16 Şubat 2014 07:57

Bimekân olmak ya da mezarda yaşamak

Karakola düştüğünde, gösterecek bir adresi yoksa garibanın, tutanağına bu uğursuz deyim düşerdi: Bimekân takımından falanca! Parklarda, köprü altlarında, yangın yerlerinde, sokakların kuytu ve az çok korunaklı yerlerinde, mezarlıklarda yatar kalkar, zamanla altına bir oluklu mukavva, üstüne naylon bir örtü çeker, ne kadar eşyası varsa dürüp yanına koyar, kendine böyle bir “mekân” uydurmaya çalışırdı.

Bimekân olmak ya da mezarda yaşamak
Paylaş

Aydın ÇUBUKÇU

Karakola düştüğünde, gösterecek bir adresi yoksa garibanın, tutanağına bu uğursuz deyim düşerdi: Bimekân takımından falanca! Parklarda, köprü altlarında, yangın yerlerinde, sokakların kuytu ve az çok korunaklı yerlerinde, mezarlıklarda yatar kalkar, zamanla altına bir oluklu mukavva, üstüne naylon bir örtü çeker, ne kadar eşyası varsa dürüp yanına koyar, kendine böyle bir “mekân” uydurmaya çalışırdı. Ailesinin evden kovduğu bir alkolik, sokağa bırakılmış bir deli, evi elinden alınmış bir kimsesiz ya da zaten böyle doğup büyüdüğü için hayatında hiç ev yüzü görmemiş bir sokak insanı... Dilenmeyi bile bilmeyenleri vardır aralarında... Esnafın sahiplenip karnını doyurduğu, arada bir kaç kuruş cebine koyduğu, bütün günü sokakları arşınlayarak geçiren ve gece kuytusuna çekilen, çoğunlukla kışın birinde donarak ölen garibanlar... Üstüne benzin dökülüp yakılanı da olmuştur, yetti ulan deyip kendi canına kıyanı da... Ölüsü bulunduğunda da yine aynı kimlikle kayıtlara geçer, garipler mezarlığına gömülür: Bimekân takımından, hüviyeti meçhul...

New York’tan Mumbai'ye, İstanbul’dan Kahire’ye, dünyanın her yerinde, her ülkede, kirden pasaktan görünmeyen yüzleriyle, bulup buluşturdukları giysileriyle, çöpten artıktan ibaret yiyip içtikleriyle hepsi birbirine tıpatıp benzeyen bu özel insan sınıfının tarihi kentler kadar eskidir. Yalnızca yaşadıkları toplumun değil, zamanın da dışındadırlar. Dünya yıkılsa umurlarında değildir, çünkü zaten yıkılmış bir dünyanın yıkıntısıdırlar.

TOPLUMSAL MEKÂNSIZLIK

İnsanların tek başlarına “bimekân” hale gelmesinin yanı sıra, kitlesel boyutular kazandığı da olmuştur.
Türkiye’de, özellikle büyük kentlerde, savaş yıllarında sayıları artmıştır, ama bunun tek nedeni savaş değildir. “Kimsesizleşme” diyebileceğimiz felaketin kitleselleşmesi ve toplumsal bir sorun halini alması, ekonomik ve toplumsal çöküntünün işaretidir ve bu ille de savaşı gerektirmez. Kapitalizmin büyük kriz yıllarında Amerika’da mülksüzleşmenin en belirgin görüntüsü konutsuz kalma idi. Ama bu yalnızca Amerika’ya özgü değildi. Herhangi bir ülkede, herhangi bir kentte yaşam olanaklarını tümüyle tüketen insanlar başka kentlere göç ederken aslında boşluğa doğru yol alıyorlardı. Nefeslerinin tükendiği yerde durduklarında buldukları hiçbir şey yoktu.
1950’li yılların sonlarına doğru Türkiye’de köyden kente göç başladı, 60’lı yallarda olağanüstü bir boyut kazandı. O yıllarda köylerde yaşayanlar nüfusun yüzde 70’inden fazlaydı. Bugün bu oran tamamen tersine dönmüştür. Köylerde yaşayanlar artık toplam nüfus içinde ancak yüzde 22’lik bir oran teşkil ediyorlar. Kırsal alanın boşalması, kentleri şişirmiş, konut, iş, sağlık, eğitim sorunlarını büyütmüştür. Kentler, bu büyük yığılmayı hazmedecek olanaklardan yoksundu. Tarımdan koparılanların çok az bir bölümü sanayinin parçası olabildiler. Büyük çoğunluk, “ne iş olsa yaparımcı” oldu. Seyyar satıcılık, geçici işçilik, hamallık ve son yirmi yılın yeni mesleklerinden kâğıt toplayıcılık ve çöp ayıklayıcılık bu kitlelerin ekmek kapısı oldu, pek çoğu lümpenleşti.
Üst üste yığılmış gecekondu mahalleleri de bu süreçte oluştu.

MEZAR EVLER, ÖLÜLER KENTİ

Emperyalist metropoller dışında dünyanın bütün büyük kentleri aynı kaderi yaşadı.
Kahire, bunlar arasında en sıra dışı, en akıl almaz bir biçimde, kente göç etmek zorunda kalanların karşılaşabileceği en trajik sona sahne olmuştur.
Cemal Abdül Nasır zamanında yapılan toprak reformu, zaten son derece sınırlı olan tarıma elverişli topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca köylüyü az çok nefes alabilir hale getirmişti. Fakat reformla dağıtılan topraklar, Enver Sedat diktatörlüğü tarafından geri alınınca on milyonlarca köylü Kahire’ye göç etmek zorunda kalmıştı.
Kahire’de barınabilecekleri yerleri ilginç bir gelenek onlar için önceden hazırlamıştı.
Önemli sayıda Mısırlı, ister Hıristiyan olsun ister Müslüman, eski dinlerine sadık kalarak ölülerini eşyalarıyla gömmeye devam ediyorlar. 3500-4000 yıl öncesinden kalan bir inançla, “öte dünyada kullanacağı eşyaları” cenazenin yanına koyuyorlar ve mezarlar da ölünün serveti ölçüsünde, bir ev kadar büyük olabiliyor. Tek odalı olanlar da var, iki oda bir salon, ya da daha büyük olanlar da. Kahirelilerin haklı olarak “Mezar Kent”, ya da “Ölüler Kenti” diye adlandırdıkları büyük mezarlıktaki bu “konutlar”, topraksız köylülerin mekânı oldu.
Mısırlı bir bürokrata, “Ölüler Kenti’nde üç milyon insan yaşadığı söyleniyor, doğru mu?​” diye sorduğumda, böyle bir soruyla karşılaşan bütün devlet adamlarının yapacağı gibi, önce yüzünü buruşturdu, sonra, “Bunlar, Mısır’ın düşmanlarının uydurduğu sözler... Özellikle Kaddafi yapıyor bunu... Çok çok 500 bin, bilemedin bir milyon insandır orada yaşayanların sayısı...” demişti. “Mısır halkının bulduğu akıllıca bir çözüm” dedi sonra, sırıtarak...
Devlet memnundu, mezarda yaşayanların bir şikayeti yoktu, mezar sahipleri ise, öte dünyada kullanılmak üzere kimi zaman buzdolabı ya da televizyon bile koydukları bu “konutların” orada yaşayanlar tarafından korunduğunu görerek memnundu!
Yolunuz Kahire’ye düşerse, Firavunların yeni bir hayata başlama umuduyla yaptırdıkları üç bin yıllık piramitlerinden önce, günümüz kölelerinin başka hiçbir umutları olmadığından içinde yaşamaya mecbur oldukları mezarları ziyaret edin. Mezarda yaşamayı nimet olarak gören bu insanlar, fotoğraflarının çekilmesini önlemek için, ellerinde taşlarla üzerinize yürüdüğünde bimekân olmakla mezarda yaşamak arasında tercih yapmak zorunda kalsam, ben ne yapardım diye düşünün.
Son bir not, Kahire’deki Ölüler Kenti’nin bir benzeri de Manila’da bulunuyormuş. Mezarları ölüler için ev olarak düşünen bir inanca sahip olsaydık, İstanbul’un, Ankara’nın, Adana’nın da güzel birer ölüler kenti mutlaka olurdu.

Açıklama:

2 Şubat 2014 tarihli Evrensel Pazar ekinde yer alan “Padişahım, Tarikat Ehliyim, Siyasetçiyim” başlıklı yazımda, V. Murat’ın Bahai ve Mason olduğu bilgisine yer vermiştim. Kendi deyimiyle “yorumcahaber.com sitesinin sahibi ve,  3 kuşaktan beri Bahai” olan sayın Bahattin Gülyuva bu ifadeye itiraz ederek, bir kişinin aynı zamanda hem Bahai hem de Mason olamayacağını söylüyor ve bu bilginin düzeltilmesini istiyor. Verdiği bilgiye göre, V. Murat’ın Bahai olduğuna dair hiçbir Bahai kaynağında tek satır bilgi yokmuş. Yazımda da belirttiğim gibi, V.Murat, dengesiz olduğu bilinen bir padişahtır ve Masonluğu da bilinçli bir tercih değildir. Geçmişte başka padişahlar da, kendilerini aynı anda farklı mezhep ve tarikatların mensubu olarak tanıtmışlardır. V. Murat’ın da Bahailiğe gerçekten inanmadığı halde öyle görünmeyi tercih etmiş olması ihtimalini yok sayamıyorum. Çünkü esas olan siyasettir.  Sayın Bahattin Gülyuva’ya aydınlatıcı açıklamasından dolayı teşekkür ederim.

ÖNCEKİ HABER

Kentle yarım kalan bir işimiz var

SONRAKİ HABER

Parmak izi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...