye para vermek nasıl yoksulluğu ortadan kaldırmıyorsa, dilenen insanların sayısının artmasından başka bir işe yaramıyorsa, böyle yardımlar da oradaki acıları yok etmez. Sürekliliği şarttır. Türkiye '80 sonrası süreçte bu tür geleneksel kültürün içinden çıkan yardımlaşma, dayanışma anlayışını da kaybetme sürecine girdi. Çok yakınlarımız söz konusu olduğunda bunu yapıyoruz ama eğer bir ulus isek, eğer toplumsal yakınlık yurttaşlık ise biz işte bu tür felaketler karşısında yurttaş olup olmadığımızı anlama imkanı buluyoruz. Çıkan sonuç da pek ümit verici olmuyor. Biz de dünyada hakim olan kapitalist sistemin yarışmacı, rekabetçi, "insan insanın kurdudur" diyen ahlak anlayışının içindeyiz artık.
-Medyanın buradaki rolü nedir? Medyanın büyük bir kesimi, ahlaki zaaf içinde, bize acıları, felaketleri, vahşetleri, iğrençlikleri, çirkinlikleri seyir olarak sundular. Reyting hedefiyle ortaya çıktılar. Sonuçta da televizyon karşısında izledikleri her şey, insanlar açısından bir rahatsızlık, acı, dehşet kaynağı olmaktan çıktı. Televizyon bize sadece gösterir. Ekranın bu tarafında geçmez; acılar, iğrençlikler, vahşet... Savaşlar olur, bombalar düşer, dalgalar insanları yutar, polis sokakta insanları coplar, bunların hepsi bizim için seyirliktir, şov malzemesine dönüştürülmüştür. Televizyonun duyarlı olmaya çağıran mesajlarının da insanlar tarafından olumlu ve iyimser bir şekilde alınması kolay olmaz. Bununla birlikte, televizyon dünyasında da hâlâ iyi niyetli insanlar, gruplar olduğunu gözardı etmeyelim. Sadece televizyonu hayatımızın öznesi değil, nesnesi yapabilmeyi öğrenmeliyiz. Kendi sorumluluğumuzu yine unutmayalım. Televizyonun düğmesine istediğimiz anda basıp kapatamadığımız müddetçe, televizyon hayatımızın öznesi olur. O yüzden de bu gidişat değişmez.
Psikolog Dr. Ayhan Akcan:
En önemli neden fakirlik Türkiye'de yaşanan tablonun en önemli nedeni fakirliktir. Son 10 yıldır ciddi bir ekonomik krizle boğuşan insanlar kendi temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlar. Ortadirek diye bir şey kalmadı. İnsanımızın felaketlere karşı duyarsız kalmasının bir diğer nedeni de, yardım yapma ve başkalarının acılarını paylaşma duygularının erozyona uğramasıdır. Artık insanların bireysel tercihleri, rahatlıkları her şeyin önüne geçti. Maddi problemi olmayan zenginlerin de yardım kampanyalarına ilgi göstermemelerini irdelemek gerekiyor. Türkiye'de son yıllarda mala karşı suç işlemede büyük artışlar oldu. İnsanlar yardım yaparak risk almak istemiyorlar. Zengin olup da bu zenginliklerini saklayan insanlar var. Bunun da iki nedeni var. Zengin olduklarının duyulmasını istemiyorlar ve çoğu kayıt dışı çalışan bu insanlar kayıt altına alınmak istemiyorlar. Ayrıca bu felaketi 17 Ağustos depremi ile karşılaştırmamak gerekiyor. İnsanlar kendi organizasyonunu kendileri yapıyorlar, yardımları da kendileri götürüyorlardı. Burada öyle bir durum yok. Yardım yapsalar bile yardımların nereye gittiğini bilmedikleri için bir güvensizlik var. İnsanlar hep kandırıldıkları için güven duyguları yıpratılmış. Bunların hepsini alt alta getirdiğimiz zaman da neden yardım yapılmadığı ortaya çıkıyor" diye konuştu. Tsunami felaketi boyunca medyanın ha ber verme şeklini eleştiren Akcan, medyanın reyting kaygısıyla kendi reklamını yaptığını söyledi. Akcan organizasyonları hep aynı kişilerin yaptığını belirterek, "Yardım organizasyonların elbise defilesinden farkı yok" dedi.
DEVAM EDECEK
Evrensel'i Takip Et