16 Ekim 1999 21:00

Yaz güneşi altında, toz içinde

"Irak halkı heykeli ve heykeltraşları çok sever. İnsanlar bana gelip çiçek ve armağanlar verir."

Paylaş
Yaz güneşi altında, toz içinde
Nikki van der Gaag
Muhammed Ghani'nin atelyesi, bu sessiz sokaktaki evlerin arasında hemen dikkati çekiyor.
Öncelikle, çançiçeği mavisi bir çelik kapısı var. Kapı kolları ise, cilalı madenin içine oyulmuş.
Kapıyı büyük bir enerjiyle açıyor ve enerjisi, bizi yüksek tavanlı atelyesine sürüklüyor. Dikkatimizi çeken ilk şey, bir yapı iskelesindeki, alçıdan dev bir İsa modeli. Bedeni, acı içinde çivilerin ucunda salınmakta. Ardından diğerlerine göz gezdiriyoruz; alçı, tahta, kil, bronz ve bakırdan büyüklü küçüklü eserler. "Hoşgeldiniz, hoşgeldiniz" diyor; gözleri heyecanla gözlerimizin içine dikilmiş, bırakmıyor.
Muhammed Ghani durmadan konuşuyor. İngilizcesi aksanlı, ama Arap dünyasına ait bir aksan değil bu. Önemli noktalara dikkatimizi çekmek için ellerini kullanıyor. Neşeli kahkahalar atıyor; bronz yüzündeki dişleri parıldarken, beyaz, kıvırcık saçları ileri geri sallanıyor.
Ardından bizi odanın diğer köşesine götürerek son fikrini gösteriyor: Alaaddin'in sihirli lambasını temel alan küçük bir fıskiye bu. Sonra Denizci Sinbad'a uğruyoruz; iki tekne üzerinde dengede durmuş, nehir devinirken sağa sola sallanıyor. Sinbad ile Muhammed Ghani arasındaki benzerliğe ilişkin bir şaka yaparak ikisinin de hiç yerinde duramadığını söylüyoruz; kahkahalarla gülüyor.
Ardından ciddileşiyor: "Evet, ben Sinbad'ım, ama sadece yedi yılımı İtalya'da geçirdiğimden değil.
Hepimiz Sinbad sayılırız; arıyor, arıyor, arıyoruz..." İtalya, aksanı ve el hareketlerini de açıklıyor. Ama coşkusu ve gözündeki tik tamamen ona ait.
"Irak efsaneleri üzerinde çalışmayı seviyorum, çünkü hayal gücünü ateşliyorlar" diyor. Sonra bize bronzdan, küçük bir uçan halı gösteriyor. Halının üzerinde iki sevgili, Alaaddin ile Yasemin var.
Kendi yolculuklarına çıkmışlar. "Saddam Uluslararası Havaalanı'nda bunun dev bir heykeli var" diye mırıldanıyor. "Ama elbette, kimse onu göremiyor. Yaptırımlar nedeniyle havaalanı kapatıldı.
Benim halım uçabiliyor, ama uçaklar değil." İyice anlamamız için öne doğru eğilerek devam ediyor: "Irak halkı heykeli ve heykeltraşları çok sever. İnsanlar bana gelip çiçek ve armağanlar verir. Normalde, İslam dini insanların tasvirinin yapılmasına izin vermez. Ama Irak'ta her yerde heykel görebilirsiniz." Muzipçe fısıldıyor: "Zaten alkol içmemiz de yasak, ama küçük bir biraya kim hayır diyebilir ki!"
İsa heykelini ve Haç'ın konumunu betimleyen 14 büyük taş duvar resmini sorduğumuzda, bizi odanın o tarafına koşturuyor.
"Bu çok ilginç. Ben Hıristiyan değilim, hatta dindar bile değilim. Ama Vatikan, Bağdat'taki kilise için bunu yapmamı istedi. Tuhaf olan şu ki, bu işe başladığım gün, Körfez Savaşı'nın başlangıç günüydü. Atelye sarsıldı, camlar çatladı ve ben ağladım. Bombalanan şehrim için, ölümüne giden İsa için ağladım. Ama işi yarıda bırakmadım. İki yılımı aldı ve şimdi bunlar kiliseyi süslüyor. Öyle kolay pes etmem."
Panellerin yanında, üzerine İngilizce haftanın günlerinin kazındığı beş gri kare blok farkediyorum.
Her birinin altında çömelmiş küçük bir figür var; blokun ağırlığı altında cüceleşmiş. "Onlar mı?
Ambargo hakkında hissettiklerim. Saddam Hastanesi'ne gittiğimde hasta ve aç çocuklarını getiren kadınları gördüm. Onların ağırlığını, hüznünü hissettim ve eve geldiğimde bunları yaptım.
Haftanın her günü için bir tane." Günleri neden Arapça değil de İngilizce yazdığını soruyorum. Hemen yanıt veriyor: "Çünkü Irak dışındaki insanlara burada neler olduğunu anlatmak istiyorum. Tüm dünyada konferanslara çağrılıyorum, heykellerim birçok ülkede sergilenmekte: Paris, Washington, Moskova, Toronto.
İnsanlara, bizim çadır ve develerden ibaret bir ülke olmadığımızı anlatıyorum. Binlerce yıl öncesine uzanan bir uygarlığız biz. Kültür kanımızda, damarlarımızda var." Kollarını açıp damarlarını gösteriyor. Ardından başını kaldırıp parmağını sallıyor: "Ben sanatçıyım, politikacı değil. Burada hissettiklerimi yapıyorum" Yüreğini yumrukluyor ve sonra öne eğiliyor: "Ben yapmak istediğimi yapıyorum, yapmamı istediklerini değil."
"Ambargo yaşamı çok zorlaştırdı. Güzel Sanatlar Akademisi'nde ne boya var, ne fırça, ne de tuval.
Genç sanatçılar için çok zor. Geçmişte Hindistan'dan tahta getirtirdim. Artık bunu yapamadığım için, eski evlerden topladığım tahtaları kullanıyorum."
Gür kaşlarının altındaki gözleriyle bizi incelerken derin bir iç çekiyor. "Bazen ABD'nin Irak'taki herşeyi öldürmek istediğini düşünürüm. Ama onlara bunu başaramayacaklarını söyleyin. Irak halkını öldüremeyecekler, Muhammed Ghani'yi de." Öfkeli bakışları, gümbürtülü bir kahkahayla kesiliyor.
Birkaç gün sonra, Saddam Sanat Galerisi'nde bir sergisini geziyor ve ne kadar yetenekli bir sanatçı olduğuna tanık oluyoruz: Figüratif ve soyut eserlerindeki kıvrımlar, daireler, güçlü çizgiler ve akıldan çıkmayan anlatım biçimi olağanüstü. Ama müze, tıpkı Irak'taki diğer tüm müzeler gibi, normalde ziyarete kapalı. 1993 yılında bombalandığında, ünlü sanatçı Leyla El-Attar burada ölmüş. Çok değerli sanat eserleri hasar görmüş. Geri kalanı ise, yaz güneşinin altında, toz içinde bekliyor.
(The New Internationalist)
ÖNCEKİ HABER

6.3 trilyon liralık

SONRAKİ HABER

İDT'de kasımda on üç oyun var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...