25 Nisan 2002 21:00
Sermayeye teslimiyetin bedeli
Jean Marie Le Pen'in yükselişi yeni bir şey değil. Ve son veçhiyle; bu yükseliş esas olarak yabancı düşmanlığına, Yahudi karşıtlığına ya da "öteki korkusuna" bağlanamaz. Sorunun temelinde, Fransa ve diğer A vrupa ülkelerindeki yeni sosyalistlerin, işçi sınıfı seçmenlerini yüzüstü bırakması yatmaktadır.
1988'de Le Pen, 4.4 milyon oy almıştı. Yedi yıl sonra bu rakam 4.6 milyona çıktı. Ve geçen pazar da 4.8 milyon oldu. Olan şu: Son beş yılda yaşam koşulları sürekli kötüleşen işçi sınıfı seçmenlerini Le Pen'den uzaklaştıracak hiçbir şey yapılmadı.
Aşırı sağın 1980'lerden itibaren başlayan yükselişi, Fransız solunun, işçi sınıfı gelenek ve isteklerini bir kenara atmasıyla çakışıyor. Sosyalist Parti doktrin ve politikalarını orta sınıfa beğendirme çabası içine girmesinden ve Komünist Parti'yi de peşinden sürüklemesinden bu yana, Milli Cephe, işçi sınıfı ve işsizler arasında en fazla oy alan parti oldu.
İhanetin teorisyenleri Fransız sosyalistleri bu ihaneti teorize etmeye bile kalktılar. Lionel Jospin'nin sözcüsü Dominique Strauss-Kahn, bir yandan 3 milyon kişi işsiz, 4 milyon kişi açlık sınırı altında iken ve borsa hızla yükselirken, "Fransız toplumu, gelirin yeniden dağılımı bağlamında sınırlarına ulaştığını düşünüyor" diyebildi. Strauss-Kahn ekliyordu: "Ne yazık ki; en mahrum bırakılmış kesimlerden parlamenter demokrasiye daima içten bir katılım bekleyemeyiz." Bu sözler, pazar günü ne kadar da doğruydu! Son zamanlarda Fransız sosyalistleri, İngiliz İşçi Partisi'ni örnek alıyorlar. İngiltere Başbakanı Tony Blair, ikinci seçimini de kazandıktan sonra, Fransa'nın Avrupa Bakanı Pierre Moscovici, sevincini şu sözlerle ifade ediyordu: "Blair, diğer sosyal demokratlar için imrenilecek bir örnek." Artık biliyoruz ki bu 'sosyal demokrasi' soldaki insanlar tarafından esas olarak reddedilmektedir. Seçim sistemi, neoliberal dogmaya teslimiyete karşı bir alternatife duyulan açlık ve uluslararası şirketlerin egemenliği, Fransa'da hükümetin iki ana partisinin reddeilmesini mümkün kılmıştır. Bu ret aynı zamanda, söz konusu partilerin orta sınıfın desteğini almaya can atması ve yoksulların kaderine gösterdikleri kayıtsızlığa karşıdır.
Ne dediyse tersini yaptı Başbakan Lionel Jospin, kamu sektörünü özelleştirmeye karşı savunma vaadinde bulunmuştu. Fransa tarihinin en büyük özelleştirmecisi oldu; rekabet uğruna demiryolları ve posta hizmetlerini de satışa çıkarmaya hazırlanıyordu. Jospin, üyelerini katı mali ve parasal politikalara zorlayan Avrupa istikrar paktını yeniden masaya yatırmayı vaat etmişti. İktidara geldiğinin ikinci haftasında, anlaşmayı tek bir değişiklik yapmadan imzaladı. Jospin, ücretlerin düzeyini ve tam gün çalışmayı savunacağına söz vermişti. Ama haftada 35 saat çalışma yasası, bir işgücü esnekliği makinasına dönüştürüldü. Binlerce insan geceleri ve hafta sonları çalışmaya zorlandı. Hatta Jospin, Fransa tarihinde, zenginlerin ödediği vergi oranlarını düşüren ilk solcu başbakan oldu. İki yıl önce şöyle diyordu: "Eekonominin artık yönetebileceğine inanmıyorum... Herkes piyasanın kurallarını kabul ediyor." Oysa Jospin'in 1997 zaferi, siyasi eyleme yeniden dönüş ve "piyasa"nın diktatörlüğünden kopuş vaatleriyle gelmişti. Hükümetin sosyal ve ekonomik cephede iktidarsızlığını itiraf etmesinden sonra (dört yıllık güçlü ekonomik büyüme zenginlerin servetini artırırken fakirlerin sayısında hiçbir azalma yaratmadı), siyasi meşruiyetini başka bir yerden almalıydı: Suç cephesinde.
Sağa siyasi alan açıldı Blair'in şu ahmakça "Suça karşı sert, suçun nedenlerine karşı sert" sloganını yarım yamalak ithal ederek, sağın geleneksel kanun ve düzen temalarının kutsanmasına yardım etti. Böylece hem Jacques Chirac, hem de Le Pen'e devasa bir siyasi alan açmış oldu. Medyanın yardımıyla 'emniyetsizlik' kısa sürede kamusal alanı sarıp sarmaladı. Medya bu konunun üzerinde o kadar durdu ki, insan, Fransa'nın tam bir kanun ve düzen çöküntüsü ile yüz yüze olduğuna inanabilirdi. İşsizliğin tarihsel olarak yüksek olduğu bir ülkede, emniyetsizlik hakkında yapılan haber sayısı, işsizlik hakkında yapılanın 10 katıydı. Le Pen'in konuşmasına gerek yoktu, onun seçim propagandasını medya yürütüyordu. Le Pen'in dirilişi, Fransa ve ötesinde umutsuzluk yarattı. Ama umutsuzluk, sol partiler tarafından bir kenara atılan toplumun alt kesimlerinde çok daha derin. Fransa ve Avrupa'nın sosyalistlerinin, sosyal hakların budanması ve ekonomik kuralsızlığın yarattığı sosyal güvensizliği görmezden geldiklerinde neler olacağını görüyoruz.
(The Guardian)
İhanetin teorisyenleri Fransız sosyalistleri bu ihaneti teorize etmeye bile kalktılar. Lionel Jospin'nin sözcüsü Dominique Strauss-Kahn, bir yandan 3 milyon kişi işsiz, 4 milyon kişi açlık sınırı altında iken ve borsa hızla yükselirken, "Fransız toplumu, gelirin yeniden dağılımı bağlamında sınırlarına ulaştığını düşünüyor" diyebildi. Strauss-Kahn ekliyordu: "Ne yazık ki; en mahrum bırakılmış kesimlerden parlamenter demokrasiye daima içten bir katılım bekleyemeyiz." Bu sözler, pazar günü ne kadar da doğruydu! Son zamanlarda Fransız sosyalistleri, İngiliz İşçi Partisi'ni örnek alıyorlar. İngiltere Başbakanı Tony Blair, ikinci seçimini de kazandıktan sonra, Fransa'nın Avrupa Bakanı Pierre Moscovici, sevincini şu sözlerle ifade ediyordu: "Blair, diğer sosyal demokratlar için imrenilecek bir örnek." Artık biliyoruz ki bu 'sosyal demokrasi' soldaki insanlar tarafından esas olarak reddedilmektedir. Seçim sistemi, neoliberal dogmaya teslimiyete karşı bir alternatife duyulan açlık ve uluslararası şirketlerin egemenliği, Fransa'da hükümetin iki ana partisinin reddeilmesini mümkün kılmıştır. Bu ret aynı zamanda, söz konusu partilerin orta sınıfın desteğini almaya can atması ve yoksulların kaderine gösterdikleri kayıtsızlığa karşıdır.
Ne dediyse tersini yaptı Başbakan Lionel Jospin, kamu sektörünü özelleştirmeye karşı savunma vaadinde bulunmuştu. Fransa tarihinin en büyük özelleştirmecisi oldu; rekabet uğruna demiryolları ve posta hizmetlerini de satışa çıkarmaya hazırlanıyordu. Jospin, üyelerini katı mali ve parasal politikalara zorlayan Avrupa istikrar paktını yeniden masaya yatırmayı vaat etmişti. İktidara geldiğinin ikinci haftasında, anlaşmayı tek bir değişiklik yapmadan imzaladı. Jospin, ücretlerin düzeyini ve tam gün çalışmayı savunacağına söz vermişti. Ama haftada 35 saat çalışma yasası, bir işgücü esnekliği makinasına dönüştürüldü. Binlerce insan geceleri ve hafta sonları çalışmaya zorlandı. Hatta Jospin, Fransa tarihinde, zenginlerin ödediği vergi oranlarını düşüren ilk solcu başbakan oldu. İki yıl önce şöyle diyordu: "Eekonominin artık yönetebileceğine inanmıyorum... Herkes piyasanın kurallarını kabul ediyor." Oysa Jospin'in 1997 zaferi, siyasi eyleme yeniden dönüş ve "piyasa"nın diktatörlüğünden kopuş vaatleriyle gelmişti. Hükümetin sosyal ve ekonomik cephede iktidarsızlığını itiraf etmesinden sonra (dört yıllık güçlü ekonomik büyüme zenginlerin servetini artırırken fakirlerin sayısında hiçbir azalma yaratmadı), siyasi meşruiyetini başka bir yerden almalıydı: Suç cephesinde.
Sağa siyasi alan açıldı Blair'in şu ahmakça "Suça karşı sert, suçun nedenlerine karşı sert" sloganını yarım yamalak ithal ederek, sağın geleneksel kanun ve düzen temalarının kutsanmasına yardım etti. Böylece hem Jacques Chirac, hem de Le Pen'e devasa bir siyasi alan açmış oldu. Medyanın yardımıyla 'emniyetsizlik' kısa sürede kamusal alanı sarıp sarmaladı. Medya bu konunun üzerinde o kadar durdu ki, insan, Fransa'nın tam bir kanun ve düzen çöküntüsü ile yüz yüze olduğuna inanabilirdi. İşsizliğin tarihsel olarak yüksek olduğu bir ülkede, emniyetsizlik hakkında yapılan haber sayısı, işsizlik hakkında yapılanın 10 katıydı. Le Pen'in konuşmasına gerek yoktu, onun seçim propagandasını medya yürütüyordu. Le Pen'in dirilişi, Fransa ve ötesinde umutsuzluk yarattı. Ama umutsuzluk, sol partiler tarafından bir kenara atılan toplumun alt kesimlerinde çok daha derin. Fransa ve Avrupa'nın sosyalistlerinin, sosyal hakların budanması ve ekonomik kuralsızlığın yarattığı sosyal güvensizliği görmezden geldiklerinde neler olacağını görüyoruz.
(The Guardian)
Evrensel'i Takip Et