04 Aralık 2017 00:25

‘Haksızlıkların hesabının sorulacağı inancı cesaret veriyor’

Gençay Gürsoy: İhraçlar, tehditler, davalar insanları yıldırmıyor. Günün birinde bunların hesabının sorulacağı inancı arkadaşlara cesaret veriyor.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Barış için Akademisyenler hakkında “terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla açılan davalar yarın başlıyor.

Kürt sorununda “çözüm süreci” olarak adlandırılan iki yıllık dönemin sonlandırılmasıyla başlayan çatışmaların yarattığı ağır kayıplara karşı, 11 Ocak 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyle barış çağrısı yaptıkları için hakaretler, tehditler, ihraçlar, tutuklamalar ve daha bir dizi baskıya maruz kalan Barış için Akademisyenler şimdi de ağır ceza mahkemelerinde yargılanacak.

Aynı iddianamelerle ama ayrı ayrı, 10’ar dakika arayla hakim karşısına çıkacak olan akademisyenlerin dava maratonu Nisan 2018’e kadar devam edecek. Şu ana kadar duruşmalar için 60’a yakın akademisyene çağrı yapıldı. Kalan imzacıların kaçının ne zaman yargı silsilesine dahil edileceği ise bilinmiyor.

Yargılamaların, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakınlarının, vergi cenneti Man Adası’nda kurulu bir şirkete milyonlarca dolar gönderdiği iddiası ve ABD’de tanık sıfatıyla itiraflara başlayan Reza Zarrab davasıyla bir hayli yüklü olan gündemin altında kalmaması önemli.

Bu nedenle pazartesi röportajında bu hafta barış isteyen akademisyenlerin yargılanmalarını ele aldık. Kendisi de 21 Aralık’ta hakim karşısına çıkacak imzacılardan olan, Türkiye’nin önemli akademisyen ve aydınlarından Prof. Dr. Gençay Gürsoy’la konuştuk.

Yarın başlayacak olan yargılamalarda Barış için Akademisyenlere yöneltilen temel suçlama ‘terör örgütü propagandası yapmak.’ Barış istemek, ‘insanlar ölmesin’ demek, terör örgütü propagandasına nasıl dahil edilebiliyor?

Artık bütün temel kavramlar alt üst edilmiş durumda. İnsan hakları, düşünce, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü... Bunlar bugünün geçerli hukukunda, yargısında hiçbir şey ifade etmiyor. Neresinden tartışacaksınız ki böyle bir şeyi? İş tamamen şirazesinden çıkmış durumda. Bugün artık Türkiye’de yargı diye güvenilir bir kurumun mevcudiyetinden bahsetmek bana göre ya körlüktür, ya umursamazlıktır.

Siz bir metin hazırlayarak fikrinizi ifade ediyorsunuz; “Devlet şu konuda şöyle hatalar, yanlışlar yaptı” diyorsunuz. Biz bu devletin yurttaşları olarak ülkenin doğusunda olup biten trajediyi devletten soruyoruz, “Buna bir çare bul, yaptığın şeyin gerekçesi ne olursa olsun, o çatışmalarda devletin görevi sivil halkın zarar görmemesini sağlamak ve mümkün olduğu kadar az kayıpla bunu çözebilecek bir formül aramaktır” diyoruz. Çünkü Türkiye’de ölümlerin olmadığı bir diyalog dönemi yaşandı. “Buna tekrar geri dönün ve orada ölen sivil insanların, güvenlik güçlerinin işlediği suçların hesabını sorun” dedik.

Metne ilk andan itibaren sert tepki gösteren Hükümet ve ona yakın çevreler şu soruyu sordu: ‘Neden sadece devlete eleştiri ve çağrı yapıyorsunuz, neden PKK’ye bir şey demiyorsunuz?’

Ama bizim muhatabımız devlet. Gidip PKK’ya “Sen niye bombalıyorsun?” dememiz, onunla muhatap ilişkisi kurmamız bizden beklenmesin. O örgütle herhangi bir ilişkisi olan bir grup değil ki burası.

Hukuk ve yargının geldiği duruma işaret ettiniz haklı olarak ancak ifade özgürlüğü anayasal bir hak ve hâlâ yürüklükte. Nitekim yargılanacak isimlerden biri olan, duayen anayasa hocalarından İbrahim Kaboğlu düşünceyi ifade etmenin Anayasanın 26. Maddesi’nde güvence altına alındığını hatırlatarak, dava açılarak Anayasanın ihlal edildiğini söylüyor...

Doğru ama bunlar artık hiçbir şey ifade etmiyor. Barış imzacısı bizlerin “terör örgütü propagandası yapmak”la suçlanması kadar, davaların ayrı ayrı açılması, 10’ar dakikaya bölünmüş olması ve bu kadar yaygın olması da düşündürücü. Eğer bizim ve avukatlarımızın davaların birleştirilmesi konusundaki taleplerimiz yerine getirilmezse, bunda ısrar edilirse, bunun anlamı şu olacaktır; mümkün olduğu kadar geniş bir kesimi terörize etmek. Şöyle düşünüyor olmalılar: “Böylesi bir iddiayla davalar açılırsa bazı imzacılar geri adım atarlar, belki imzalarını geri alırlar.” Yani tasfiyelerle de desteklenen kitlesel, zamana yayıldığı için yıpratıcı davalar yoluyla toplu bir panik yaratma, sindirme amacı güdülüyor diye yorumluyoruz.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy
Prof. Dr. Gençay Gürsoy: Doğrusu, 50 yıllık üniversite geçmişini yakından tanıyan biri olarak onur duyuyorum bu yeni genç arkadaşlarla. Fakat öte taraftan da üniversiteler öyle bir hale getiriliyor ki, artık bundan böyle kapılar ancak iktidara payanda olan bilim insanlarına açık.

İddianamede, akademisyenlerin düşünce ve ifade özgürlüğünü işlenen suç için paravan olarak kullandıkları; ‘yabancı devletlerin dikkatini çekerek Türkiye’nin iç işlerine müdahale ettirmeyi amaçladıkları’ savunuluyor. Bu iddianın, Man Adası belgeleri ve Zarrab davası gibi, hemen tüm meseleler için öne sürülen argümanlarla uyumlu olması bize ne söylüyor?

Bu bir savunma mekanizması. Devletin ve iktidarın sorumlularının olup bitenin suçluluk duygusu içinde kamuoyunu ikna edebilmek için geliştirdikleri bir argüman. Tepkileri yatıştırmanın, yaşanan güçlükleri tahammül edilir hale getirmenin, yanı sıra kamuoyunu sindirmenin genel taktiğidir. Büyük sıçramalar yapan, ekonomik olarak büyük gelişmeler gösteren bir Türkiye efsanesi yaratılıp, bunun batı tarafından kıskanılıp engellendiği söyleniyor. Kaldı ki öğretim üyeliği, bilim insanlığı ülkenin sınırları içine hapsedilemez, düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi meseleler uluslararası bir meseledir. Biz böyle bir dünyanın mensubu olarak eğitim, öğretim, bilim, araştırma yapan insanlarız.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan başta olmak üzere, iktidar cephesinden akademisyenlere yönelik baskı ve tehditler devam ederken mahkemede nasıl bir sonuç çıkmasını umuyorsunuz?

Hepimiz o endişe içindeyiz tabii. Sadece bizim davalarda değil, işte gazeteciler örneğinde olduğu gibi, suçlamaların hiçbir maddi temeli olmamasına, tutuksuz yargılamanın bütün unsurları mevcut olmasına rağmen aylardan beri içerde olan insanlar var. Tabii insanın büsbütün ümidini kesmesi kabus bir şey. Belki bir yerlerde dürüstlüğünü, bağımsızlığını az çok muhafaza eden yargı mensupları vardır diye ümit etmek zorundayız.

Bizim davalara gelince, az önce değindiğim gibi, davaları peş peşe getirme ve 10 dakikaya sıkıştırıp savunmaya zaman tanımama beklentinin şu olduğunu gösteriyor; “Bu panik yaratacak ve insanlar gidip imzalarını geri çekecek.” Olmadı. Böyle bir şeyi başaramadılar.

Bir kötümser tablo çizmek istemiyorum ama muhtemelen “ders olsun” diye bir ceza verecekler. Bunun sınırları ne olur çok kestiremiyorum ama bu muhtemeldir. Ayşe öğretmen örnek bir davadır bu bakımdan. Bir televizyon programına telefonla bağlanıp dört beş cümleden ibaret “Bizi görün, bizi anlayın, barış olsun çocuklar ölmesin” ifadesi Türkiye’de mahkum edildiyse, hepimiz idamlık da olabiliriz!

SÖZ SÖYLEME HAKKI VE SORUMLULUĞU SÖZ KONUSUYDU

Barış için Akademisyenler doğal olarak daha çok tasfiyeler, ihraçlar, davalar vs üzerinden haber konusu oluyor. Ama neden ‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bir bildiri yazma gereği duydular, imza metinlerinin bir etki yarattığına olan inanç oldukça azalmışken hazırlanan bildiri nasıl oldu da Türkiye’nin tüm üniversitelerinden destek buldu, 11 Ocak 2016’da hangi tablo akademisyenlere bu metni hazırlattı sorularını da gündemde tutmak gerek, ne dersiniz?

Kesinlikle. 11 Ocak 2016’ya gelindiğinde, diyalog sürecinin sona ermesi ve yeniden “güvenlikçi çözüme” dönülmesi nedeniyle çatışmaların yol açtığı tablo çok ağırlaşmıştı. Çocukların, kadınların ölümü, cenazesini günlerce sokaktan alamayanlar, buzdolabında saklanan çocuk cenazeleri, yaşam alanlarının, tarihin ve kültürün tahrip edilmesi, geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da andığımız Tahir Elçi’nin buna dikkat çekerken hayatını kaybetmesi gibi, etkileri hâlâ devam eden ağır bir süreç yaşadık. Ne yaşandığı, kaç çocuğun, kadının hayatını kaybettiği vs. BM raporlarında da yer alıyor ve bu raporlar internette duruyor. Dolayısıyla hem tablo ağırdı, hem de bu ülkenin okumuş yazmış, kendini eğitmiş, insanlarının ülkenin geleceği konusunda söz söyleme hakkı ve sorumluluğu söz konusuydu. “Bu ülkenin akademisyenleri olarak acaba çıkışımızın bir faydası olur mu” düşüncesi de var bu metnin içine sinmiş olan. Dolayısıyla evet, “Bu suça ortak olmayacağız” metni, barış talep eden ama aynı zamanda sözünü açık açık söyleyen bir metin. O zamana kadar yapılan imza metinlerinden daha açık talepleri olan ve doğrudan doğruya devletle ilişki kuran bir metin.

Belirttiğiniz gibi, geçmiş dönemlerle kıyaslarsak bu kadar geniş bir öğretim üyesi kitlesinin böyle hassas bir meselede tavrını ortaya koyması geçmişte örneğine rastlamadığımız bir şeydir. Nitekim, ilk 1128 bin olan imza daha sonra özellikle de hakaretler filan başlayınca daha da artarak iki katına ulaştı. Çoğunun da genç olduğunu vurgulamak lazım. Doğrusu, 50 yıllık üniversite geçmişini yakından tanıyan biri olarak onur duyuyorum bu yeni genç arkadaşlarla. Fakat öte taraftan da üniversiteler öyle bir hale getiriliyor ki, artık bundan böyle kapılar ancak iktidara payanda olan bilim insanlarına açık. Öyle anlaşılıyor.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy
Prof. Dr. Gençay Gürsoy: Yeni kuşakların bu karanlığı yırtıp çıkacağına inancınız büyüyor.

DAVALARA DESTEK ÖNEMLİ

Barış için Akademisyenler tüm tehdit, baskı ve görevden almalara rağmen dik durdular. Değişik illerde dayanışma akademileri kuruldu, öğretim üyeleri parklarda, sokaklarda ders veriyor... Bu tutumları, onlara dışarıdan gelen desteği de büyüttü. Desteğin dava sürecinde de sürmesi kuşkusuz önemli. Nasıl bir çağrıda bulunursunuz?

Dediğiniz gibi, bütün bu karanlık ortama rağmen geleceğe umutla bakmamızı sağlayan öyle örnekler var ki, hakikaten özellikle yeni kuşakların bu karanlığı yırtıp çıkacağına inancınız büyüyor. Yarın başlayacak ilk davalar bizim için çok önemli, dolayısıyla destek de çok çok önemli. Yarın sabah saat 09.00’da oturumların başlayacağı sırada İstanbul Çağlayan adliyesine gelebilen herkes gelmeli.

İKTİDAR KENDİ İDEOLOJİSİNE UYGUN BİR ÜNİVERSİTE YARATMAK İSTİYOR

Raporlara göre, ihraçların başladığı 1 Eylül 2016’dan bu yana Barış için Akademisyenler bildirisine imza atan 378 akademisyen ihraç edildi. Bu isimlerin 7’si KHK ile yeniden göreve iade edilse de, imzacılar arasında farklı yöntemlerle işten çıkarılan akademisyenlerin toplam sayısı 500’ü aştı. Yüzlerce bilim insanının bugün okullarında ders veremiyor olması akademide nasıl bir tahribat yaratır?

Sadece üniversiteler düzleminde meseleye bakmak yetmiyor. Türkiye’de okul öncesi dönemden başlayarak yeni bir kültür yaratma çabası var. Bunun ulaştığı boyutları düşünün, ortaöğretimde imam hatip liseleri meselesiyle ilgili velilere, çocuklara tercih yapma hakkı tanınmıyor, evrim kuramı müfredattan çıkarılıyor, felsefe yerine dinsel inançsal temelli dersler konmaya çalışılıyor. Üniversiteler ise iktidara biat eden, ses çıkarmayan ve mümkün olduğu kadar disiplin altına tutulmaya çalışılan yapılar haline getiriliyor. Bu aslında gelmiş geçmiş üç askeri darbenin ortak tarafı. Dolayısıyla bu amaç bugünkü sivil iktidarla çakışıyor. Bugünkü iktidar da, KHK’lar yoluyla, ihraç, açığa alma yöntemlerine başvurarak sadece kendi ideolojik perspektiflerine uygun bir üniversite yaratmak istiyor.

İhraçlar ve açığa almalar dışında bir de devam eden soruşturmalar var. Ek olarak kıdem yükseltilmiyor, bazı bölümler kaldırılıyor, kontenjanlar düşürülüyor...

Evet, bugün geçmişte hiç tanık olmadığımız bir uygulama var. Akademik yükselme sürecini durduruyorlar. Bu hak tekrar ne zaman kazanılacak belli değil. Eskiden mesela cezaevlerinde mahkum olduğu halde bu insanlara sınavlara girme hakkı tanınırdı, akademik haklar devam ederdi, buna izin yok bugün. Özgür düşünceyi savunan kesime akademik hayatta hak tanımama isteniyor. Üniversiteleri onlardan tamamen temizlemek. Amaç bu.

BASKILAR, HAKİKATEN İNSANLARI YILDIRMIYOR

Rakamlar arasında kaybolan bir diğer husus da ihraç edilen akademisyenlerin gündelik hayatlarını idame ettirmede yaşadıkları zorluklar. Bilimle uğraşmak yerine farklı işlere yönelmek durumunda kalıyorlar. Aşırı stresin yol açtığı hastalıklar, kayıplar ise hak aramaya kapalı KHK uygulamasının, geri dönüşü imkansız sonuçları...

Evet, ne yazık ki hak arama, haksız yere uğradığı zararları telefi edecek hiçbir mekanizma bırakmadılar. Eşiyle beraber atılmış olan öğretim üyeleri var, evlerine beş kuruş giremeyen, açlığa mahkum edilen insan sayısı çok fazla. Bunların ne yapacakları konusundaki sorulara “Ağaç kökü yesinler” gibi ifadeler kullanıldı iktidar cephesinde. Bizim davamızla ilgili olan arkadaşlar içinde de yani FETÖ ile hiçbir ilgisi olmayan arkadaşlardan da böyle ekonomik güçlükler içinde yaşayanlar var.

Maddi bakımdan güç durumda olan arkadaşların sorunları hâlâ tam anlamıyla çözülemedi. Çünkü konuyla ilgili düzenlenecek bir kampanya da soruşturma konusu olabilir endişesi taşıyoruz, çünkü para toplama vs gibi işler çeşitli engellerle karşılaşıyor. O nedenle bireysel dostluk üzerinden katkılarla idare edilmeye çalışılıyor. Fakat bütün bu baskılar hakikaten insanları yıldırmıyor, sözünü esirgemiyor, bunların geçeceği, günün birinde bu haksızlıkların hesabının sorulacağı inancı bütün bu arkadaşlara da cesaret veriyor.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy
Prof. Dr. Gençay Gürsoy: 7 sene sonra ancak dönebildik. Ben 1990’da üniversiteye döndüm. Ama yurtdışına çıkış yasağımız yoktu. Evet, kamu hizmetinde çalışamıyorduk ama özel alanda çalışabiliyorduk, Arkadaşlar yurtdışı toplantı vs. çağrılarına gidebiliyordu.

SÖYLEDİĞİNİZ HER ŞEY DAVA KONUSU EDİLEBİLİYOR

Malumunuz, darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL uygulamaları pek çok açıdan ‘90’larla kıyaslanmakta. Meseleyi daha da daraltarak üniversiteler üzerinden karşılaştırmanızı rica edelim. 1960 darbe döneminde “147’likler”, ‘80 darbesi sonrasında da sizin de aralarında bulunduğunuz “1402’likler” olarak tarihe geçen tasfiyelerle, bugün yapılanlar arasında nasıl fark ya da benzerlikler var?

Bir de yine 80 darbesinden dört yıl sonra 1300 imzayla Meclise sunulan Aydınlar Dilekçesi var. Barış isteyen imzacılar grubu içinde Aydınlar Dilekçesi’ne imza atmış, ona da tanıklık etmiş ve yargılanmış imzacılarından sanıyorum bir tek ben varım. Aydınlar Dilekçesi üslup olarak biraz farklı olabilir ama sonuç olarak başta adil yargı, düşünce, örgütlenme özgürlüğü, demokratik anayasa gibi talepler birbirine benzer. Yani barış, demokrasi, insan hakları talebi var, burada olduğu gibi.

Kenan Evren’in dilekçeye tepkisi ne olmuştu?

Dönemin Cumhurbaşkanı Evren ve iktidarı bize hakaretamiz şeyler söyledi tabii. Ama o ifadelerle bugünü kıyasladığınız zaman -insanın dili varmıyor söylemeye ama- hani en azından hakaret içermeyen ifadelerdi. Evren, “ben ne yapayım böyle aydınları, Vahdettin de aydındı ama memleketi sattı” falan gibi şeyler söylemişti ama en ağırı buydu! Ben yargılama sırasında savunmamda, Kenan Evren’in idamlarla ilgili “asmayalım da besleyelim mi” cümlesine gönderme yaparak şöyle demiştim: “böyle bir ifadeyi kullanan insanla değil aynı coğrafyada, aynı çağda yaşamış olmaktan bile utanç duyuyorum.” Bu ifadeye pekala dava açılabilirdi ama böyle bir şey olmadı. Bugünse her gün cumhurbaşkanına hakaret dökümü yapılıyor, söylediğiniz her şey dava konusu edilebiliyor ve sizin uğrağınız hakaretler karşılıksız kalıyor.

Tasfiyeler sürecini nasıl yaşadınız peki?

1960’taki tasfiyede öğrenciydim. 147 öğretim üyesi ihraç edilmişti, ancak çabuk bitti, zannediyorum görevlerine dönmeleri bir yıl kadar sürdü. Bir dava konusu da olmadan hocalar geri alındılar ve işlerine döndüler. Bizim 1402’likler olarak adlandırılan tasfiyeler döneminde ise ilk planda üniversiteden 80 kadar öğretim üyesi atılmıştı. Daha sonra güvenlik soruşturması adı altında bu rakam büyüdü, binlere çıktı. Davayı ancak sıkıyönetim kalktıktan sonra açabildik. 7 sene sonra ancak dönebildik. Ben 1990’da üniversiteye döndüm. Ama yurtdışına çıkış yasağımız yoktu. Evet, kamu hizmetinde çalışamıyorduk ama özel alanda çalışabiliyorduk, Arkadaşlar yurtdışı toplantı vs. çağrılarına gidebiliyordu. Benim başka meselelerden dolayı pasaportum alındığından dışardan çağrılı olduğum, vaktiyle Avrupa’da çalıştığım üniversitelere gidemedim. Ama hayatımı sürdürebildim bu ülkede, yazdım çizdim… nitekim atıldığım süre içinde de Aydınlar Dilekçesi gibi bir davayla uğraşabildik. Yine atılmış öğretim üyeleri olarak üniversite öğrencilerine ve dışında talep eden bütün insanlara Ekin-Bilar adlı bir şirket kurarak dersler verdik. Bu da bugünün aksine bir yargı, suçlama konusu olmamıştı.

İKTİDARIN TAKDİRE ŞAYAN TARAFI, PİŞKİNLİĞİ

Siyasetin ana konusu, MAN Adası’nda kurulu bir şirkete Erdoğan’ın oğlu ve yakınlarının milyonlarca dolar para transfer ettiği iddiaları ve tabii Sarraf’ın ABD’deki yargılamasında dile getirdiği dönemin bakanlarına, banka müdürlerine verdiği rüşvetler.  İktidarda öfke ve endişeye yol açmış görünen gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Para aklama veya rüşvet mekanizmalarının nasıl işlediğini çok uzun boylu tartışmaya gerek yok. Vergiden kaçmak için dışarıdaki bazı ülkelerin nasıl kullanıldığını “Cennet Belgeleri”nde de gördük. Bu iktidarın takdire şayan tarafı pişkinliği. İnanılmaz bir pişkinlik içinde bütün bunlar sanki yokmuş gibi bunları açıklayanlar suçlanıyor. Kılıçdaroğlu’nun elindeki belgeler neyin nesidir bilemiyoruz tabii ama herhalde boş şeyler değil. İddialara ait dekont oldukları anlaşılıyor. İktidar diyor ki, “bu dekontlar Türkiye’den giden paranın değil, gelen paranın dekontları.” Öyle midir değil midir bilmiyorum ama her iki halde de bir vergi kaçakçılığı söz konusu. Aynı şekilde, ABD’deki duruşmada para aklama mekanizmasını anlatan Sarraf için de öyle gerekçeler, öyle açıklamalar yapıyorlar ki, insan şaşkına dönüyor. Oysa Sarraf 17-25 Aralık’tan sonra cari açığı kapatan kahraman olarak sunulmuş, bu insan iki defa ödül verilerek taltif edilmişti. Yine AKP, dava başlamadan önce vatandaşını korumak üzere ABD’ye nota verdi -ki, bu görülmüş şey değil-, arkasından şimdi de ajan olarak suçluyor ve tüm bunlar gayet normal olarak kamuoyuna sunuluyor. Doğrusu, Cumhurbaşkanından Başbakanına kadar bu becerileri karşısında şapka çıkarmak lazım.

“Şapka çıkarmak” olarak ifade ettiğiniz, İktidarın aleyhteki tüm gelişmeleri propaganda ve iletişim araçları üzerindeki egemenliği sayesinde terse çevirerek bundan yararlanacağı, en azından sarsılmayacağı yorumlarına katılır mısınız?

Doğrusu ABD’de sürmekte olan yargılamanın ulaşabileceği aşama nedir, çok kestiremiyorum ama bu meseleleri yakından takip eden, bilgi sahibi arkadaşların ifadeleri, Amerika’da kolay kolay geri adım atılmayacağı yönünde. İsmi geçen insanların, siyasetçilerin bir biçimde bu davaya dahil edileceği izlenimi var. Diğer yandan, Cumhurbaşkanının partisinin grup toplantısında verdiği mesaj bir gösterge diye düşünüyorum. Erdoğan, “Şahsımın adı kullanılarak kurallar kaideler dışında iş yapılmasına rıza gösteremem” dedi. Bu konuşmada bir stratejinin ilk taşları döşendiği izlenimindeyim. Yarın öbür gün “bu bakanları tanımıyorum, Sarraf’la hiçbir ilişkim olmamıştır, benim adım kullanılarak yapılmış” vs. gibi bir savunmaya hazırlanıyorlar gibi geliyor bana. Korkum, ekonomik ve siyasi bakımdan dünya ölçeğinde Türkiye’nin bir devlet olarak imajını yerle bir edecek gelişmeleri gölgelemek üzere başka bir tezgahın devreye girmesi. İşte son MGK’da da konuşulan Afrin’e müdahale gündeme getirilebilir ve “şimdi para aklamadır, rüşvettir, bu iddiaların tartışılacağı zaman değildir, beka sorunumuz var” denilerek, bir tür gölgeleme stratejisi devreye koyulabilir diye düşünüyorum.

İktidarın sözünü ettiğiniz stratejiyle birlikte, propaganda imkanlarını da arkasına alarak, krizlerden fayda üretme becerisinin önüne nasıl geçilebilir?

Bir kere her şeye rağmen bunları yutmayan milyonlarca insan var. Ve bütün engellemelere rağmen yaşananları iyi kötü kamuoyuna ulaştırmaya çalışan araçlar var. Pes etmemek lazım. Gerçekleri sonuna kadar elimizde hangi araçlar varsa onlarla kitlelere ulaştırmaya devam etmeliyiz.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy
Prof. Dr. Gençay Gürsoy: Seçimlerde birlik sağlanabilmesi için CHP’nin pek çok başlıkta netleşmesi, “AKP ne der” baskısından uzaklaşması gerek.

MUHALEFET CEPHESİNİN İŞ BİRLİĞİ ŞART

Sizce de ekonomik ve siyasi sıkışma Erdoğan’a seçimleri öne aldırtabilir mi? Ve muhalefet erken seçime ne kadar hazırlıklı?

Bu konuda iki anlayış var. Birincisine göre, “şu şartlar altında Türkiye’de güvenli bir seçim yapmanın hiçbir olanağı yoktur. OHAL kalkmadan, YSK kompozisyonu ve çerçevesi değişmeden, eşitlikçi ve adil bir yapıya kavuşturulmadan seçime girmemek lazım.” İkinci görüşü savunanlar ise, “tabii ki bütün bunlar yapılmalı ama seçimde başarıya götürecek adımların da önceden hesaplanması ve stratejinin belirlenmesi lazım” diyor. Ben ikinci görüşten yanayım, hakikaten OHAL için sonuna kadar mücadele etmek lazım ama bir taraftan da mesela yerel yönetimler konusunda “hayır cephesi” içinde bir iş birliğinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bunun mümkün de olduğunu düşünüyorum. (“Hayır cephesi” kavramı kullanılıyor ancak bu AKP bloğuna oy verenleri dışlayan bir kavram olduğu için doğru değil, çünkü o yüzde 50 içinde de birçok rahatsızlık olduğunu biliyoruz.)

Eğer olur da OHAL’in kalkması sağlanabilir, iyi kötü güvenli bir seçim iklimi sağlanabilir de seçime gidilirse, yerel yönetimler konusunda muhalefet cephesinin akıllı bir iş birliği Türkiye’de başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere, oy profillerini topladığınızda Adana, Mersin, Antalya gibi şehirlerde de seçimi alma imkanlarının olduğunu görüyorsunuz. Dolayısıyla bu konuda çalışma yapmak, ana muhalefet partisini buna razı etmek lazım. Çünkü büyük kentler iktidardan alındığı takdirde bu büyük bir başarı olur. Ama anahtar CHP’dir. Şu ana kadar böyle bir hazırlık içine girmiş değiller. CHP içinde birçok aklı başında insan böyle bir talebin çok yandaşı durumundalar ama gerçekleşebilir mi bilmiyorum. Bunun için CHP’nin de pek çok başlıkta netleşmesi, “AKP ne der” baskısından uzaklaşması gerek.

ÖNCEKİ HABER

Üç önemli gündem: Suriye, Yemen, Zarrab

SONRAKİ HABER

Metalde beklenti bitti mücadeleye devam

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...