18 Aralık 2002 22:00
Dünyaya orman kanunu dayatılıyor
GÜNÜN YAZILARI
KESK tarafından düzenlenen "Barış ve Demokrasi Sempozyumu"nun konuklarından biri de, Lübnan asıllı Fransız yazar ve akademisyen Gilbert Achcar'dı. Achcar; Irak saldırısı, ABD politikaları ve Avrupa Birliği'nin tutumu gibi konularda sorularımızı yanıtladı.
- Bir "önsaldırı doktrinleri" furyasıdır gidiyor. Önce ABD yönetimi, "tehdit olarak kabul ettiği ülkelerin kendisine saldırmasını beklemeden askeri harekât düzenleyebileceğini" ilan etti. Ardından Rusya, Hindistan ve son olarak Avustralya benzer "doktrin"leri benimsediklerini açıkladılar. Dünya nasıl bir yöne doğru gidiyor?
- Gerçekten önemli bir konu. Bu işin bir sınırı yok. Öyle bir döneme girdik ki; her devlet, kendisinden zayıf her devleti hedef alabilir.
Birçok insan, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte dünyanın daha barışçıl, daha düzenli, daha medeni bir rotaya gireceğini, uluslararası hukukun uluslararası politikanın temel belirleyicisi olacağını, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumların güçleneceğini düşürüyordu. Ama bunun yerine, adeta barbarlığa geriledik. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan BM'nin Kuruluş Şartı'nın işaret ettiği yönde ilerlemek yerine, şiddete gömüldük.
Bunun tek sebebi, dünyanın en güçlü devleti olan ABD'nin yaptığı tercihtir. ABD; dünya insanlarının umduğu yönde ilerlemeyi teşvik etmek yerine tam tersini yaptı. Karşıt süpergüç olan SSCB'nin çöküşünden faydalandı. Tek süpergüç haline geldi; hatta gücünü, dünyanın geri kalanına oranla çok daha fazla artırdığı için bir hipergüç. Şu anda da uluslararası ilişkilerde bir tür orman kanununu, güçlü olanın kanununu dayatıyorlar. Buna, medeniyetten barbarlığa gerilemek denir. Böyle bir barbarlığın, El Kaide gibi karşı-barbarlıkları üretmesi hiç şaşırtıcı değil. Bunlar da, barbar güçle savaşmak için barbarca yöntemler kullanıyorlar. Türkiye'de yayımlanan kitabımın adı da bu manzaradan geliyor zaten.
- Irak'a yönelik bir Amerikan saldırısının bölgemize etkisi ne olacaktır?
- Yaklaşan bu savaş; Ortadoğu ve dünyada ABD hegemonyasını güçlendirecektir. Irak'ın Amerikan denetimine geçmesi; Washington'a çok büyük bir stratejik avantaj kazandıracak. Bu ülkenin dünyanın ikinci büyük petrol üreticisi olduğunu hatırlayalım. Petrol faktörünün uluslararası politikada giderek daha çok önem kazanacağı göz önüne alındığında, Irak petrolünün ABD tarafından denetlenmesi, dünyanın denetlenmesi için önemli bir araç olacaktır. Savaşın en önemli sonucu bu.
Diğer yandan, Ortadoğu'da ABD denetiminin artması şiddeti tırmandıracak, El Kaide türünden grupları güçlendirecektir. El Kaide'yi neyin yarattğını unutmayalım. Bu fitili ateşleyen ilk Körfez Savaşı ve Suudi Arabistan topraklarına ABD askerlerinin konuşlandırılmasıydı. Bugün ABD Irak'a göz dikmiş durumda; Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri'nde askeri kuvvetleri var. Ürdün ve Mısır, en iyi müttefiklerinden ikisi... Bütün bu ülkelerin hükümetleri, halkın nezdinde gayrımeşrudur. Çünkü antidemokratik, hatta aşiret tipi örgütlenmelerdir. Savaş ile birlikte bölgede ABD'ye yönelik halk öfkesi artacak, El Kaide gibi örgütler de intihar operasyonları için yeni adaylar bulacaklardır.
- Fransa hükümetinin savaş karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Ne yazık ki Paris hükümetinin dile getirdiği itirazların temelinde, ABD ile siyasi bir uzlaşmazlık yatmıyor. Yani sorun, nasıl bir uluslararası politika uygulanacağı falan değil. Fransa; ABD'nin geçmiş savaşlarını, Amerikan politikasına en ufak bir eleştiri yöneltmeden onayladı: Körfez, Kosova, Afganistan... Şimdi birdenbire bazı itirazlar dile getiriyorsa, oturup düşünmek gerek. Dikkatli baktığımızda görüyoruz ki Fransa,
Irak'ta rejim değişikliği yaratabilecek bir savaşa karşı çıkıyor. Çünkü Irak lideri Saddam Hüseyin, son yıllarda Fransız şirketlerine birçok petrol tavizi verdi. Böylece Fransa'nın,
Irak'a uygulanan uluslararası ambargonun kaldırılması yönünde çalışması için bir sebep yarattı. Rusya ve Fransa'ya verilen petrol imtiyazları, hep bu ülkelerin ambargoyu sona erdirmeyi başarmasına bağlanmıştı.
Şu anda Fransa, Irak'taki BM denetimlerinin sonuna dek gitmesini, sonunda ambargonun kaldırılmasını ve Saddam rejiminin yerinde kalmasını, dolayısıyla aldığı ihaleleri ve imtiyazları korumayı istiyor.
ABD ise bunun tam tersini istiyor: Onların derdi Irak rejimini değiştirmek. BM denetimleri, kitle imha silahları umurlarında bile değil. Rejimi yıkarak iktidarı avuçlarının içine almak, bugüne dek Fransız ve Ruslarla Irak arasında süren petrol ilişkisini bitirip, imtiyazları ABD'li şirketlere vermek istiyorlar.
Körfez Savaşı öncesinde, 1990-91'e kadar, Fransa Saddam rejimine büyük destek vermekteydi. İran savaşı sırasında Saddam hükümetine milyarlarca dolar kredi verdi. Hatta Fransız donanmasındaki bazı uçakları götürüp Irak ordusuna ödünç vermişlerdi. Ama Körfez Savaşı sırasında Amerikan koalisyonuna katıldılar. Çünkü ABD'yi durduramayacaklarını düşündüler. Savaşa katılırlarsa, en azından ABD ile birlik olup Irak'taki çıkarlarını garanti altına alabileceklerdi.
- Benzer bir süreç yaşandığını mı düşünüyorsunuz?
- Kesinlikle. Hemen hemen aynı şeyler yaşanacak, göreceksiniz. Fransa, ABD tarafından 1441 No'lu Güvenlik Konseyi kararına yedirilen bazı kritik unsurları kabul etti. Bu karar sayesinde ABD, uygun olduğu zamanda otomatikman saldırıya geçebilecektir. Fransız hükümeti, "Bu savaşı önleyemeyiz. Saddam'ı kurtarsak iyi olurdu ama bunu yapamayız. Bu yüzden, savaş sonrası çıkarlarımızı korumak için biz de bu işin içinde olalım" diye düşünüyor.
- Alman hükümetinin tutumu biraz daha farklı gibi. Gerhard Schröder liderliğindeki hükümet, savaşa katılmayacağını tekrar tekrar ilan etti.
- Alman hükümetinin genel seçimlerden önceki tutumu ile sonraki tutumu arasında belirgin bir fark var. Seçimlerden önce Berlin'den sürekli savaş karşıtı açıklamalar geliyordu. Ama seçim sonrası bu sesleri duyamıyoruz. Bunun sebebi belli: Seçimlerden önce Schröder hükümeti gidici görünmekteydi, kamuoyu yoklamalarında hükümete şans tanınmıyordu. Bu şartlar altında Schröder koltuğu kurtarmak için iki konuyu kullandı: Doğu Almanya'daki seller ve Irak. Schröder biliyor ki Alman halkı, tarihsel sebeplerden ötürü savaşa kesinlikle karşı. O, halkın savaş karşıtı duygularını kullandı ve yeniden seçilmeyi başardı. Yani seçmenlerini aldattı.
Hükümet partileri seçimlerden başarıyla çıktıktan sonra ise, Schröder savaş meselesini gündemden düşürdü. ABD Başkanı Bush ile tekrar uzlaşmaya çalıştı. Almanya'daki askeri üslerin Irak'a karşı kullanılabileceğini ilan etti. Halen Kuveyt'te bulunan Alman askerlerini geri çekmeyi reddetti. Bunlar, olası bir saldırıda destek gücü olacaktır. Yani Schröder fiilen Bush'a garanti veriyor: "Sana yardım edeceğim, ama halkın tutumundan fikrinden dolayı bunu doğrudan yapamam." Zaten Bush da Almanya'dan aktif bir destek istemiyor...
Bir Alman gazetesi şöyle bir yorum yapmıştı: "Schröder'in önünde zorlu bir tercih var: Ya ABD ile ittifakına ihanet edecek, ya da Alman halkına." Bence sonuçta, her ikisine de ihanet edecek.
- Kopenhag'da yapılan Avrupa Birliği zirvesi, AB ile ABD arasında Türkiye üzerine bir çekişmeye sahne oldu. Bu çekişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Kopenhag'dan kim kârlı, kim zararlı çıktı?
- Bence bir uzlaşma durumu ortaya çıktı. Şunu vurgulamam gerek: Ne Almanlar, ne de Fransızlar, Türkiye'nin üyeliğinde dinsel meselelerle ilgili bir kaygı duymuyorlar. Onların asıl kaygısı göç. Ekonomik durumu çok kötü olan Türkiye'yi büyük bir göçmen potansiyeli olarak görüyorlar. Eğer Türkiye AB'ye girerse, halkın hareket serbestisi olacak ve bu da özellikle Almanya için büyük bir sorun; Türkiyeliler halihazırda orada önemli bir kitle.
Avrupa hükümetleri, böyle bir göçün kendi ülkelerinde yaratacağı sorunlardan korkuyor. Bu nedenle Kopenhag'da kendilerine bir süre vermiş oldular: Türkiye'deki ekonomi ve siyasetin nasıl gelişeceğini görmek için yeterli bir süre. Amerikan baskısı bir yanda, bu göç kaygısı diğer yanda. Sonuçta, bir uzlaşma ortaya çıktı.
- Yani asıl sebebin, Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde "ABD'nin Truva Atı" olmasından duyulan kaygı olduğu fikrine katılmıyorsunuz...
- Hayır. Sebep bu olamaz. AB Truva atlarından korkuyor olsaydı, Kopenhag'da 10 Truva atını birden içine almazdı. Polonya, Romanya gibi diğer aday ülkeler, Türk ordusundan daha da Amerikancı güçler tarafından yönetiliyor. Türk ordusu hiç değilse Irak meselesinde bazı şartlar öne sürüyor; zararlarımız karşılansın falan diyorlar. Romanya ve Bulgaristan gibileri, bunu bile talep etmeden savaşa her türlü desteği vereceklerini ilan ettiler. Bu hükümetlerin tümü yüzde 100 Amerikan destekçisi. Sorun Truva atları olsaydı, onları da AB'ye almazlardı.
Bu ülkelerin, AB'nin yanı sıra NATO'ya da girmekte olduğunu unutmayalım. Yani NATO ve AB, Avrupa'da giderek aynılaşıyor. AB, askeri açıdan, ABD'nin siyasi ve askeri kölesi konumuna düşüyor.
Evrensel'i Takip Et