03 Aralık 2016 00:34

Haklar ve görevler...

Haklar ve görevler...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

“Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu.”

Günlerdir, Nazım Hikmet’in Kız Çocuğu şiirinin bu dizeleri gelip takılıyor dilime; yanan kız çocuklarını düşündükçe... Aladağ’da çıkan yangının alevleri çoktan söndü, arkasında birçok soru bırakarak... Bir çocuk nasıl yanar? Onu binbir emek ve umutla dünyaya getiren annesi ne düşünür, ne duyumsar? Doğumuyla ailesine sevinç getiren, okuyup kendisini ve ailesini kurtarması beklenen bir çocuğun yitiminin verdiği acı nasıl sağaltılır? Neden hep acılar yoksullardan yana düşer? Neden yöneticiler, geleceğin umudu olarak tanımlanan çocuklara karşı sorumluluklarını yerine getirmez?

Biliyorum, bütün yoksul ölümleri gibi bu da unutulacak, unutturulacak... Yangının nedenini araştırıp sorumluları cezalandırmak yerine, yayın yasağı getirerek olayın üstünün örtülmesi bunu gösteriyor. Tıpkı daha önceki birçok olayda olduğu gibi... Ne var ki, ölümlerde kırımlarda ihmali olan yöneticiler kadar, yöneticilerden hesap sormayı bilmeyen ya da bu hakkının ayrımında olmayan insanların da sorumluluğu var. “Gereken yapılacaktır, sorumlular cezalandırılacaktır” vb. “-cek -cak” kandırmacasıyla, “Kader” ya da “Takdir-i ilahi” avutmalarıyla, göstermelik sırt sıvazlamalarıyla susturulan, susan ebeveynlerin de sorumluluğu var. 

Oy vererek yani lütfederek o göreve getirdiği yöneticileri, halka hizmet etsin diye o göreve getirdiğinin bilincinde olmazsa; gerektiğinde yöneticilerden hesap sormayı bilmezse; kısacası topluma karşı görevlerinin yanı sıra haklarının da bilincinde olmazsa ve hak ettiklerini talep etmezse daha çok insanımızın canı yanacak... “Yurdumuz olsaydı yanmazdı çocuklarımız” demiş acılı bir baba. Evet, devletin yurt yapması gerekiyor, yurttaşın da ödediği vergilerle yurt yapılmasını istemesi... Yoksul halk çocuklarının tarikat yurtlarına mecbur bırakılması değil çözüm...

Bilinen gerçek, ama yineleyelim: Hakları var insanın, hakları var çocukların. Bu haklar, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de de ortaya konuyor. 20 Kasım 1989 tarihinde onaylanan bu sözleşmeyi, Türkiye Devleti, 1990 yılında imzaladı; çocuğa ana dilini öğrenme, kendi kültürünü yaşama vb. hakların tanındığı bazı maddelere çekince koyarak...

Çekince koyduğu maddeler konusunu başka bir yazıya bırakıp devletin imzalayarak onayladığı sözleşmenin kapsamını anımsayalım bir kez daha. Bu sözleşmeye göre 18 yaşın altındaki her birey çocuktur. Sözleşme çocuğun yaşama, eksiksiz biçimde gelişme, zararlı etkilerden- istismar ve sömürüden korunma, aile, kültür ve sosyal yaşama eksiksiz katılma haklarını kapsıyor.

Ülkemizdeyse bu haklar sürekli ihlal edilmektedir. Madde 31’de “Taraf Devletler, çocuğun, ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul ederler.” derken; geçtiğimiz yıllarda çıkarılan 4+4+4 eğitim yasasıyla çocuk işçiliğinin önü açılarak çocukların çalıştırılma yaşı düşürülmüş, cezai yaptırımlar ortadan kaldırılmıştır.

Madde 34’te “Taraf Devletler, çocuğu, her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma güvencesi verirler.” derken; Anayasa Mahkemesi “15 yaşını tamamlamamış her çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışın cinsel istismar sayılacağına” ilişkin hükmü iptal etti; geçtiğimiz günlerde Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle, 12 yaş üstündeki çocuklara uygulanan cinsel suçlarda “rıza” olduğu öne sürülerek mağdurun, tecavüzcüsüyle evlendirilmesi uygulamasına yeşil ışık yakıldı.

Bütün bunlar, hepimizin gözleri önünde olup bitiyor. Kitleleri din olgusuyla, iktidarın güdümündeki kitle iletişim araçlarının sahte parıltılarıyla, yalan rüzgarlarıyla etkileyerek; çocuk, insan, yaşam haklarını hiçe sayan yöneticilerin yaptıkları yanlarına kar kalıyor. Bunda, düşünüp sorgulamadan, taraftarı olduğu partinin ya da kişilerin insanlık suçu işlemesine göz yumarak bu uygulamaları onaylayan çoğunluğun da sorumluluğu var. Nazım Hikmet’in 1947’de yazdığı “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” şiirindeki şu dizelerde söylediği gibi:

“Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı
vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

Olayları kişi ya da kurumlardan bağımsız olarak aklın, bilimin ve vicdanın süzgecinde değerlendirmenin; devlete görevlerimizin yanı sıra haklarımızın da bilincinde olup bunu istemenin yani yurttaş olmanın önemini bir kez daha anımsıyorum bugünlerde...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...