29 Ocak 2004 23:00

36 yıllık bir öykü

Sesi cızırtılı, hışırtılı çıkan radyodan savaş dönemindeki gelişmeler dinlenirdi. Her evde radyo yoktu, 1950'li yıllar öncesinde. Önemli bir haber çıkarsa, komşu radyonun sesini sonuna kadar açar, herkes başına üşüşürdü. Daha sonra radyodan seslerini duyduğumuz devlet adamlarının, sanatçıların kendilerini de görmeye başladık. "Radyonun resimlisi" gelmişti yani... Güneydoğu'ya "Vizontele"nin gelişini hatırlatıyor, 31 Ocak 1968'de Türkiye'de TRT'nin ilk yayın hayatına başlaması. Bugünle kıyaslandığında gülünç bir tablo oluşuyor. Mesela haber bültenlerinde arkadan geçen yazıyı bir memur eliyle çeviriyormuş. Eğer memur yavaş kalırsa, spiker masanın altından eliyle "Hadi hadi" diye hareket yaparmış. Bilmiyoruz hâlâ var mıdır, haber spikeri "İyi akşamlar" deyince ona cevaben "İyi akşamlar" diyenler ama, onlar "Vizontele"yi nasıl kötü haberlerin getiricisi olarak kabul etmişse, öyle kabul etmeyenlere de, kötü ya da taraflı denebilecek haberleri getirmiş. İktidarların elinden kurtulamamış yayınlar. Muhalefete söz hakkı tanımayan iktidarlar, kendi borazanlığını yaptırmışlar o dönemde televizyonlara ve TRT'ye. Bu durum aslında özel televizyonlarıyla, radyolarıyla, gazeteleriyle bugünü de kanıtlar nitelikte. O dönemin en yakından tanıklarından biri de Jülide Gülizar. Ankara Radyosu'nda spikerliğe başlayan Jülide Gülizar, 30 yıl boyunca TRT'de çalıştı. İlk televizyon spikerlerinden sayılan Gülizar, TRT'nin o zamanlar insanların tek eğlencesi olduğunu dile getirerek, o zamanın koşullarının çok ilkel olduğunu, herşeyi el yordamıyla öğrendiklerini belirtti. Gülizar'ın şu sözleri ise başta televizyon olmak üzere radyoların ve gazetelerin aslında ne amaçla kullanıldıklarını gözler önüne seriyor: "Biz dünyayı iktidarın penceresinden görüyorduk. Hiçbir zaman televizyon, radyo ve gazeteler, iktidarın etkisi altından kurtulamadılar. Bu aynen bugün de geçerli" Jülide Gülizar ile haber spikerliği, TRT ve televizyonların taraflılığı üzerine konuştuk. Spikerliğe nasıl başladınız? Liseyi okumak için Mersin'den Ankara'daki dayımın yanına geldim. Hep aklımda radyo vardı. Bir gün "Bu radyoda niye şiir saati yok?" diye düşündüm. Kalktım, radyoya gittim. Söz Temsil Yayınları Şefi vardı; Hikmet Münir Ebcioğlu. "Re-cep-ti-on" yazılı bir yer. Ne olduğunu bilmiyorum. Orada da bir adam oturuyor. "Hikmet Münir Ebcioğlu ile görüşecektim" dedim. "Randevunuz var mı?" dedi. O kadar ağrıma gitti ki bu söz. Ters ters baktım, "Ben namuslu bir aile çocuğuyum. Öyle şey biz de bulunmaz" dedim. Bu randevu sözcüğü, Mersin'de randevu evinin kadınları vardı, oradan geliyor. Adam birkaç defa sordu, "Randevunuz var mı" diye. Çok sinirlendim, namusuma dokundu. "Yani daha önceden telefon ettiniz mi?" dedi en sonunda. "Ama ben telefon olmadığı için edemeyeceğim, görüşmek istiyorum" dedim. Daha sonra beni götürdü. Kapıdan girdim, "Buyrun küçük hanım. Ne arzu etmiştiniz?" dedi. "Bu radyoda niye şiir saati yok?" dedim. "Sahiden niye yok ki?" dedi. "Burada şiir saati yok. Yapmak istiyorum. Bunu da ancak ben yaparım Türkiye'de" dedim. Küstahlığa bak yaa... Hiç sinirlenmedi. Adresimi aldı. 15 gün sonra iki hanım bizim eve geldiler ve beni radyoya çağırdılar. Radyolarda dinleyici önünde yapılan ilk programda, şiir okudum. Daha sonra liseyi bitirdim. Hukuk fakültesini bitirdim. Son sınıfta evlendim, eşimin yedek subaylığı için Erzurum'a gittik. Araya bunlar girdi. Tekrar Ankara'ya döndüğümüzde, radyoya spiker alınacağını yazan ilanlar vardı. Kazandım. 23 yaşında radyoya başladım. 15 yıl radyoda çalıştım. Radyoyu çok sevdim. Sonra televizyon başladı. Televizyonu pek fazla sevmedim. İzlemeyi de çok sevmem. Hala akşam haberlere kadar televizyonu açmam. Genelde radyo dinlerim. Televizyonda izleyecek birşey bulamıyorum. Şimdi ağa-konak dizileri moda. Onlar da birbirlerinin aynı. O dönemde yayınlanan programlar nasıldı? Ankara Radyosu'na 1956 yılında başladığımda program yapılmıyordu. Amerikan Haberler Merkezi'nden hazırlanmış bantlar gelirdi. Talat Halman ve eşi Semiha Halman Amerika'daydılar. Oradan program yapar yollarlardı, onları aynen yayınlardık. Çok ilkeldi o dönem. Bir de Çetin Altan çarşamba akşamları 15 dakikalık bir konuşma yapardı, yaşam-yaşamak üzerine. Müzik programları vardı sürekli; alaturka, alafranga. Programa, 1958'de Mahmut Tali Öngören'in Amerika'dan dönmesiyle başladık. Biz spikerler program yaptık. Ben iki program yaptım. Birisi "Bir Yıldız Kaydı". Yazarların, şairler, edebiyatçıların ölüm yıl dönümlerinde onları anan bir programdı. Diğeri de "Ocakbaşı" diye bir sohbet programıydı. Televizyonda da "Bir Konu Bir Konuk" diye bir program yaptım. Şimdi herkes yapıyor artık onları. Bu benim başlattığım bir programdır. Kadın olarak çalışmak zor oldu mu? Kadın-erkek olarak bir ayrım yoktu kafamızda. Biz hanımlar sabah ve gece haberlerini okurduk. Öğle ve akşam haberlerini çok tecrübeliler okurdu. Daha sonra biz de okuduk. Röportajlara ve naklen yayınlara göndermiyorlardı. Başta ben olmak üzere isyan bayrağını çektik, "Biz de gideceğiz" diye. İlk naklen yayına giden de ben oldum. Bir İtalyan orkestrasının Büyük Tiyatro'da konserini radyodan naklen yayınladık. İlk deneyimimde hayal kırıklığına uğradım. 27 Mayıs'ta kadın-erkek ayrımı yapmadan, naklen yayına gönderdiler. Cebeci Camii'nden şehitlerin cenazeleri kaldırıldı. Dokuz yere istasyon kuruldu. Birbirimize devrederek sunuyoruz. "İhtilal dönemi, ağızdan çıkacak ters bir laf, insanın sonu olur, bir metin hazırlayın" dediler, ben 15 sayfalık bir metin hazırladım. Kortej benim olduğum bölgeye gelince, coşmuşum. Şiirler falan okuyorum. Ankara Radyosu'na telefon gelmiş, "Hemen devretsin. Kolej'deki istasyonu da atlasın, diğerine devretsin" diye. Çünkü kortej oraya kadar gitmiş ben konuşurken. Başımızda askerler, subaylar var. Bana dediler ki "Gidiyoruz, Anıtkabir'e. Çok beğenmişler senin yayınını. Oradaki yayını da sen yapacaksın". Beni jipe bindirdiler. O kalabalıkta yolu aştık. Orada da ben anlattım. Naklen yayını çok sevdim. Zaten beni hatırlayanlar özellikle naklen yayınlarımdan hatırlarlar. Haber spikerliği nasıldı peki? Bizde haber spikerliği de yanlış başladı. O zamanlar haberler karşıdan okunmazdı. Sonradan o teknolojiyi bize de getirdiler ama otomatik değil. Birisi arkadan elle çeviriyor. Televizyonun ilk yılları. Yazı yavaş kaldığında, masanın altından "Hadi hadi" falan yapıyoruz. Çift kişi haber okurduk. Mesela ben hızlı okurdum, yanımdaki arkadaş ağır okuyorsa dengesizlik olurdu. Çok rahatsızlık verdi. Karşıdan okumaktan vazgeçtik. Yabancı ülkelerde bunu yapıyorlar ama önlerinde de haber metni oluyor. Bazen kağıda da bakıyorlar. Doğal yapıyorlar. Biz de tamamen karşıdan okunuyor. Ayrıca küçük yaştaki spikerleri çıkarıyorlardı. İnandırıcılığı kalmıyordu o zaman. Televizyonda Zafer Cilasun diye biri başlamıştı. O bir yıl okudu. Biz iki yıl sonra geçtik televizyona. Beni ilk kez çıkarttılar ekran karşısına. Bilmiyorum birşey, ama soramıyorum da, yılların spikeri Jülide Gülizar. Arkada bir kırmızı bir yeşil ışık yanıyor. Dedim ki kendi kendime kırmızı yanınca tehlike işareti kameraya bakmamak gerekiyor. Meğerse tam tersiymiş. Bütün haberleri de ezberlemiştim, ama o şaşkınlıkla hepsini unuttum. Arada bir yanlışlıkla izleyiciyle gözgöze gelmişiz. Ben hiç başarılı değildim. Radyoda çalışırken bir mektup almıştım. Mektubun altına not düşmüş; "Gözleriniz çok güzel" diye. O akşam bir telefon geldi. Aynı kişi. Bana "Ne kadar haklı olduğumu bu akşam gördüm. Siz de gözlerinizin cazibesinin farkındasınız. Fazla etkilememek için gözümüze bakmadınız" dedi. Bu kadar zarif bir eleştiri olabilir mi? El yordamıyla bulduk her şeyi. Hata yapa yapa öğrendik. Bize televizyonlar dünyayı hangi pencereden gösteriyor? Şimdiki yayınların taraflılığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Öyle günler oldu ki insanlar tepki olarak radyolarını mühürletti. Radyo Dinlemeyenler Cemiyeti kurulmuştu. Biz doğru haberleri bu defa BBC'den almaya başlamıştık. Türkiye'de kan gövdeyi götürüyor, kıyametler kopuyor; güllük gülistanlık haberler veriyoruz. Böyle bir radyo ve televizyon. İktidarla birlikte muhalefetin de haberleri yayınlanmaya başlandı sonra, ama biri 5 dakika biri yarım saat. Sonra eşitlik yapıldı. İki tarafa da 90 saniyelik süre verildi. Ama 90 saniyede siz bir adamı ipe götürebilirsiniz. Muhalefetinki bir takım palavra cümlelerden 90 saniye haberi okunurdu. Daha sonra televizyon başlamıştı ama radyo daha baskındı. Süleyman Demirel'in başbakanlığı. Bilmediğimiz olaylar bunlar. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu. Birkaç sağ partinin koalisyonu. Erbakan'la ortaklık yapacaklar. Şöyle bir cümlesi vardır Demirel'in: "Biliyorum, ateşten bir gömlek giyiyorum bu hükümeti kurmakla, ama TRT'yi elimde tutmak için başka çarem yok" Bu kadar önemliydi. Biz o zaman dünyayı iktidarın penceresinden, onun gözüyle görüyorduk. Özel televizyonlar çıkmaya başlayınca TRT rahat etti. Dünya kadar özel televizyon var. Aynı kişi bir gecede istediği kadar programa çıkabiliyor. TRT'ye ihtiyaçları kalmadı. Şimdi haber bültenlerini magazin ağırlıklı buluyorum. Hiçbir dönemde radyo ve televizyonlar, iktidarın etkisinden kurtulamadılar. Bugün bunu daha çok görüyoruz.

Evrensel'i Takip Et