24 Nisan 2002 21:00

Reşat Enis ve 'Sarı İt'

Reşat Enis, gerçekçi edebiyatımızın tanınmış romancılarından biridir. Yazı yaşamına öyküyle başlayan Reşat Enis'in ilk öyküleri, Servet-i Fünun / Uyanış dergisinde, 1930 yılında yayımlandı. Aynı yıl ilk ve tek öykü kitabı olan "Kılıcımı Sürüyorum" çıktı. Ardından romanları yayımlanmaya başladı. İlk romanı "Kanun Namına" 1932 tarihini taşır. İlginç romanları arasında "Toprak Kokusu" (1944), "Ekmek Kavgamız" (1947) sayılabilir. Romanlarında İstanbul'un kenar semtleri, Galata ve Beyoğlu'nun arka sokaklarıyla burada yaşayan aç, çıplak, evsiz, barksız kişileri yer alır. Kimi romanlarında da aydınlarla sanatçıların çektikleri acıları ve yoksulluklarını anlatmıştır. Tahir Alangu onun toplumsal çelişkileri gerçekçi bir anlayışla dile getiren romanlar yazdığını söylemektedir. "Afrodit Buhurdanında Bir Kadın" (1939) adlı romanında Zonguldak Maden Ocakları'ndan ilginç sahneler yer aldığı gibi "Ağlama Duvarı" (1949) fabrika dünyasını konu alır. "Despot" (1937) adlı romanında her dönemed ayakta kalmayı başaran toprak ağası, iş adamı, politikacı, kaçakçı tiplerinin ilişkilerine eğilerek, bunların yenilgilerini anlatır. 1968'de yayımlanan "Sarı İt" onun son romanıdır. İstanbul'un kenar semtlerinden başlayarak, Anadolu insanı ve toprak sorunlarıyla birlikte fabrikaları ve işçi yaşamını anlatan romanlara geçmiştir. Toplumsal çelişkilerin, bütün çıplaklığıyla ortaya konulduğu, gerçekçi anlatımın derinleştiği romanlarının başına gelir Reşat Enis'in "Sarı İt" romanı. Evrensel Basım Yayın'ın yeni basımını yaptığı "Sarı İt", ilk kez, işçi haklarını korumaktan yana dürüst sendikalara karşı, yalnız işverenin çıkarlarına hizmet amacıyla kurulmuş çıkarcı, işbirlikçi sarı sendikaların içyüzünü ortaya koymuştur. Bu konuda, siyasal ya da kişisel çıkar oyunlarının yoksul halka, işçiye çektirdiği acıları neden ve sonuçlarıyla gözler önüne sermiştir. Romanın başkişisi Selim Reşit, kişisel yaşamındaki acıları, sendika çalışmalarının gelişmesinde gösterdiği başarıların sevinciyle kapatır. Emekçilerin dertlerini dile getiren bir yazısı yüzünden gazeteden atılmış, iki yıllık bir hapisten sonra da uzun süre işsiz kalmıştır. İstanbul'da bir ilaç fabrikasına girer ve orada işçi sendikasının kurulup örgütlenmesine önayak olur. Olaylar bundan sonra gelişir. Fabrikanın sahibi otuz beş yaşında dul bir kadındır. Almanya'dan bir Mercedes ile genç bir Türk dostla dönmüştür. Üyesi bol, parası çok bu sarı sendikayı bu genç, "Sarı Köpek" yönetmektedir. Selim Reşit'in genç karısı Aysima'nın bu "Sarı Köpek" ile seviştiği ortaya çıkar. Selim Reşit karısından boşanır. Milyoner kadının ölümüyle sendika, kadının mirasçılarıyla başarılı bir toplusözleşme imzalayarak işçilere önemli sosyal haklar tanır. Sarı Köpeğin sahneden çekilmesi, sarı sendikanın ortadan kalkması, işçilerin başarısı ve Selim Reşit'in mutluluğu ile roman son bulur. İşçilerle halkın yaşadıklarını, işverenlerin döndürdüğü dolapları anlatan bu romandan bir grev sahnesini örnek olarak aktarmak istiyorum. Hiç bitmeyen, bugün de sürmekte olan bir acı öyküdür bu: "Amerika eğitimi görmüş müdür, grevci işçiye nutuk atıyordu. - Ne biçim insanlarsınız, diyordu; karılarınız, çocuklarınız ekmek yiyecek bekliyor evinizde... Ağlamanız lazım... Siz birkaç kötünün oyununa geliyorsunuz... Sağdan soldan sesler yükseliyordu. Müdür umursamıyordu: - Siz yalnız çoluğunuza çocuğunuza değil, memlekete de zarar veriyorsunuz. Millete de kötülük ediyorsunuz... Salonun köşesinde bir masa yerleştirilmişti. Üzerine, altları pullanmış kağıtlar istiflenmişti. Masanın başında sarı suratıl bir adam oturuyordu. Semtin noteriydi bu... Müdür, noter önünde, çalışacaklarına dair işçilerden imza almak sevdasındaydı. Yüzlerce işçi, makineleri başında oturma grevindeydi. Kovulan on işçi ise çoluk çocuklarıyla fabrika önünde nöbette... Rüzgar ve yağmurun dövdüğü camlar gerisinde, kara tepeler üzerinda oradan oraya koşan, eğrilip doğrulan kara gölgeler... Kapı önlerinde işlerinin bekçiliğini yapan on işçinin karıları, çocuklarıydı bunlar. Babalarının donmamak için tutuşturduğu çoban ateşini topladıkları çalı çırpı ile beslemeye uğraşan işçi çocukları... Sendika, portatif çadırlar kurdurmuştu. İşçiler, manevraya çıkmış erler gibi sırt sırta yatıyordu geceleri... Boğazdan gelen soğuk rüzgar çadır iplerinde uğulduyordu. Öğle olmuştu. Sendika şimdi kumanya dağıtıyordu grevcilere... Adam başına yüz gram tahin helvası, yarım ekmek! Grevciler arasında uzun boylu biri vardı. Zürafa adını takmıştı ona arkadaşları... Boyu gibi boynu da uzun, hem de eğriydi. Miyop gözlerindeki kalın gözlük camları otomobil farlarına benziyodu. Sıska mı sıskaydı. Allahtan sıska, ne yapsın muska derler ya... İki gündür onu inceliyordu Selim Reşit... Yüz gram helvayı yemiyor, tahta çantasına saklıyor, akşamları çadıra gelen on yaşındaki oğlu ile gizlice evine yolluyordu."

Evrensel'i Takip Et