31 Ağustos 1999 21:00
Zamansız ölümün öyküsü
Zamansız ölümün öyküsü
Sinan Gündoğar
Dünyanın bir ucunda yaşanan bir haksızlık karşısında duygulanmanın, hırslanmanın ve bir tepkiyi örgütlemenin zamanının geçtiği düşünülebilir birçok kişi tarafından, bireyselliğin ve bencilliğin tek geçer akçe olarak sunulduğu günümüzde. İlerlemenin, teknik gelişmenin, bilgi çağının evrenselliğinden dem vuranların sayısının her geçen gün artmasına karşın, "insan olunduğu için insana ihtiyaç duymanın" gerekliliğini savunan insan sayısının azalması, tam bir çelişkidir.
Düşünün ki, 70 yıl öncesinde, günümüzdeki iletişim ağlarından söz bile edilemezken, tüm dünyada, fırsatlar ülkesi Amerika'nın adaletsizliğin temsili olan bir dava, insanları kampanya düzenlemeye itmiş, yüz binler sokaklara dökülmüş ve eylemler yapmışlardı. Söz konusu dava Sacco ve Vanzetti davasıdır.
Biri ölümle biten iki soygundan sonra, muhbir çevrelerinin soyguncuların İtalyan anarşistleri arasında aranması gerektiği konusundaki ifadelerinden sonra, seçilmiş olan kurbanlardır Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti. Aslında bu ifadeler, 1920'lerdeki Amerika'nın içinde bulunduğu koşullar hakkında da yeterince ipucu vermektedir. Tüm önyargılara rağmen ucuz işgücü olarak değerlendirildikleri için kabul edilen göçmenler, emek süreci içerisinde bilinçleniyor ve bir siyasal akıma katılıyorlardı. Sacco ve Vanzetti de, o dönemin doğal süreci içerisinde hem işçilerin ekonomik haklarını savunan hem de onları siyasal yönden bilinçlendirmeyi amaçlayan bir anarşist gruba katılmışlardı. Onlar Amerikan egemenlerinin suç olarak kabul ettiği üç sıfatı bir arada taşıyorlardı. Onlar hem göçmendiler hem işçiydiler hem de anarşist bir grubun üyesiydiler.
Bu üç sakıncalı özellik, sonucu önceden belirlenmiş olan bir davanın habercisiydi. Mahkemenin koşullarını en iyi yansıtan görüşlerden birini "bağımsız" olması gereken Jüri Başkanı Walter H. Ripley dile getiriyordu: "Allah kahretsin, bunları her halükârda asmak gerekiyor!" Bunun dışında çırpıtılmış düzmece kanıtlarla, yanlış tanıklığa zorlanan tanıklarla, "bulunan suçlulara, bilinen suçların" kabul ettirilme oyunu başlatılmıştı.
14 Temmuz 1921'de ölüme mahkûm edilen Sacco ve Vanzetti'nin adları, "Sacco-Vanzetti'yi Koruma Komitesi"nin düzenlediği kampanyalarla tüm dünyada duyuldu. Elektrikli sandalyede öldürüldükleri 23 Ağustos 1927'de Almanya'nın Leipzig şehrinde 15 bin işçi sokağa çıktı, Berlin'de ise bir gün sonra 150 bin kişi protesto yürüyüşü düzenledi.
Önceki yıl, Amerika'nın davadan dolayı "özür dilemesi" ve onların adına "anıt dikileceğini" belirtmesi de, çok yakından tanıdığımız, "Önce asacaksın sonra da önüne diz çöküp ağlayacaksın" anlayışından başka bir şey değil şüphesiz.
Günlük yaşamdan soyutlanmış olan marjinalliğin ve "bireysel duygulanmaların" baş tacı edilmediği zamanlarda sanatın bir "bilinçlendirme" işlevinin olduğunu düşünen sanatçılar da vardı. Ve doğal olarak bu olay sanat eserlerinde farklı şekillerde yansıdı. Filmlerde ve şiirlerde işlenerek, günümüze kadar taşındı, Sacco ve Vanzetti davası.
Filmlerin kendilerine ulaşmak çok zor olabilir ancak, "Sacco&Vanzetti"nin film müziğini içeren bir albüm çıktı yakın bir zaman diliminde. Filmi izlemeden bile, sadece olayların tarihi gelişimini bilerek, müziği iliklere kadar hissetmek mümkün.
Kesik kesik ancak kesinlikle hırsa benzer, hınca benzer duygular yaratma gücüne sahip bir fagotla başlıyor ilk şarkı. Enstrümanın kendi olağan sesinde var olan duygusallık, yerini "yanlış bir şekilde sonlanmış insan ömürlerini" yansıtan bir kesinliğe bırakıyor. Bu kesinlik daha sonra kemanlar tarafından da destekleniyor. Ancak en vurucu darbesi, Joan Baez'in tepkiyi ve duygusallığı aynı anda hissettiren yorumunda hissediliyor. "In Prison" adlı dördüncü şarkıdaki küçük bir ayrıntı, farklı insanlar tarafından farklı şekillerde algılanabilir. İlk bakışta, albümün bozuk olduğunu bile düşündürebilir. Oysa kimi zaman şarkıların fonunda yer alan kimi zaman da ön plana çıkan ve "cızırtıya" benzeyen sesler aslında, "elektrikli sandalyenin sesi". Başka bir deyişle, Sacco ve Vanzetti'nin ölüm şeklini insanlara duyurmanın bir yöntemi olarak kullanılmış. Ancak bu, sadece "bu yöntemle öldürüldüler" demek anlamına gelmiyor, filmin her karesinde, seyircinin bu haksız ölüme tanık olması, bu ölümü içselleştirmesi anlamını da taşıyor.
Albümün başında daha durağan ve sessiz bir yorumla yola çıkan Joan Baez, albümün sonunda, kitleler tarafından bir marş havasında okunan "Here's To You" adlı şarkıyla noktalıyor, "zamansız ve haksız ölümün öyküsünü."
Filmin müziği "İyi, Kötü, Çirkin", "Bir Avuç Dolar İçin" gibi western filmlerin müzikleriyle tanınan Ennio Morricone'ye ait. Film müziğinin sonuna, Pete Seeger ve Woody Guthrie tarafından Sacco ve Vanzetti için bestelenen üç şarkı daha eklenmiş. Mirzanı Records lisansı ile Candost tarafından yayınlanan albümün dağıtımı Güvercin Müzik tarafından yapılıyor.
Sacco ve Vanzetti'nin ülkemizde şiirdeki yansımasını, dünyayı sahip olduğu ideoloji ve duygu yoğunluğu ile algılayan Nâzım Hikmet'te buluyoruz. Nâzım'ın "Hikâye" adlı şiiri, bu olayı çok somut bir şekilde özetliyor aslında: src=/resim/b1.gif height=18 width=1>Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu
Onlar kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman
iki saf ve namuslu çocuktu!
Ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir devrim ordusunun
askeri!
Devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi.
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
Koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine
Dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin
Yeni dünyaya düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
Yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri
yedi dakika yandı
Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete
Kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!
Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
Ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!..
İçinde yaşadığımız ve "ben"in çağı olarak sunulan günümüzde, "biz" diyebilmenin gerekliliğini kavrayabilmek için, bir fırsattır, Sacco ve Vanzetti.
Sinan Gündoğar
Dünyanın bir ucunda yaşanan bir haksızlık karşısında duygulanmanın, hırslanmanın ve bir tepkiyi örgütlemenin zamanının geçtiği düşünülebilir birçok kişi tarafından, bireyselliğin ve bencilliğin tek geçer akçe olarak sunulduğu günümüzde. İlerlemenin, teknik gelişmenin, bilgi çağının evrenselliğinden dem vuranların sayısının her geçen gün artmasına karşın, "insan olunduğu için insana ihtiyaç duymanın" gerekliliğini savunan insan sayısının azalması, tam bir çelişkidir.
Düşünün ki, 70 yıl öncesinde, günümüzdeki iletişim ağlarından söz bile edilemezken, tüm dünyada, fırsatlar ülkesi Amerika'nın adaletsizliğin temsili olan bir dava, insanları kampanya düzenlemeye itmiş, yüz binler sokaklara dökülmüş ve eylemler yapmışlardı. Söz konusu dava Sacco ve Vanzetti davasıdır.
Biri ölümle biten iki soygundan sonra, muhbir çevrelerinin soyguncuların İtalyan anarşistleri arasında aranması gerektiği konusundaki ifadelerinden sonra, seçilmiş olan kurbanlardır Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti. Aslında bu ifadeler, 1920'lerdeki Amerika'nın içinde bulunduğu koşullar hakkında da yeterince ipucu vermektedir. Tüm önyargılara rağmen ucuz işgücü olarak değerlendirildikleri için kabul edilen göçmenler, emek süreci içerisinde bilinçleniyor ve bir siyasal akıma katılıyorlardı. Sacco ve Vanzetti de, o dönemin doğal süreci içerisinde hem işçilerin ekonomik haklarını savunan hem de onları siyasal yönden bilinçlendirmeyi amaçlayan bir anarşist gruba katılmışlardı. Onlar Amerikan egemenlerinin suç olarak kabul ettiği üç sıfatı bir arada taşıyorlardı. Onlar hem göçmendiler hem işçiydiler hem de anarşist bir grubun üyesiydiler.
Bu üç sakıncalı özellik, sonucu önceden belirlenmiş olan bir davanın habercisiydi. Mahkemenin koşullarını en iyi yansıtan görüşlerden birini "bağımsız" olması gereken Jüri Başkanı Walter H. Ripley dile getiriyordu: "Allah kahretsin, bunları her halükârda asmak gerekiyor!" Bunun dışında çırpıtılmış düzmece kanıtlarla, yanlış tanıklığa zorlanan tanıklarla, "bulunan suçlulara, bilinen suçların" kabul ettirilme oyunu başlatılmıştı.
14 Temmuz 1921'de ölüme mahkûm edilen Sacco ve Vanzetti'nin adları, "Sacco-Vanzetti'yi Koruma Komitesi"nin düzenlediği kampanyalarla tüm dünyada duyuldu. Elektrikli sandalyede öldürüldükleri 23 Ağustos 1927'de Almanya'nın Leipzig şehrinde 15 bin işçi sokağa çıktı, Berlin'de ise bir gün sonra 150 bin kişi protesto yürüyüşü düzenledi.
Önceki yıl, Amerika'nın davadan dolayı "özür dilemesi" ve onların adına "anıt dikileceğini" belirtmesi de, çok yakından tanıdığımız, "Önce asacaksın sonra da önüne diz çöküp ağlayacaksın" anlayışından başka bir şey değil şüphesiz.
Günlük yaşamdan soyutlanmış olan marjinalliğin ve "bireysel duygulanmaların" baş tacı edilmediği zamanlarda sanatın bir "bilinçlendirme" işlevinin olduğunu düşünen sanatçılar da vardı. Ve doğal olarak bu olay sanat eserlerinde farklı şekillerde yansıdı. Filmlerde ve şiirlerde işlenerek, günümüze kadar taşındı, Sacco ve Vanzetti davası.
Filmlerin kendilerine ulaşmak çok zor olabilir ancak, "Sacco&Vanzetti"nin film müziğini içeren bir albüm çıktı yakın bir zaman diliminde. Filmi izlemeden bile, sadece olayların tarihi gelişimini bilerek, müziği iliklere kadar hissetmek mümkün.
Kesik kesik ancak kesinlikle hırsa benzer, hınca benzer duygular yaratma gücüne sahip bir fagotla başlıyor ilk şarkı. Enstrümanın kendi olağan sesinde var olan duygusallık, yerini "yanlış bir şekilde sonlanmış insan ömürlerini" yansıtan bir kesinliğe bırakıyor. Bu kesinlik daha sonra kemanlar tarafından da destekleniyor. Ancak en vurucu darbesi, Joan Baez'in tepkiyi ve duygusallığı aynı anda hissettiren yorumunda hissediliyor. "In Prison" adlı dördüncü şarkıdaki küçük bir ayrıntı, farklı insanlar tarafından farklı şekillerde algılanabilir. İlk bakışta, albümün bozuk olduğunu bile düşündürebilir. Oysa kimi zaman şarkıların fonunda yer alan kimi zaman da ön plana çıkan ve "cızırtıya" benzeyen sesler aslında, "elektrikli sandalyenin sesi". Başka bir deyişle, Sacco ve Vanzetti'nin ölüm şeklini insanlara duyurmanın bir yöntemi olarak kullanılmış. Ancak bu, sadece "bu yöntemle öldürüldüler" demek anlamına gelmiyor, filmin her karesinde, seyircinin bu haksız ölüme tanık olması, bu ölümü içselleştirmesi anlamını da taşıyor.
Albümün başında daha durağan ve sessiz bir yorumla yola çıkan Joan Baez, albümün sonunda, kitleler tarafından bir marş havasında okunan "Here's To You" adlı şarkıyla noktalıyor, "zamansız ve haksız ölümün öyküsünü."
Filmin müziği "İyi, Kötü, Çirkin", "Bir Avuç Dolar İçin" gibi western filmlerin müzikleriyle tanınan Ennio Morricone'ye ait. Film müziğinin sonuna, Pete Seeger ve Woody Guthrie tarafından Sacco ve Vanzetti için bestelenen üç şarkı daha eklenmiş. Mirzanı Records lisansı ile Candost tarafından yayınlanan albümün dağıtımı Güvercin Müzik tarafından yapılıyor.
Sacco ve Vanzetti'nin ülkemizde şiirdeki yansımasını, dünyayı sahip olduğu ideoloji ve duygu yoğunluğu ile algılayan Nâzım Hikmet'te buluyoruz. Nâzım'ın "Hikâye" adlı şiiri, bu olayı çok somut bir şekilde özetliyor aslında: src=/resim/b1.gif height=18 width=1>Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu
Onlar kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman
iki saf ve namuslu çocuktu!
Ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir devrim ordusunun
askeri!
Devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi.
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
Koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine
Dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin
Yeni dünyaya düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
Yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri
yedi dakika yandı
Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete
Kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!
Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
Ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!..
İçinde yaşadığımız ve "ben"in çağı olarak sunulan günümüzde, "biz" diyebilmenin gerekliliğini kavrayabilmek için, bir fırsattır, Sacco ve Vanzetti.
Evrensel'i Takip Et