30 Nisan 2018 00:15

Müftüoğlu: Bugün grev yasağıyla övünen ‘tek adam’ olunca neler yapmaz!

'Türkiye bugün ciddi bir demokrasi sınavıyla karşı karşıya. 1 Mayıs bu noktada çok önemli çünkü işçi sınıfı mücadelesi bir demokrasi mücadelesidir.'

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN

Geçtiğimiz yıl, “tek adam-tek parti” rejimi inşasında kritik eşiklerden biri olan 16 Nisan referandumu sonrasında karşıladığımız 1 Mayıs’a, baskın erken seçim kararı nedeniyle bu yıl yine seçim gündemiyle giriyoruz.

AKP-MHP ittifakının bu kararından önce de, 2018 1 Mayısı’nın seçimler açısından bir gösterge olacağı hemen herkesin ortaklaştığı bir tespitti. Peki, Türkiyeli işçi ve emekçiler açısından 1.5 ay sonra kurulacak seçim sandığı nasıl bir öneme sahip? AKP, tek başına iktidar olduğu 16 yıl boyunca geçim derdinden örgütlenme hakkına, güvenceli çalışmadan iş cinayetlerine tüm sorunları büyüyen işçi sınıfı ve emekçilere ne vaat ediyor? Erdoğan’ın patronlara sık sık “OHAL sayesinde işçi grevlerini yasakladık” sözleriyle seslenmesi ne anlama geliyor? Demokrasi talebi ile çalışma yaşamının sorunları arasında nasıl bir bağ var? 1 Mayıs’ın yaygın ve ortaklaşa kutlanması neden önemli?

Gerek sendika konfederasyonlarının ayrı kutlama kararları, gerekse iktidar bloğunun baskı ve yasak girişimlerine karşın, yaygın ve ortak kutlama çabasının önceki yıllara göre daha görünür olduğu 1 Mayıs’ı ve seçim gündemini, Marmara Üniversitesi’ndeki görevinden 2017’de KHK ile ihraç edilen barış akademisyenlerinden Özgür Müftüoğlu ile konuştuk.

Bir fotoğraf sunması bakımından önce, Türkiyeli işçi ve emekçiler, 2018 1 Mayısı’nı nasıl bir tabloyla karşılıyor diye sorarak başlayalım.

Türkiye 2018 1 Mayısı’nı tek adam yönetiminin kurulacağı bir ortamda karşılıyor. Önce bunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü 24 Haziran’da yapılacağı ilan edilen seçim, geçtiğimiz yıl kabul edilen şaibeli referandumun hayata geçirilmiş hali olacak. Dolayısıyla Türkiye bugün ciddi bir demokrasi sınavıyla karşı karşıya ve 1 Mayıs bu noktada çok önemli bir eşik. Çünkü demokrasinin sağlanması zaten işçi sınıfının ve 1 Mayıs’ın da tarihsel hedeflerinden bir tanesi. İşçilerin, emekçilerin, genel manada sınıf mücadelesinin bu noktadaki durumu, sürece ne kadar müdahil olacağı 1 Mayıs’ta görülecek.

Benim güvenceli çalışma ya da iş, aş mücadelemle, demokrasinin azlığı ya da çokluğunun ne ilgisi var?

Bize ekmek mücadelesiyle, demokrasi-insan hakları mücadelesi sanki ayrıymış gibi gösteriyorlar. Hayır, ikisi birbirine çok bağlantılı. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ekmek gibi, su gibi en temel şey. O olmadığı zaman zaten ekmek de olmaz. En temel hak olan insan hakkının uygulanmadığı bir yerde, sosyal hakların sözü bile edilmez. Dolayısıyla ikisi birbiriyle çok bağlı. Her şeyden önce işçi sınıfı mücadelesi bir demokrasi mücadelesidir. Demokrasinin gelişmesi işçi sınıfı mücadelesi sayesinde olmuştur ve demokrasi ancak işçi sınıfının mücadelesiyle yeniden kazanılabilir. Burjuva demokrasisi, liberal demokrasi; yaşam hakkı, eşit yurttaşlık gibi temel hak ve özgürlükleri tanımıştır ama toplumun çok büyük kesimini oluşturan emekçi halkların bu bireysel hakları kolektif haklar olarak kullanabilmesi işçi sınıfı mücadelesiyle mümkün olmuştur. Yani tarihten siz işçi mücadelesini çıkarsanız, Ekim Devrimi’ni çıkarsanız geriye bugün kaybetmemek için mücadele ettiğimiz hakların hiçbiri kalmaz. O nedenle demokrasinin gelişmesi işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır. Şunu da hatırlatmak gerek; tarihsel süreçte de sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemler demokrasinin daha yaygınlaştığı, daha geliştiği dönemlerdir. İşçi sınıfının mücadelesinin zayıfladığı dönemlerse demokrasinin de zayıfladığı, ortadan kalktığı dönemler olmuştur. Dolayısıyla 24 Haziran bu bakımdan, Türkiye işçi sınıfının bundan sonra karşısına çıkacak çok daha olumsuz süreçlerin belirleyicisi olacak. Bu nedenle hem seçimlere, hem 1 Mayıs’a giderken işçi sınıfının bunları görerek hareket etmesi gerek diye düşünüyorum.

Bu noktada Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, patronlara seslendiği toplantıda ‘İşçi grevlerini sizin için yasakladık’ cümlesini bir kez daha dillendirdiğini hatırlatarak soralım; Erdoğan’ın bunu açık açık söyleyebilmesine imkan tanıyan da demokrasi ve sınıf mücadelesindeki bu zayıflık mı?

Kuşkusuz. Normal koşullarda bir Cumhurbaşkanı OHAL’i savunurken, sermayeye dönerek “İşte bakın, ne güzel yasakladık grevleri” demez. En azından canlı yayında söylemez! Bu söz, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar sınıfsal olduğunu gösteriyor. Temel hedef, tam da Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi sermaye birikimini işler hale getirmek ve sermaye çıkarları doğrultusunda politikalar oluşturmak. Burada OHAL’in kullanımı sadece grev yasaklarında olmadı. Varlık Fonu’nun oluşturulmasından, toplum kaynaklarından sermayeye verilen inanılmaz teşviklere, doğanın, emeğin sömürüsünün sonuna kadar sermayeye açılmasına pek çok başlık OHAL gerekçesiyle daha kolay hayata geçirildi. Geçmişte de grev yasakları vardı, yine sermayeye teşvikler veriliyordu ama bu kadar açık açık çıkıp da “Ben sizin grevinizi yasaklıyorum” denilmiyordu. Bakın şu da var, Cumhurbaşkanı “Anayasal bir hakkı kullandırtmıyorum” diyor. Sendikal hakların, grev hakkının kullandırılmaması Anayasal bir suç. Bugün Anayasal bir hakkı kullandırtmayacağını açıkça ilan eden bir yönetim, tek adam rejiminde neler yapmaz?

‘Cumhurbaşkanı grev hakkını kullandırtmıyor ama ne olacak ki? Çalışıyorum, iyi kötü maaşımı alıyorum’ diye düşünen bir işçiye ne söylersiniz? Grev hakkı neden önemli?

Grev hakkı çok önemli çünkü işçi sınıfının gücü buradan gelir. Sizin bütün diğer haklarınızı kullanabilmeniz, haklarınızı geliştirebilmeniz için üretimden gelen gücünüzü kullanmanız gerekir. O güç alınınca elinizde hiçbir şey kalmaz. Bu, beraberinde bütün diğer hakları da etkileyecektir. Şunu söyleyebilirsiniz, “Ya zaten Türkiye’de örgütlü, sendikal haklarını kullanabilen ne kadar işçi kitlesi var ki? Grev yapsa ne olur, yapmasa ne olur?​” Hayır, öyle değil! Bugün örneğin metal işçileri gibi grev hakkına sahip olanların yürüttükleri mücadele, bütün işçi sınıfının haklarını kapsıyor. Onların kaybetmesi hepsinin kaybetmesi, kazanması hepsinin kazancı oluyor. Yoksa önemsiz olsa neden grev yasaklayacaksınız değil mi? Sermaye sınıfı açısından da grev yasaklamak o kadar önemli ki, onlara sürekli bunu hatırlatıyor; “Bakın ben sizin fabrikalarınızda yapılan grevleri yasaklıyorum” diyerek yanında tutmaya çalışıyor. Sermayenin çıkarları, kârları ‘milli çıkar’ oluyor; işçinin emekçinin açlığı, yoksulluğu, iş cinayetlerinde kaybettiği hayatı ise hiçbir zaman ‘milli mesele’ olmuyor.

TÜM ALANLARDA EN GÜÇLÜ ŞEKİLDE BİRLİKTE OLUNMASI GEREK

Son yıllarda konfederasyonların ayrı ayrı, tek bir merkezde kutlama ısrarına ve alan tartışmalarına boğulan 1 Mayıs kutlamalarında bu yıl da benzer bir tutum söz konusu olmakla birlikte İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde bu ayrışma kırıldı. Keza bir çok yerdeki 1 Mayıs kutlamalarında da ortaklaşma söz konusu. Bunu ne sağladı?

Sendikal yapıların önemli bir kısmı öylesine bürokratlaştılar, işçilerden öylesine uzaklaştılar ki, aşağıdan, işçi ve emekçilerden bir basınç gelmediği sürece kolay kolay hareket etmiyorlar. Ne ortaklaşıyorlar, ne bir eylemlilik gösteriyorlar. Sadece bulundukları yerlerde kendi durumlarını koruyorlar. Nitekim işçi sınıfının hakları böylesine ortadan kaldırılırken doğru dürüst sesleri çıkmadı. Bir kısmı iktidarın arka bahçesine dönüştüler, diğerleri de çok zayıf oldukları için buna karşı çıkacak bir gücü ortaya koyamadılar. Bugün sendikaların bir nebze de olsa geride kalan 1 Mayıs’lardan biraz daha farklı bir tavır göstermelerini sağlayan etkenin, aşağıda iktidara karşı gelişen memnuniyetsizlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu süreçlerde de sendikalar tepki göstermeyecekse, insanlar sendikalardan tamamen uzaklaşacak ve güvenleri tamamen sarsılacaktır.

Diğer yandan alanlar elbette önemlidir, işçi sınıfı ve mücadele açısından hangi alan olduğu önemlidir; ama bugün Türkiye hızla totaliter bir rejime doğru giderken ve işçi sınıfının bütün kazanımları ortadan kaldırılırken alanın neresi olduğu önemli değildir. Tüm alanlarda en güçlü şekilde birlikte olup sesin öyle yükseltilmesi gerekir. Çünkü siz parça parça orada burada olduğunuz zaman, bağırsanız bile sesiniz duyulmaz. Dolayısıyla sesi birlikte yükseltmekten başka çare yok. Ve 1 Mayıs’lar bunun için çok önemli.

OTORİTER REJİM DAHA DA KATILAŞACAK

AKP-MHP ittifakının cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri neden birden bire erkene aldığı konusunda sizin görüşünüz ne? Erken baskın seçim kararında temel etken ekonomik göstergelerin kötüleşmesi mi?

AKP iktidara gelirken emekçilere, yoksullara, orta sınıfa yönelerek, refahı yükselteceği vaatleri üzerinden oy alıyordu; ancak 2011 seçimlerine geldiğimiz zaman artık söyleyeceği şeyler iyice azalmıştı. Çünkü uyguladığı yapısal uyum programlarının bir gereği olarak, tüm göstergeler daha da olumsuza gidecekti. Bu nedenle 2011’den sonra Türkiye başka sorunların içine çekildi. Yeni Osmanlıcılık argümanları kullanılmaya başlandı, Esad birden bire düşman ilan edildi, ardından Kürt sorununun çözümü yeniden güvenlik, terör meselesi olarak ele alındı. Çünkü bu vaziyette iktidarda kalabilmesi mümkün değildi. Kasım seçimleri de böyle alınabildi. Ekonomik sorunlar yine derinleşmeye başladığında bu kez 15 Temmuz darbe girişimi geldi. Bunun arkasından OHAL’e dayanılarak demokrasinin tüm kırıntılarını ortadan kaldıracak bir baskı mekanizması uygulandı. Fakat burada şu çok önemli; siz zorla, baskıyla yönetebilirsiniz ama bir yere kadar. İnsanların karnı açsa, insanlar işsizse, kendileri ve çocuklarının geleceği konusunda umutlarını yitirmeye başlamışlarsa baskıya rağmen yeniden bir ses çıkmaya başlar. Eğer seçimler normal zamanında yapılsaydı, ekonomideki olumsuz gidişin büyüteceği sorunlar hoşnutsuzluğu artıracak, bu da seçimin kazanılamayacağı sonucunu ortaya çıkartacaktı. Bunun önüne en hızlı şekilde geçilebilmesi için seçim erkene alındı.

Referandumda rejim değişikliği gerekçesinin temel argümanı ekonomik ve siyasi istikrardı. İstikrar argümanı bugün aynı etkiyi yaratır mı? Zira Erdoğan, ‘Seçilirsem ekonomi daha iyi olacak’ diyor ve öyle anlaşılıyor ki bu propaganda seçim boyunca sürdürülecek...

Evet söylüyor ama bunun hiçbir gerçekliği yok. Türkiye zaten uzunca bir zamandır tek adam yönetimini fiilen yaşıyordu, Erdoğan ne denirse o oluyordu. 16 senedir bu ülkeyi yönetiyorsunuz, tek başınıza iktidarsınız, hiçbir engel tanımıyorsunuz, ekonomi buna rağmen bu halde. Peki, bundan sonra nasıl olacak? Akla şu geliyor; otoriter rejim daha da katılaşacak. Peki bu, ekonomiyi düzeltir mi? Düzeltemez. Üretime, yatırımlara baktığınız zaman hiçbir şey yok, sadece inşaat. Ekonomiyi her yeri inşaat sahasına çevirerek, kanallar açarak, köprüler yaparak mı ayağa kaldıracaksınız? Kaldı ki bunları da halkın parasıyla yapıyorsunuz, ondan sonra da büyük fiyatlarla yine halka satıyorsunuz. Bu şekilde yürütülen bir ekonomi var. Bir tek büyüme diyorlar ama bu da şaibeli çünkü üretime dayalı bir büyüme değil. Dolayısıyla devam ettirebilecek bir şey yok. Bir balon olarak şişiyor ama bir yeri geldiğinde patlayacak. Tek ses haline dönüştürülen medya sayesinde bütün gerçekler ters yüz edilerek topluma sunuluyor ve buna ikna olması isteniyor. Bu belli süreçlerde işe yaradı ama bugün artık insanlar yaşamlarıyla onlara sunulan arasındaki makasın ne kadar büyüdüğünü görmeye başladı.

HERKES KENDİ DEĞERLERİ ÜZERİNDEN SEÇİM SÜRECİNİ YÜRÜTMELİ

Baskın erken seçim ilanından bugüne geçen sürede muhalefetin izlediği stratejiyi nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye’de maalesef siyasal yapılanma sınıfsal değil. Aksine sınıfı bölen muhafazakarlık, milliyetçilik, Alevilik, Türklük, Kürtlük gibi dinsel ve kimliksel ögeler öne çıkartılıyor. İşçiler de sandığa gittiğinde işçi olmasından değil, muhafazakarlığı veya milliyetçiliği üzerinden oy kullanıyor. Muhalefet bunun dışına çıkarak, güven verecek bir adım atsa bu bir etki yaratır.

Mevcut duruma bir bakalım: Bugün Türkiye’nin önemli bir kesiminin muhafazakar, milliyetçi olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla rejim değişikliği engellenecekse bu kesimlerle birlikte hareket etmek gerekiyor, bunda bir beis yok. Ancak burada sosyal demokrat ya da sosyalist kesimlerin bunun ötesinde demokrasiyi, insan hakları ve barışı temel alarak bu süreci yürütmesi lazım. “Hayır” kampanyaları sürecinde de öyleydi, herkes kendi “hayır”ını örgütlesin deniyordu, burada da aynı şekilde olması gerekiyor. Gözüken o ki, ilk tura ortak adayla girilmeyecek. O zaman herkes kendi değerleri üzerinden bu süreci yürütmeli. Ama burada gördüğüm, maalesef HDP dışında çok belirleyici olan CHP halen demokrasi ve insan haklarını ele alan, bunu geliştirecek bir aday ağzına alamıyor. Bir tarafta milliyetçi, diğer tarafta muhafazakar bir aday olabilir, ama sizin onlara uyacak ortalama birisinin değil, tersine sosyal demokrat değerlerinizi temsil edecek ve propaganda sürecini de bunun üzerinden yükseltecek birinin üzerine yoğunlaşmanız lazım. CHP milliyetçilere, muhafazakarlara yakın durayım, HDP’den uzak durayım dediği sürece hem kendisi kaybedecek, hem Türkiye kaybedecek.

Bu noktada şunu da soralım: Malumunuz sık sık ilkelerden, halkın ortaklaşabileceği asgari müştereklerden söz edilmekte. İşçi ve emekçiler açısından bu ilkeler ne olmalı?

Her şeyden önce demokrasi olmalı. İkincisi hukuk, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi lazım. Ve tabii barış. Hem halklar arasında, hem üretim sürecinde emekçilerin birbiriyle barışı önemli. Yanı sıra örgütlenme hakkı, insanca yaşayacak ücret, iş cinayetlerinin ortadan kaldırılması, bunun için önlemlerin alınması gibi hususlar sıralanabilir. Öylesine büyük bir gelir eşitsizliği var ki, öylesine büyük haksızlıklarla toplumun geniş kesimlerinin kaynakları bir avuç azınlığa verildi ki, bunun tekrar dengelenmesi lazım. Bu da mücadeleyi gerektiriyor. Hızla, acilen doğayı, ekolojiyi yok eden tüm uygulamaların son bulması, bunun mücadelesinin yürütülmesi lazım. Bu da sadece çevrecilere bırakılmaz. Bu sınıfın temel meselesidir. Yine, toplum içinde inanılmaz bir ayrışma ve kutuplaşma var. Bunların hızla onarılması lazım. Keza, kadına ve çocuğa yönelik inanılmaz bir şiddet var. Özetle, en temel değerlerin dahi ortadan kaldırıldığı süreç yaşanıyor. Dolayısıyla biz 1 Mayıs’a hem sınıf bilincimizle, hem de aklımız ve vicdanımızla gitmemiz lazım. Aynı şekilde 24 Haziran’a da...

SENDİKALARIN BU SÜREÇTE TUTUM ALMAMASI SORGULANMASI GEREKEN BİR DURUM

Ne 24 Haziran’da alacakları tutum, ne de patronlara “OHAL’i sizin için kullanıyoruz, işte grevleri yasakladık” seslenişine yönelik sendikalardan kayda değer bir açıklama gelmiyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Bugün seçime katılan bir cumhurbaşkanı adayı ya da parti açık bir şekilde grev yasaklamayla ve bütün kaynakları sermayeye aktarmakla övünüyorsa, sınıf örgütlerinin buna seyirci kalması düşünülemez. Zaten işçi sınıfı geçen 16 yıl içinde iktidarın tercihini sermayeden yana kullanması sebebiyle giderek yoksullaştı. Bu dönem içinde esneklik getirildi, sosyal güvenlik hakkını, sağlık hakkını kaybettiler, yine güvenceli çalışma hakkını kaybettiler, ekonomik olarak daha düşük ücretlerle çalışıyorlar. İş cineyetlerinde Avrupa’nın birincisi, OECD ülkeleri içinde en yüksek en uzun saatler çalışanı, işsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden bir tanesi, gelir dağılımı son derce adaletsiz hale gelmiş... böyle olduğu halde bir sendikanın kalkıp da ben tarafsız kalayım demesi mümkün değil. Dediğinde de sendika olması mümkün değil. Grev hakkının engellenmesine karşı çıkmayan bir sendika olabilir mi? Dolayısıyla sendikaların bu süreçte uzakta kalması, tutum almaması başlı başına sorgulanması gereken bir durum.

Bu nasıl aşılabilir peki?

Aslında işçiler birlikte hareket etme kabiliyetini beceriyorlar. Birçok yerde güvencesiz işçiler çeşitli şekillerde haklarını aramaya çalışıyorlar. Bir kısmı, sendikalarına rağmen mücadele ediyorlar. Burada mesele bunun ortaklaştırılması, ortaklaştıracak bir gücün oluşması. Buna öncülük yapacak sendikalar ve sendikacılar var. Sayılarının daha da çoğalarak, bütün engellere rağmen harekete geçmek isteyen o işçilere doğru yönelmeleri gerekiyor. Yani yukarıda toplu sözleşme pazarlığı yapan bir sendikacılık değil, bütün emekçi kesimlere yönelecek bir anlayışa ihtiyaç var. Çünkü üretim artık o kadar parcalanmış vaziyette ki, bakıyorsunuz üretimin bir alanında bir miktar işçi örgütlü ama üretimin bütününü yapan o işyerinde ya da dışında güvencesiz işçiler var. O işçilerin sorunlarına çözüm aramazsanız, onları sahiplenmezseniz, sadece elinizdeki o bir avuç kadrolu işçiyle yetinirseniz çok zayıf kalıyorsunuz. Dolayısıyla, işçiler örgütlenmeye ve mücadeleye hazırlar ama buna ön ayak olacak, güvenebilecekleri, onları yarı yolda bırakmayacak bir sendikal anlayışa ihtiyaç var. Bunun mutlaka sağlanması lazım.

İNSANLAR ARTIK GÜVENCE İSTİYOR

Malumunuz, AKP’ye 16 yıldır iktidar yolunu açan işçi ve emekçilerden aldığı destek sosyal yardımlar eliyle uzunca bir dönem sürdürülebilir kılındı. Bu aynı zamanda, yoksulluğun, işsizliğin ortaya çıkartacağı hoşnutsuzluklarla baş etme gibi bir imkan da tanıdı. Peki sosyal yardımlar rıza üretmede bugün hala kuvvetli bir enstruman olma özelliğini koruyor mu?

Hayır çünkü yardımla nereye kadar götüreceksiniz? Bir yandan işsiz ya da güvencesiz inanılmaz ağır koşullarda çalışan insanlar, öbür tarafta yardımla yürütülmeye çalışılan bir sistem. Yürüyemeyecek çünkü insanlar artık güvence istiyorlar. Ayrıca yardım almak yoksulluk zaten. Burada ama şunun altını çizmek gerek, AKP’nin 16 yıldır iktidarda kalmasındaki en önemli bir diğer etken de karşısında alternatif politikalar getiren bir muhalefetin olmaması. AKP gibi CHP de, MHP de... hepsi zaten baştan neoliberal yapısal uyum programlarını kabullendiklerinden toplumun önüne farklı bir alternatif koyamıyorlar. Ufak tefek bazı şeyler var tabii ama bu da inandırıcı gelmiyor.

Sosyal yardımlar aynı zamanda sendikaları da zayıflattı ya da işlevsizleştirdi, ne dersiniz?

Kesinlikle. Çünkü örneğin yaşlıya ya da engelliye bakması halinde ücret almak kendisine bahşedilmiş bir şey gibi algılanıyor. Sosyal yardım meselesinin işlevli olmasında şu etkenlerden de bahsetmek lazım. Bir tanesi, çok hızlı bir göçün olduğu, yani kentlere yeni gelen ve iş bulamayan kesimler, bu yardımlarla seçimlerde oy potansiyeli olarak görüldüler ama bugün artık bu insanlar kalıcılaştılar. İkincisi, bu yardımlar aynı zamanda her ne kadar önemli ölçüde devletin kaynaklarından çıksa da bunlar daha çok cemaatler üzerinden üzerinden gidiyordu. Ama darbe, kadına ve çocuğa yönelik istismarlar vs nedeniyle cemaatler bu süreçte büyük itibar kaybettiler. Dolayısıyla sosyal yardım meselesi bugün eskisi kadar işlevli olmayacaktır.

DEMOKRASİ MÜCADELESİYLE SINIF MÜCADELESİ BİR BÜTÜNDÜR

Barış bildirisine imza attıkları gerekçesiyle KHK yoluyla üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerin yargılamaları sürüyor. Geçtiğimiz hafta duruşması yapılan akademisyenler arasında siz de vardınız ve savunmanızı tarihe not düşen bir metin üzerinden sundunuz. Barışın ve emeğin akademisyenlerini üniversiteden atmak ve yargılamakla, grev yasaklamak arasında bir fark var mı?

Yok tabii. Bunlar zaten bir bütün. Meseleye hep şöyle bakıldı; sanki Türkiye’de belirli bir konuda baskı uygulanır ve demokrasiden uzaklaşılırsa diğer kesimler demokrasi haklarını koruyabileceklermiş gibi düşünüldü. Hayır, öyle bir şey yok. Bir toplum kesiminin, Alevilerin, Kürtlerin vs demokratik haklarını kullanamaması sizin haklarınızı da ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla bundan taviz verilemez. Yukarıda da değindiğimiz üzere, her şeyden önce sınıf mücadelesi demokrasi mücadelesidir. Ve demokrasi ancak işçi sınıfının mücadelesiyle yeniden kazanılabilir. O yüzden bunu unutmamak, ikisini birbirinden ayırmamak lazım. Bunu işçi sınıfının da ayırmaması lazım. Demokrasi mücadelesi yapanların da sınıf mücadelelerini küçümsememeleri gerekiyor. Tüm kesimlerin mücadelelerinin ortak olduğunu görmek lazım. O zemin kaydığı zaman hepimiz kayıyoruz çünkü.

ÖNCEKİ HABER

Ambar işçileri zamlara karşı alanlarda: Ekonomi değil masraflar büyüdü

SONRAKİ HABER

Tekstil işçileri sendika hakları için Gündoğdu’da olacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...