1 Mayıs 2025 00:09

Agnelli’den Koç’a: Başkanlık konforu ve işçi korkusu

Paolo Rossi 1978 yazında dünya futbolunun en gözde golcülerinden biriydi. Sadece 22 yaşındaydı ve önce Serie B, sonra Serie A’da ardışık sezonlarda gol kralı olan ilk isim olarak tarihe geçmiş, üstüne başarılı bir Dünya Kupası sınavı vermişti. Rossi’yi keşfedip 16 yaşında Torino’ya getiren ve bonservis hakkının yarısına sahip olan Juventus, bu etkileyici çıkışa rağmen onu 1977/78 sezonunun ikincisi, yani şampiyonluk yarışındaki rakibi Vicenza’ya bırakmayı tercih etti. O dönem için transfer piyasasının rekor ücreti olan 2.6 milyar lireti ödeyen Vicenza, İtalya’nın açık ara en zengin kulübünün elinden ülkenin en büyük yeteneğini kaptı. Peki İtalya başbakanından bile güçlü bir ailenin (Agnelli) yönettiği bir kulüp, üstelik santrfor ikilisinden biri (Boninsegna) kariyerinin sonuna yaklaşırken buna neden izin vermişti?

Bu sorunun en güçlü cevaplarından biri İtalyan siyasi tarihine “Sıcak Sonbahar” (Autunno Caldo) olarak geçen 1969 güzünde yatıyor. Bu dönemde sanayinin kalbinin attığı Torino merkezli işçi eylemleri Agnelli’nin fabrikalarını kasıp kavurmuş, burjuvazi ödünler vermeye zorlanmış, önemli haklar kazanılmıştı. Pek çoğu aynı zamanda Juventus taraftarı olan FIAT işçilerinin hafta içi kafa tuttuğu patronunun takımını hafta sonu tribünden desteklemesi sürecin en içinden çıkılmaz çelişkilerinden biriydi. Nihayetinde Alman Marksist Gerhard Vinnai’ye 1970’te çıkan Fussball als Ideologie kitabında “Futbol sahasında atılan goller, ezilenlerin kendi kalelerine attığı gollerdir” vecizesini yazdıran (bu ifadenin benzeri daha sonra Metin Kurt tarafından ülke futbol literatürüne sokuldu) gelişmeler, “Sıcak Sonbahar”ın yakıcılığını kaybetmesinin nedenleri arasına girse de Agnelli ailesini de tetikte tuttu. 1970’lerde Juventus 5 kez İtalya şampiyonu oldu ama har vurup harman savurmaktan imtina etti. Çünkü FIAT işçileri ne kadar taraftar olsalar da Agnelli’nin kendilerine vermediği zammı futbolculara verip vermediğini hep kontrol etti.

Anlayacağınız Juventus’u 1978 yazında -İtalyan futbolundaki yabancı futbolcu transferi yasağına rağmen- Rossi transferinden çekilmeye iten sebepler arasında “işçi korkusu” başta geliyordu. 1980’de yabancı futbolcu transferi yasağı kaldırıldıktan sonra tablonun değişmeye başladığı doğru ama aynı yılların işçi hareketinin silikleştiği, neoliberal saldırının gaza bastığı yıllar olduğunu da hatırlayalım. 1980’lerde İtalya’da önce futbolun (ve ona harcanan paranın) sonra şovenizm ve sağ akımların durdurulamaz yükselişi bunlardan bağımsız değildi.

 “Sıcak Sonbahar”ı, Juventus’u ve Agnelli ailesini neden hatırlama ihtiyacı duyduk? Emek Partisi geçen hafta toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin devam ettiği TÜPRAŞ’a yönelik bir görsel hazırladı. Burada TÜPRAŞ’ın sahibi Koç Holdingin Yönetim Kurulu başkan vekili olan Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un Teknik Direktör Jose Mourinho’ya ayda 40 milyon TL ödediği buna karşılık işçilerine yüzde 28’lik zam dayattığı vurgulanıyordu. Futbolun Vinnai’yi sinir krizine sokacak kadar “afyon”laştığı, taraftarlık etrafında örülen kutuplaşmanın kitleleri tamamen irrasyonel pozisyonlara sürüklediği bir ortamda bu cesur bir çıkıştı doğrusu. Taraftarların kulüp yöneticilerinin yarattığı nefret anlatılarının arasında anlamsız düşmanlıklara sürüklendiği günümüz futbol atmosferinde bu en basit bağlantıları kurmak bile riskli görülebiliyor. Ama bizzat işçiler, Türkiye’nin sınıf bilinci en yüksek ailesi olan Koç’a başkaldırmaktan çekinmiyorsa sosyalist partiler de üzerine düşeni yapmalı elbette.

Sosyalist kimliklerine rağmen başkanlarına toz kondurmayanlar ve “ne alakası var ya”cılar ne söylerse söylesin, spor kulübü sahipliği/yöneticiliği burjuvazi için her şeyin ötesinde politik bir araç, bir kalkandır. Meselenin Koç’la ya da Fenerbahçe’yle sınırlı olmadığını söylemeye gerek yok. Bugün en büyüğünden en küçüğüne Türkiye’deki tüm kulüplerin tamamı para babası olan yöneticileri bu işi karşılıksız yapmıyor. Milyonların sevdası olan kulüplerde edindikleri koltuklar onlara her türlü kapıyı açarken çeşitli dokunulmazlıklar da sağlıyor. İş hayatındaki acımasızlıklarını, haksızlıklarını gizleyebilme konforu bunlardan biri.

Ali Koç TÜPRAŞ’ın sahibi, Fenerbahçe’nin değil, ama Fenerbahçe’deki tüm kararları verecek, sponsorlukların çoğunu sağlayacak kadar işlere hakim bir başkan. Eğer bu başkanlığı sürdürebilmek adına ülke gerçekliğiyle bağdaşmayan paraları -bir kısmını bizzat kendi cebinden- harcayabiliyorsa bunda işçilerini hakkını vermeden çalıştırmasının da payı var.

Türkiye’de işçi hareketinin, toplumsal baskının “Sıcak Sonbahar” seviyesinde olmadığı doğru, ama inanın öyle olsa, bundan sadece halk değil Avrupa’nın en görgüsüz futbol yönetimine sahip Türk futbolu da olumlu etkilenir. Çünkü Türkiye şu an tüm Avrupa’da en çok para harcayıp en az futbol oynayan, en az uluslararası başarı elde eden, müsriflik şampiyonu “büyük kulüp”lere sahip. Bu görgüsüzlük/şımarıklık yukarıda bahsettiğimiz yönetici profilinden besleniyor; kulüpler arası rekabet nefrete evrildikçe kazanmak için her şeyi mübah görenlerin sayısı artıyor, bu da anlamsız harcamaların tartışılmasını, bunun da ötesinde bu harcamaların gerçek niyetinin görülmesini engelliyor. Kim bilir belki de Türk futbolunun bir türlü bulunamayan ekonomik kurtuluş reçetesi patronlarının teker teker ifşa edilmesinden, işçileri tarafından harcamalarından sorumlu tutulmasından geçiyordur. Ne de olsa, Juventus, 1980’lerde Avrupa’nın zirvesine çıkışını, Platini ve Boniek gibi yeni dönem transferleri kadar 1970’lerde uyguladığı mali disiplin ve genç oyuncu yatırımlarına* da borçluydu.

*Tardelli, Scirea, Brio, Cabrini ve Totonero skandalı sonrası Juventus’a dönen Rossi, kadroda ’70’lerdeki bu politikanın ürünü olarak yer alan isimlerdi.

Evrensel'i Takip Et