21 Ağustos 1999 21:00
'Bir parçası yeter...'
'Bir parçası yeter...'
Beyda Yıldız
İnsanı ürperten soğuk bir hal içinde şehir. Kan kokusu, ceset kokusu, gözyaşları, kurtulmuş olmanın üzüntüsü veya sevinci ve en kötüsü kanıksama!
Ölüm burada, gündelik bir iş gibi. Eskiden adına şehir dedikleri şeyin herhangi bir noktasına derme çatma kurdukları çadırların içinden, sabahın erken saatlerinde kalkıp enkazlarının olduğu yere gidiyorlar.
Taş yığınlarının içinden ev eşyalarını çıkarıyorlar. Ve birden bir ses ortalığı kaplıyor: "Bu Fikret'in oturma odası. Kazın arkadaşlar, devam. İşte bu onun Kuran'ı, işte bu da..."
Derken kadının bin bir emekle yaptığı gözünün nuru gibi sakladığı dantel kırlentler, örtüler bir paçavra gibi sağa sola atılıyor. Gönül ve eşi Fikri Zobar'ın cesetleri hâlâ enkaz altında. Anne Saliha Karaali ise kızı ve damadının canlı çıkarılmasından vazgeçmiş, ölüsünü istiyor sadece. Depremin ilk günü daha çok kendi çabalarıyla çıkan 12 yaşındaki Yunus Emre Karamusa ise çocukluğuna hiç de yakışmayacak bir şekilde soğukkanlı. O kadar ki gülebiliyor. Günlerdir enkazın önünde ailesinin cesedini istiyor ısrarla.
El ve yürek birliği
İzmit'te Macar, İngiliz, Alman kurtarma ekipleri enkaz altında canlı aramaya çalışıyor. Ancak buradaki en büyük kurtarma çalışmasını halk yapıyor. Durmaksızın dinlenmeksizin, tanıdıklarına-tanımadıklarını kurtarmak için herkes el ve yürek birliği içinde. Çocuklar, halk tarafından sahipleniyor. Yıkımdan zarar görmemiş insanlar ellerinde olan ne varsa sokaktaki insanlara ulaştırmaya çalışıyorlar.
'Ondan bir parça'
Depremin ilk günü çıkarılan Ruhi Tabur, yaşadığına sevinmiyor. Gözündeki korkunç morluklar, vücudundaki hasarlar onun için pek de önemli değil. "Bunlar önemli değil. Bende hasar yok ki" diyebiliyor. Üstelik durumunun ağırlığına rağmen hastanede bile değil.
Zübeyde Çolak ise İzmit'te ve diğer tüm deprem bölgelerinde yaşananları özetliyor sanki: "Canlısını da istemiyorum artık. Cesedini istiyorum. Değilse bile kafasını, kolunu, bacağını, parmağını, ondan bir parça yeter..."
Bir aile daha enkaz altından çıkarıldı. Hepsi soğuk yiyecekler gibi poşetlere konulmuştu. Bir de kimse görmesin ve korkmasın diye battaniyelere sarılmıştı.
O gülen yüzler şimdi korkulur diye gizleniyordu. Ardından cesetler bir traktörün arkasına atıldı.
Herkes kokudan burnunu kapadı. Akrabaları onları hazırladıkları mezara götürmek için gelmişlerdi. Onların akrabaları vardı ve en azından isimleri, kim oldukları belliydi: Fikret Öztem, Çiğden Öztem, Görkem Öztem...!
Beyda Yıldız
İnsanı ürperten soğuk bir hal içinde şehir. Kan kokusu, ceset kokusu, gözyaşları, kurtulmuş olmanın üzüntüsü veya sevinci ve en kötüsü kanıksama!
Ölüm burada, gündelik bir iş gibi. Eskiden adına şehir dedikleri şeyin herhangi bir noktasına derme çatma kurdukları çadırların içinden, sabahın erken saatlerinde kalkıp enkazlarının olduğu yere gidiyorlar.
Taş yığınlarının içinden ev eşyalarını çıkarıyorlar. Ve birden bir ses ortalığı kaplıyor: "Bu Fikret'in oturma odası. Kazın arkadaşlar, devam. İşte bu onun Kuran'ı, işte bu da..."
Derken kadının bin bir emekle yaptığı gözünün nuru gibi sakladığı dantel kırlentler, örtüler bir paçavra gibi sağa sola atılıyor. Gönül ve eşi Fikri Zobar'ın cesetleri hâlâ enkaz altında. Anne Saliha Karaali ise kızı ve damadının canlı çıkarılmasından vazgeçmiş, ölüsünü istiyor sadece. Depremin ilk günü daha çok kendi çabalarıyla çıkan 12 yaşındaki Yunus Emre Karamusa ise çocukluğuna hiç de yakışmayacak bir şekilde soğukkanlı. O kadar ki gülebiliyor. Günlerdir enkazın önünde ailesinin cesedini istiyor ısrarla.
El ve yürek birliği
İzmit'te Macar, İngiliz, Alman kurtarma ekipleri enkaz altında canlı aramaya çalışıyor. Ancak buradaki en büyük kurtarma çalışmasını halk yapıyor. Durmaksızın dinlenmeksizin, tanıdıklarına-tanımadıklarını kurtarmak için herkes el ve yürek birliği içinde. Çocuklar, halk tarafından sahipleniyor. Yıkımdan zarar görmemiş insanlar ellerinde olan ne varsa sokaktaki insanlara ulaştırmaya çalışıyorlar.
'Ondan bir parça'
Depremin ilk günü çıkarılan Ruhi Tabur, yaşadığına sevinmiyor. Gözündeki korkunç morluklar, vücudundaki hasarlar onun için pek de önemli değil. "Bunlar önemli değil. Bende hasar yok ki" diyebiliyor. Üstelik durumunun ağırlığına rağmen hastanede bile değil.
Zübeyde Çolak ise İzmit'te ve diğer tüm deprem bölgelerinde yaşananları özetliyor sanki: "Canlısını da istemiyorum artık. Cesedini istiyorum. Değilse bile kafasını, kolunu, bacağını, parmağını, ondan bir parça yeter..."
Bir aile daha enkaz altından çıkarıldı. Hepsi soğuk yiyecekler gibi poşetlere konulmuştu. Bir de kimse görmesin ve korkmasın diye battaniyelere sarılmıştı.
O gülen yüzler şimdi korkulur diye gizleniyordu. Ardından cesetler bir traktörün arkasına atıldı.
Herkes kokudan burnunu kapadı. Akrabaları onları hazırladıkları mezara götürmek için gelmişlerdi. Onların akrabaları vardı ve en azından isimleri, kim oldukları belliydi: Fikret Öztem, Çiğden Öztem, Görkem Öztem...!
Evrensel'i Takip Et