12 Şubat 2002 22:00

Dünyanın en acılı kıtası

İngiltere Başbakanı Tony Blair'in Gana gezisi programında Mary Agyekum'la görüşmek yer almıyor. Belki de almalıydı. Mary, yaşamını sürdürebilmek için taş kırıyor. Şansı yaver giderse haftada 20 bin cedis kazanıyor (yaklaşık 3.8 milyon lira). Oysa ki Agyekum ailesi eskiden iyi bir yaşam sürüyordu. Gana'nın batısındaki Atuabo köyünde kendilerine ait bir çiftlikleri vardı. Günün birinde bir madencilik şirketi, onları topraklarını bırakıp gitmeye zorladı.

İmtiyazlı şirketler Altın, en çok kazandıran ihraç kalemi. Onyıllardan beri, madencilik şirketleri başıboş halde istediklerini yapıyorlar. IMF ve Dünya Bankası'nın baskısı altındaki Gana hükümeti, madencilik şirketlerine 10 yıla kadar "vergi tatili" veriyor, çevresel ve diğer düzenlemeleri ise asgaride tutuyor. Gana'nın batısındaki toprakların üçte ikisi, bu imtiyaz sahiplerine hibe edilmiş durumda. Nereye giderseniz gidin, bir zamanlar köylerin bulunduğu yerlerde şimdi, maden ocaklarına çevrilmiş büyük oyuklar görüyorsunuz.

Hava bedava, su değil Agyekumlar, topraklarını değiş tokuş etmeye mecbur bırakıldılar. Her sabah, umumi tuvaletlere yapılan bir yolculukla başlıyor gün onlar için. Mary içeri girebilmek için para ödemek zorunda. Kapıdaki kadına, çocuklarının parasız içeri girmelerine izin vermesi için yalvarıyor. Sonra da en yakındaki kuyuya yürüyorlar; bir kova su alabilmek için para ödemeleri gerekiyor. İşte Dünya Bankası'nın, iyileşmenin tam bedeli dediği şey. Dünya Bankası'nın, yoksulluğun azaltılması stratejisinin önemli bir parçası bu; İngiliz hükümetinin ısrarla desteklediği ekonomik "reform" ve borç yardımı programının ana parçası. Bu strateji baştan kokuyor. İktisatçılar Gana'yı, peşin para ile satın alınabilen bir toplum olarak nitelendiriyorlar. Para tüm kapıları açıyor ve parasız hiçbir şey yapılmıyor. Sağlık hizmeti, eğitim, içme suyu için para ödüyorsunuz - hatta tuvalete gitmek için bile. Sorun şu ki, birçok insan, özellikle kırsal bölgelerde yaşayanlar, tüm bunları ödeyemiyor. Sahra ülkeleri arasında bağımsızlığını kazanan ilk ülke olan Gana, örnek öğrenci olarak anılıyordu. Yirmi yıllık yapısal uyum programının ardından, yoksullar daha yoksul, hükümetse, dış yardımlara tarihinde olmadığı kadar muhtaç hale geldi. Gana Modeli şimdi de, gelişmekte olan ülkelere ihraç ediliyor. Peki ama, bu neoliberal deney Gana'da başarılı olamadıysa, başka bir yerde olma şansı var mı?

Su idaresi özelleştiriliyor Dünya Bankası'nın ileride vereceği borçlar için öne sürülen şartlardan biri olan, kentlerdeki sular idarelerinin özelleştirilmesi, hızla işleme konuluyor. Sözleşmeler, çoğunlukla İngiliz ve Fransız olan rakip şirketlere dolgun kârlar sağlıyor. Su işletmelerinin satılmasına karşı çıkanlar, hükümeti yıkmaya çalışmakla suçlanıyor. Köylerde ise, su idaresi kamunun elinde kalmaya devam edecek, zira buralar satılabilecek kadar kâr getirmiyor. Bu durumu dengeleyebilmek için hükümet, köylerdeki kuyulardan ve çeşmelerden doldurulacak sular için de köylülerden para istiyor. Ama köylülerin, suya verebilecek kadar parası yok. Önemli olan, Blair'in, evinde oturmaktansa Afrika'da olmasının gerekip gerekmediği değil, kendimizi suçlu hissetmemiz gerekip gerekmediği veya Blair'in yardım isteğinde samimi olup olmadığı. Kıtanın büyük bir kısmının içinde bulunduğu durumu gören biri için, kendisini suçlu hissetmemek olanaksız. Tıpkı, İngiliz hükümeti tarafından güçlü bir şekilde desteklenen Dünya Bankası ve IMF politikalarının doğru olduğunu düşünmenin olanaksız oluşu gibi. Onları insan suratlı para diye adlandırabilirsiniz: Fırıl fırıl dönen IMF dogmaları. Borçlanmanın izleri, güçsüz, ve çoğu kez de yozlaşmış Afrika hükümetleri ile güçlü, ve çoğu kez yozlaşmış uluslararası şirketler arasında yapılan özel ortaklıklarla daha da beter hale getiriliyor.

Pirinç bile ithal Yakın tarihte Gana'ya yaptığım ziyaretlerde nereye gittiysem, bu politikalarla insanların geçim kaynaklarından yoksun bırakıldığını, sonra da zorunlu gereksinimler için para istendiğini gördüm. Özel konuşmalarda, bu stratejilerin uygulayıcıları bile, bazı şeylerin ters gittiğini, sorunların üstüste yığıldığını kabul ediyorlar. Bu ülkeler, yerli sanayiye yardım etmek yerine, ucuzmuş gibi gösterilen malları ithal etmeye zorlanıyor ve kendi sanayilerine destek çıkmaları engelleniyor. Kpembe köyünün şefi, bizi yemeğe davet etti. Tavuk budu, çorba ve Amerikan pirinci yedik. Oysa ki, sadece birkaç kilometre ötede bulunan Katanga Vadisi, çok yakın zamanlara kadar Gana'nın pirinç deposu idi. Şimdi nadasa bırakılmış öylece duruyor. Gana'nın son zamanlara kadar, kendisine yetecek derecede pirinç üretimi vardı. Dünya Bankası ve IMF, sübvansiyonların durdurulmasını, yoksul ülkelerin yalnızca ihraç edebilecekleri ürünlere odaklanması gerektiğini buyurdu. ABD pirinç endüstrisi ise, onmilyonlarca dolar devlet desteği almaya devam ediyor. Aynı çifte standartlar su konusunda da uygulanıyor. Sübvansiyon Gana'ya yasak ama ABD'ye serbest. Tarkwa kentindeki hastanede, hastalar her türlü malzemenin parasını ödemek zorundalar - eldiven, ilaç, kan, anestezi, sargı bezi, hatta pamuk. Yeni doğum yapmış olan, 20 yaşındaki Betty Krampa, hastaneden ayrılmaya hazırlanıyor. Ancak, masrafları ödenene kadar çıkmasına izin vermiyorlar. Anne-babası yaşamıyor. Kocası ise işsiz. Bu paralar, hastanenin hizmete devam edebilmesi için toplanmak zorunda - aynı bölgede, uluslararası madencilik şirketleri para basmaya devam ediyor. Blair, dünyanın vicdanından Afrika lekesini silmek istiyorsa şayet, dünyanın en korunmasız insanlarının çektiği sefaleti derinleştiren ekonomik programların üzerinde yeniden düşünülmesini sağlamak için tüm gücünü ve etkisini kullanmalı.

(The Guardian'dan çeviren Defne Orhun)

Evrensel'i Takip Et