09 Mayıs 2021 00:07

Artan muhafazakarlaşma şiddet faillerini cesaretlendiriyor

Kamusal alanda kadınların varlığı daha da zorlaşır, kadınlar saldırı tehdidi yaşarken; faillerin şiddeti bir “hak” görüşü ve bu sözlerle kendilerini savunacakları kadar da cüretleri artıyor!

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

Paylaş

Hilal TOK

Önceki hafta tanıdık olduğumuz kimi benzer olaylar yaşandı... Eskişehir’de ve İstanbul’da kadınlar giydikleri şort gerekçesiyle saldırıya uğradı. Üsküdar’da camiye girmek isteyen kadınlar da aynı hafta benzer saldırıya maruz kaldı. Kamusal alanda kadınların yaşadığı bu saldırılarda erkeklerin ortak cevabı ise oldukça düşündürücü. Saldırı karşısında tepki alan failler “İkaz etmek benim hakkım” cevabıyla yaptığını savundu.

Kamusal alanda kadınların varlığı her geçen gün daha da zorlaşır, kadınlar saldırı tehdidi yaşarken; faillerin bu şiddeti kendilerine bir “hak” görüşü ve bu sözlerle kendilerini savunacakları kadar da cüretleri artıyor! Sorularımızı yanıtlayan Sosyolog Dr. Banu Kavaklı’ya göre kadınların kamusal alandaki varlıklarına yönelik bu saldırılar ve faillerin ‘Benim hakkım’ söyleminin; artan baskı ve otoriterleşme ile arasında bir bağı var. Bu otoriterleşme içerisinde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıyla beraber; erkek şiddetinin hiçbir kanun ve düzenlemeye tabi olmadığı varsayımı kadınların yaşam hakkı da dahil olmak üzere tüm sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki hak ve özgürlüklerini kısıtlama, elinden alma girişimlerine dönüştü.

SÖZLEŞME KARARI SALDIRILARA CESARET VERİYOR

İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çıkması için alınan Cumhurbaşkanı kararı son dönem kadınların en önemli gündemleri arasında. Pek çok yerden şiddet faillerinin kendilerini daha rahat hissettiği, kadınlara “Artık seni koruyan bir yasa yok” dediği, hatta şiddet davalarının düşmesini beklediklerini yansıtan pek çok haber ve rapor da var. Kadınların yasal haklarının tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi hedefe konması ile kamusal alanda kadınların varlıklarının hedefe konması arasındaki ilişkiyi nasıl kurabiliriz?

Önce kısaca İstanbul Sözleşmesi’nden bahsedip ardından son olayları değerlendireyim.  

İstanbul Sözleşmesi dört temel esasa dayanıyor. Bunlar: Kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin engellenmesi; şiddet mağdurlarının korunması; suçların kovuşturulması ve suçluların cezalandırılması; ve devletin kadına yönelik şiddetle mücadele amacıyla bütüncül, etkili politikaları hayata geçirmesi.

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetin temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yattığını tespit eder ve devletleri toplumsal cinsiyet eşitliğini tesis etmeye yönelik politikalar izlemeye de çağırır. Sözleşme şiddet faillerini cezalandırma ve cezasızlığı ortadan kaldırma ile sınırlı olmayıp şiddete maruz bırakılanların uğradıkları şiddet için ve böylelikle güven içinde yaşayabilmeleri için gerekli ortamın yaratılmasını da talep eder.

Sözleşme yürürlüğe girdiğinden beri sadece Türkiye’de değil kimi Doğu Avrupa ülkelerinde de muhafazakar çevreler tarafından dini temellere dayandırılarak ve aile kurumuna zarar verdiği gerekçesi ile tepkilere maruz kalmıştır. Sözleşme metninin içermediği unsurlar varmış gibi gösterilerek Sözleşme’nin temel amacı olan kadınların ve kız çocuklarının şiddetten uzak tutulması bağlamından koparılmış, özellikle de toplumsal cinsiyet eşitliğinin yerleştirilmesi toplumu bölücü, zararlı bir hedef gibi yansıtılmıştır. Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği kadınların sosyal, hukuki, ekonomik ve siyasal haklar ve özgürlükler bakımından erkekler ile eşit olmasını öngörmektedir.

Kadına yönelik şiddet ülkemizde devam etmekte olan bir sosyal sorundur. Sağlıklı bir şekilde takibi yapılmamasına ve istatistikler üretilmemesine rağmen sadece medyaya yansıyan haberler aracılığıyla dahi her gün kadınların yaşam haklarının elinden alındığına, şiddetin türlü şekillerine maruz kaldıklarına şahit oluyoruz. Bu koşullarda İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye değil, etkin ve kapsamlı bir şekilde, 6284 sayılı Yasa ile eş güdümlü olarak uygulanmasına ihtiyacımız var.

Sözleşme’den çekilmeye dair Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yayımlanmasının ardından hem sayıca hem de seviye olarak artan kadına yönelik şiddet vakaları öncelikle şiddetle toplumsal mücadelenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu gösteriyor. Unutmayalım ki sözleşme şiddeti yaratan koşulların ortadan kaldırılmasını ve şiddet faillerinin cezalandırılmasını da içeriyordu. Şimdi sözleşmeden çekilmenin gündeme gelmesiyle kadına yönelik erkek şiddetinin hiçbir kanun ve düzenlemeye tabi olmadığı varsayımıyla kadınların yaşam hakkı da dahil olmak üzere tüm sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki hak ve özgürlüklerini kısıtlama, elinden alma girişimlerine dönüştüğünü görüyoruz. Çeşitli erkeklerin ve grupların insan ve vatandaşlık hakları ile İstanbul Sözleşmesi’nin sunduğu şiddetten koruma ve şiddeti engelleme prensiplerini karıştırdığını, sanki kadınlar artık temel hak ve özgürlüklerini yaşamaktan mahrum bırakılmışlar gibi ifade ve davranışlar sergilediğine de şahit oluyoruz.

MUHAFAZAKARLAŞMA YÜKSELDİKÇE....

2016 yılında Ayşegül Terzi’nin şort giydiği için otobüste saldırıya uğradığı görüntüler halen hatırımızda. 2016’dan bu yana bu türden saldırıların daha çok gündem olduğuna ilişkin değerlendirmeye katılır mısınız? Nedir bu saldırıların arka planında yaşanan tablo?

Günden güne daha da muhafazakarlaşan ve muhafazakarlaşmaya zorlanan bir toplumda yaşıyoruz. Temel hak ve özgürlükler yokmuş gibi davranılan, hele de kadınlar ve korunmasız gruplar söz konusu olduğunda hakların lütuf olarak algılandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte artan kadına yönelik saldırı ve şiddeti yükselen ırkçılık, ayrımcılık, yabancı ve göçmen düşmanlığı ile bir arada değerlendirmek doğru olacaktır.

Kamusal alanda var olabilmek, dilediğini giyerek sokağa çıkmak kadınlar için oldukça zor… Öyle ki bu tarz olayların da etkisiyle dışarı çıktığında “Bunu giysem başıma bir şey gelir mi” endişesi oluyor ya da diken üstünde hissetmeden kamusal yaşama dahil olmak kadınlar için oldukça zor bir duruma dönüşüyor... Çok dikkat çekici bir biçimde bu saldırıyı yapan faillerin bunu kendinde hak görüşü, “Benim hakkım” diye savunması var. Bu “Benim hakkım” söylemi ne gösteriyor, bu cüret ne ifade ediyor, nasıl hakkı olabiliyor, devlet/toplum eliyle tanınan bir yetkisi mi var faillerin?

Bu soruya son derece kısa ve net bir cevap vermek mümkün: Tabii ki hukuken böyle bir hak veya yetki yok! Ancak kadınlara yönelik çeşitli saldırı ve hatta şiddet olaylarının sonrasında yaşananlara baktığımızda siyasi irade ve zihniyetin ne yönde işlediğini anlamak da mümkün oluyor. Şikayet edilse bile bu vakalar kovuşturulmuyor, kolluk kuvvetleri ve/veya mahkemeler sürece dahil olduğunda layıkıyla soruşturmak yerine olayı kapatma niyeti ağır basıyor, sosyal medya aracılığıyla kamuoyu harekete geçirilmezse devlet yetkilileri sorumluluklarını yerine getirmemeyi tercih ediyor, kadın örgütleri ve hak savunucularının müdahil olup takip ettiği davalar dışında şiddet failleri ödül gibi cezalar alıyor. Böylesi bir ortamda kimi erkeklerin kadınların hayatına, bedenine, davranışlarına müdahale etmeyi kendinde hak görmesi şaşırtıcı değil. Sorun bunu yapsa dahi bundan sıyrılabileceğini bilmesi. Kıyafeti üzerinden şahsiyetine saldırılan kadınlar, camiye girmesine müsaade edilmeyen kadınlar, şort giydiği için toplu taşıma aracından indirilen kadınlar, kamusal alanda sesli gülmemesi beklenen kadınlar temel hak ihlalleri olan bu durumları şikayet etse dahi yanında diğer kadınlar olmadığı sürece adaletli bir takip sürecinin işlemediğini biliyor ne yazık ki.

Yukarıda yükselen muhafazakarlaşmadan bahsetmiştim, bunun en can yakıcı taraflarından biri de bireylerin, kadınların, LGBTİ+ bireylerin ve diğer korunmasız grupların kendilerine otosansür uygulamak durumda kalıyor olması. “Böyle giyinirsem, saçımı böyle yaparsam, şuraya gidersem, burada gözükürsem başıma bir şey gelir mi” diye endişeleniyor insanlar. Oysa bu konuda da yapılabilecek ve toplumsal hayatı herkes için daha güvenli hale getirecek uygulamalar var. En başında da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için, bireyler arasındaki hukuken düzenlenmiş haklar ve özgürlükler bakımından eşitliği ve adaleti sağlamak geliyor. Özellikle şiddet ve toplumsal hayattaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması alanında tanımladığı görev ve sorumluluklar bakımından İstanbul Sözleşmesi önemli bir eşiktir. Bu da Sözleşme’den çekilme çabalarını ve layıkıyla uygulamama yönündeki iradeyi daha net anlamamızı sağlıyor.
 


‘KADINLAR PANDEMİDE DAHİ ŞİDDETTEN UZAK BİR TOPLUM İÇİN SOKAĞA ÇIKTI’

Elbette bu yaşananlara sessiz de kalınmıyor, kadınlar sesini duyurabilecekleri her platformdan seslerini duyurmaya çalışıyor … Nasıl bir sosyal değişim kadınların daha çok ses çıkarmasını sağladı? Bir de dikkat çekici bir biçimde bu türden saldırılara tanık olan genç erkeklerin de tepkilerini, saldırganlara karşı çıkışlarını görüyoruz aslında…

Bu tepkiler sosyolojik olarak bize ne söylüyor?

Kadınların eşit hak ve özgürlük talepleri ve bunun için mücadele süreci tarihin en belirleyici mücadele ve kazanım süreçlerinden biri. Elbette ki kadınlar homojen bir grup değil ve kendi içinde sınıf, etnisite, din, cinsel yönelim gibi kimlik unsurları bağlamında ayrışıyor. Ancak son dönemlerde bu ayrışma ve farklılıkları da kesen ve ortak hedefler etrafında birleştiren bir mücadele alanı olarak kadın hareketinin daha da önem kazandığını gözlemliyoruz. Kadınlar birleşerek ses çıkarttıkça kadın cinayetleri kamuoyu gündeminde yer aldı ve takip edildi, kadınlar pandemide dahi şiddetten uzak bir toplum için sokağa çıktı, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmakta… Muhafazakarlığın ve baskının arttığı bir ortamda yaşadığımızı daha önce ifade etmiştim. Bu artan baskının direnişi de beslediğini unutmamak gerekiyor.

Erkeklere gelince, yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu eşitsiz, adaletsiz ve hakkaniyetten uzak yapı aslında erkekleri de olumsuz etkiliyor. Kadınlar için o toplumsal yapıda uygun bulunan davranış ve varoluş halleri nasıl kısıtlayıcı ise erkekler için uygun bulunanlar da kendini ifade etme, duygularını yaşama, ilişki kurma vb. alanlarda farklı şekillerde kısıtlayıcı. O yüzden feminizm diyor ki “Kadınların özgürleşmesi erkekleri de özgürleştirecek!”, çarpık ve eşitsiz bir düzenin yıkılması toplumun tüm bileşenleri için faydalı çünkü. Bu bahsettiğiniz olaylar da bunun farkına varmış erkeklerin sayısında artış olduğunu ve bunu kamusal alanda da dile getirebildiklerini gösteriyor.


EŞİTSİZ TOPLUMSAL CİNSİYET DÜZENİNİN İÇİNDE YAŞAMAK...

Çocukluktan itibaren “aile” tarafından nasıl giyim kuşama sahip olacağı, evlenince kocasının ve onun ailesinin denetimi, toplum tarafından nasıl giyinip kuşanacağına dair denetime tabii tutulması, mahalledeki “ağabeyin” bakışı, iktidarın söylem ve pratikleri bakımından nasıl yaşayacağına karar kılınması… Kadınlar hep bir kısıtlama/kontrol işleyişi ya da yönlendirişi altında. Hareket alanları kısıtlanıyor yeniden. Bu tablonun müsebbibi ne?

Türkiye patriarkal bir toplum. Toplumsal yapının belirleyici unsurlarından biri (sınıfsal ve etnik vb. farklılarla birlikte) toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal konumları, statüleri, ekonomik ve siyasal hayattaki yerleri, hizmet ve imkanlara erişimleri bakımından yaşanan eşitsizlik ve adaletsizliği hiçbir biyolojik veya genetik nedene dayandırarak açıklamak mümkün değil. Sizin de ifade ettiğiniz gibi çocukluktan itibaren içinde yaşayarak, öğrenerek, yeniden üreterek ama bir o kadar da direnerek, itiraz ederek, yıkıp yeniden kurmaya çalışarak bu eşitsiz toplumsal cinsiyet düzeninin içinde kadınlar ve erkekler olarak yaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği sadece kadınlarla ilgili bir olgu değil. Kadınlıklar nasıl ki toplumsal olarak belirli ön kabul ve kalıplar dahilinde kurgulanıyorsa erkeklikler de aynı şekilde toplumsal olarak kurgulanıyor. Ve bu eşitsiz sistemden kimi erkekler faydalansa da aslen toplumsal gönencin önünde önemli bir engel.

ÖNCEKİ HABER

THD: Hemşireler, hemşirelik yasa ve yönetmelikleri doğrultusunda çalışsın 

SONRAKİ HABER

WhatsApp yeni gizlilik politikasını kabul etmeyen hesapları devre dışı bırakmayacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa