YÖK Tasarısı: Bilimsel özerkliği yok etme hamlesi
Metin AKARSU
İstanbul
Sağlık Bakanlığının kurmak istediği Sağlık Enstitüleri için meclise sunulan kanun, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) kanun teklifi, YÖK için de birçok değişiklik öngörüyor: Araştırma konularının belirlenmesinden doçentlik unvanının verilişine ve üniversiteden atılmayı kaldıran düzenlemenin iptaline kadar üniversite bileşenlerini doğrudan etkileyecek düzenlemeler. Hükümetin bu yeni hazırlığını Eğitim Sen Yönetim Kurulu Üyesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ümit Akıncı ile konuştuk.
Sağlık Enstitülerinin kurulması için verilen kanun tasarısında YÖK ile ilgili kimi değişiklikler var. Bu değişiklikler sadece sağlık enstitüleri ile ilgili gibi duruyor. Diğer üniversitelere yansıması nasıl olur?
Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığının (TÜSEB) kurulmasını öngören tasarı, esas olarak tıp alanındaki bilgi üretim süreçlerindeki bir dönüşüm gibi görünse de kapsamı bundan daha geniş. Bir yandan sağlık alanındaki Ar-Ge faaliyetlerinin desteklenmesi, bu alandaki fikri mülkiyet hakları, alanda çeşitli teknoparkların, teknoloji transfer ofisleri vb. yapıların kurulmasını öngörürken, taslağın yedinci bölümü olan “Çeşitli ve Son Hükümler” başlıklı kısmında, yükseköğretim sistemine dair önemli bazı değişiklikler mevcut. Doçentlik unvanı verilmesi sürecinin Üniversiteler Arası Kuruldan (ÜAK) alınıp Yükseköğretim Kuruluna (YÖK) verilmesi, araştırma alanlarının doğrudan YÖK tarafından belirlenmesi, vakıf üniversitelerinin mütevelli heyet yapısının belirlenmesinde YÖK’ün etkisinin artırılması gibi bazı önemli değişiklikler, tasarının ilk halinde mevcut idi. Ancak tasarının haziran ayının sonlarında TBMM Sağlık, Aile, Çalışma Ve Sosyal İşler Komisyonunda kabul edilen hali, bu gibi maddelerin bir kısmının komisyonlardan geçmemesi şeklinde oluştu. Bunun yanında tasarının ilk halinde olmayan bazı değişimler karşımıza çıktı.
Bunlardan biri, tasarıdaki 26. madde. 2547 sayılı yasanın 35. maddesi, kadrosunun bulunduğu üniversite dışındaki bir üniversitede, lisansüstü eğitim yapmak üzere gönderilmiş araştırma görevlisi arkadaşlarımızla ilgili. Yasaya göre bu arkadaşlarımız, lisansüstü eğitim görmek üzere başka üniversitelere gönderiliyor ve bu eğitimleri bittiğinde kadrolarının olduğu üniversiteye geri dönüyor. Bu aşamadan sonra “mecburi hizmet” başlıyor. Bu “mecburi hizmet”in ve devletin bu arkadaşlarımızın omuzlarına yüklediği maddi yükümlülüklerin ne kadar anlamsız olduğu yıllarca tartışıldı. 35. madde ile görevlendirilmiş bir araştırma görevlisi, gittiği üniversitede lisansüstü eğitimini yapmanın yanında o üniversitede de araştırma görevliliğinin kendilerine yüklediği tüm işleri de yapıyor. Dolayısıyla ortada bu “mecburi hizmet”i gerektirecek bir “borç” yok. Yurtiçi görevlendirmelerde mecburi hizmetin olmadığına dair onlarca yargı kararı ve içtihatlar mevcuttur. Ayrıca bu durum açıkça anayasanın angaryayı yasaklayan 18. Maddesi ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan 29 ve 105 no’lu ILO sözleşmeleri ile çelişmektedir.
YÖK yasasının 35. maddesine, bu tasarıdaki 26. madde ile “Bu mecburi hizmet başka yükseköğretim kurumlarında ve kamu kurum ve kuruluşlarında yerine getirilemez.” şeklinde bir ek getiriliyor. Bu değişiklik, 35. maddeye tabi arkadaşlarımızı, yani araştırma görevlilerinin önemli bir kısmını doğrudan ilgilendiriyor.
Yeni tasarı ile birlikte Doçent atamalarından araştırma görevlilerinin çalışma konularının belirlenmesine kadar kimi yetkiler YÖK’e aktarılıyor. Bunun üniversite özerkliği ve kendi iç disiplini açısından yaratacağı etkiler ne olur?
Tasarının ilk halinde doçentlik sınavının YÖK’e bırakılması, “doçentlik sınavlarının daha sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi amacıyla bu görevin Üniversiteler Arası Kuruldan alınarak, veritabanı ve personel kaynağı bakımından daha elverişli durumda olan Yükseköğretim Kuruluna aktarılması amaçlanmıştır.” şeklinde gerekçelendiriyordu. Bu gerekçe bize, hemen yakın geçmişte YÖK’ün akademisyenleri fişlediği haberlerini çağrıştırıyor. YÖK’ün bu anlamda gerçekten geniş bir “veritabanı” olduğu biliniyor.
Halihazırdaki doçentlik unvanı verilmesi aşamalarında, “jüri sisteminin” çalışmadığı zaten ortada iken, bu sürece YÖK’ün doğrudan müdahil olması bilimsel ölçütlerin tamamıyla devre dışı bırakılacağı anlamına gelecektir. Yani “insan, toplum ve doğa yararına” üniversite isteyen ve bu alanda mücadele edenleri bir adım daha geri götürme anlamına geliyor. Bu madde de komisyonca tasarıdan çıkarıldı, ancak YÖK’ün bu isteği yeniden karşımıza çıkacaktır.
Uzun zamandır tartışılan ‘yüksek öğrenimin dönüştürülmesi’ meselesi ile YÖK’te parça parça yapılan değişiklikler nasıl okunmalı?
Gerçekten tam söylediğiniz gibi YÖK parça parça dönüştürülüyor. 2547 sayılı yasa metnine baktığımızda çoğu madde numarasını, “Mülga:...”, “Değişik:...”, “Ek:...”, “KHK-...”, “Anayasa mahkemesinin ... kararı ile iptal” gibi ifadelerin takip ettiğini görüyoruz. Bunun haricinde çıkarılan ya da iptal edilen yönetmelikler, YÖK’ün 2006 strateji raporu ve geçtiğimiz aylarda açıkladığı “yeni yol haritası” ve yakın geçmişte gündemimizde olan “yeni YÖK yasa taslakları” ile bu yöndeki değişimlerin daha da hızlandırılmak istendiğini görüyoruz.
Dönüşümün topyekün baştan yazılmış yeni bir yasa ile yapılmasının yükselteceği muhalefet, muhtemelen dönüşümün parça parça yapılmasının sebeplerinden birisi. Sebeplerden bir diğeri ise büyük ihtimalle, egemenlerin bu konuda üzerinde uzlaşabildiği bir modelin olmaması. Son dönem hükümet ile cemaat arasındaki çekişmeler, dönem dönem TÜSİAD gibi çevrelerle hükümetin çelişkili açıklamalarda bulunması, diğer yandan Avrupa Birliğinin Bologna süreci ile dayattığı kimi değişimlerle hükümetin kurgusu arasındaki açı farkları da diğer sebepler arasında yer alıyor.
HER YIL YENİ BİR DÜZENLEME
Üniversiteden atılmanın geri getirilmesinin nedeni sizce ne?
13/2/2011 tarihli ve 6111 sayılı Kanunun 171. maddesi ile “üniversiteden atılma” kaldırılmıştı. Gerek Bologna süreci belgeleri, gerek YÖK’ün strateji raporu (2006) gerekse YÖK’ün yeni yol haritasında karşımıza çıkan kurgu aynı: Yükseköğretim mezun sayısını artırmak, doktoralı iş gücünü çoğaltmak. “Üniversiteden atılmanın” kalkması ile hedeflenen şeylerden birisi bu amacı gerçekleştirmekti, ancak son yıllarda olağanüstü artan üniversite sayısı ve boş kalan öğrenci kontenjanları ile birlikte düşünüldüğünde bu çelişik durumu ortadan kaldırmak amaçlardan biri olabilir.
Ancak ne sağlık sisteminde ne de eğitim sisteminde tutarlı bir politika izlenmediğinden, hemen hemen her yıl yeni bazı düzenlemeler karşımıza çıkıyor. “Üniversiteden atılmanın” geri gelmesinin sebepleri arasında yükseköğretim sistemine dair tutarlı bir politika izlenmemesi, yükseköğretim kapasitesindeki aşırı ve plansız büyüme sonucu boş kalan kontenjanlar gibi etkenler sayılmalıdır.
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, önümüze gelen yasal değişikliklerin hiç birisi birdenbire karşımıza gelmemektedir. Hepsi bir şekilde ya yaşanan fiili durumun yasa ile kağıt üzerine geçirilmesi ya da egemenlerce atılması düşünülen küçük bir adımın denemesidir. Özellikle YÖK yasa taslaklarında bu denemeleri çok gördük. Yükseköğretim sistemindeki örülmüş çarpık ilişkiler bütününden başka bir şey olmayan YÖK, 1980’den beri yükseköğretim emekçilerinin ve üniversite gençliğinin ensesindedir. Ancak o günden beridir de mücadele sürmektedir, YÖK sisteminin son bulması için, “insan, toplum ve doğa yararına üniversite” mücadelesinin daha da yükselmesi gerektiği ve yükseleceği bir dönemdeyiz.
PROJECİLİK MANTIĞI
YENİ tasarı ile birlikte araştırma görevlilerinin konularının YÖK tarafından belirlenmesinin anlamı ne ve sonuçları ne olacak?
Böyle bir öneri tasarının ilk halinde vardı. 2547 sayılı yasanın 39. maddesine “Yükseköğretim kurulunun, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının görüşünü alarak belirleyeceği öncelikli alanlarda araştırma yapmalarına” ifadesi ekleniyordu. Bu madde de komisyonca tasarıdan çıkarıldı. Ancak YÖK, bu hayalinden de vazgeçmiş değil. Hükümetin önerdiği metinden bu cümlenin komisyonca çıkarılma gerekçesi bize bu düzenlemenin egemenlerin gözünde yanlış olduğunu değil, teknik olarak kanunla düzenlenmesi gerektirmeyen bir mesele olduğunu söylüyor sadece.
Akademisyenlerin araştırma konularının doğrudan YÖK tarafından belirlenmesinin önemli bir adımı olabilecek bu uygulamanın anlamı, yine yukarıda bahsettiğimiz “bilimsel özerkliği” yok etmeye yönelik bir hamle. Halihazırdaki durumda YÖK, bu yolda bir hayli ilerlemiş durumda. Akademisyenleri, öğrenci yetiştirmek için ve düşük maaşlarını telafi edebilmek için çeşitli projelere yönlendirmesi ve bu süreci neredeyse zorunlu kılması uygulamalarını, üniversitelere yeterli sayıda verilmeyen araştırma görevlisi kadrolarından ve akademisyenlerin kafalarına iyice yerleştirilen “projecilik mantığı”ndan görebiliyoruz. Artık yeni uygulama “araştırma görevlisi kadrosu yoksa proje yaz, genç araştırmacıları proje bütçesinden finanse et” şeklinde. Yazılan projelerin kabul edilmesi ise gerek TÜBİTAK’ın gerekse Avrupa Birliği’nin (çerçeve programları dahilinde) belirlediği “öncelikli alanlar” da yazılıp yazılmadığına bağlı. Yani üniversitedeki bilgi üretim süreçleri yine belirlenmiş bazı konulara dolaylı yoldan yönlendiriliyor.
Evrensel'i Takip Et