27 Kasım 2017 01:33

İktidarın yanıtları tükeniyor, 2019 seçimi öne alınabilir

Serpil İlgün, Pazartesi Röportajında Prof. Dr. Mustafa Durmuş ile AKP'nin büyüme propagandasından ekonomik krize, ekonominin ağır sorunlarını konuştu.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Geçtiğimiz hafta işçinin de, ev kadının da, çiftçinin de, emeklinin de gözü 5 liraya yaklaşan dolardaydı. Rekor tırmanış seyrinin yarattığı kaygı yeni haftaya devredilirken, genel beklenti “doların ateşinin” kolay düşmeyeceği yönünde. 

Türk Lirasının dolar karşısında yaşadığı büyük kaybı Sarraf davasına, dolayısıyla Amerika’ya bağlayan AKP cephesi, hedefin Erdoğan ve AKP değil, Türkiye olduğu propagandasını yoğunlaştırıyor. Bunun geçici olduğu, Türkiye’nin bu spekülatif “saldırıyı” da atlatacağı ve büyümesini sürdüreceği propagandası daha da kuvvetlendirilirken, ne zamlardan, ne enflasyonun tırmanışından, ne de geçen bir yılda dolar karşısında 171 lira değer kaybeden asgari ücretin akıbetine değiniliyor. 

Dolar neden her şeyin merkezinde? Artışın yansımaları nasıl olacak? İşsizlik, yoksulluk ve de döviz artarken, ekonomi nasıl büyüyor? AKP krizi öteleyebilir mi? Ekonomideki olumsuz gidişat 2019’a nasıl yansır? Savunma Bakanlığı’nın payının yüzde 40 arttırmasıyla dikkat çeken 2018 bütçe tasarısı gidişata ilişkin nasıl veriler barındırıyor? Bütçenin konuşulmayan yanları neler? 

Prof. Dr. Mustafa Durmuş, ekonomi başlığının ağır sorularını oldukça yalın bir dille yanıtladı. 

Meseleyi daha iyi anlamak için doların neden bu kadar belirleyici olduğu sorusuyla başlayalım. Doların artması, memurundan emeklisine neden hepimizin kaygısı haline geliyor? 
Çünkü üretimde ithalata bağımlı bir ekonomiyiz. İthalatın yapılabilmesi ise ancak rezerv paralar dediğimiz paraların temini ile mümkün. Bu paraların temini sırasında sizin kendi para biriminiz ciddi şekilde değer kaybediyorsa, bu tepeden tırnağa bütün ekonominizi etkilemeye başlıyor. 

Örnek olarak petrol, doğalgaz gibi enerji kaynakları olmaksızın herhangi bir şekilde üretim çarkının, sosyal hayatın ya da ekonomik hayatın sürdürülebilmesi mümkün mü? Değil. İnsanların işlerine, okullarına gitmek için otobüslere, arabalara binmesi, ısınması veya yemeğin pişmesi benzin ve doğalgaza bağlı. Ve siz her ikisini de dışarıdan, dolarla satın alıyorsunuz. Bunun dışında ara mallar, diğer girdiler, yine üretim için gerekli olan sermaye malları, makine ve teçhizat, teknoloji vb aklınıza gelebilecek diğer her şey açısından Türkiye ekonomisi tipik bir emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içinde, dışarıya bağlı bir ekonomi. Bu nedenle doların yükselmesi, içeride üretim sorununu derinleştirmeye başlıyor. Aynı zamanda günlük hayatımızı çok daha pahalı hale getiriyor, çok daha zorlaştırıyor, emek sömürüsünün, yoksullaşmanın artmasına yol açıyor. 

Çünkü enflasyon da artmış oluyor?
Evet, şu anda yüzde 12’ye yaklaşarak son yılların rekor enflasyonuna erişmiş durumdayız. Türkiye’de enflasyonun kaynağı olarak talep fazlalığı gösterilir, “Çok fazla talep var, yeterince arz olmayınca fiyatlar yukarı doğru çıkıyor” denir, ancak bizdeki enflasyonun temel kaynağında üretim, yani maliyetlerden kaynaklanan bir sorun yatıyor. 

Ama bu iş gücü maliyetlerindeki artış değil? 
Doğru, ücretler arttığı için enflasyon artmıyor. Enflasyonun artmasının asıl nedeni liranın değer kaybı. Üretiminiz çok büyük ölçüde ithalata bağımlı olduğunda, bunu da dolar ya da euro ile sağladığınızda ve bu iki para değeri sizin kendi paranızın değeri karşısında yükselmeye başlayınca maliyetler artamaya başlar. Bu da otomatik olarak maliyet yönlü olarak enflasyonu artırır. Enflasyonun artmasıyla birlikte, gelirleriniz artmıyorsa, emekçiyseniz, emekliyseniz, yoksulsanız ciddi bir hayat pahalılığı ile karşı karşıya kalırsınız. Hele gıda enflasyonunda bu çok daha yüksektir. Çok daha fazla yoksullaşırsınız. 

Dolardaki son rekor artış Rıza Sarraf davası ile ilişkilendiriliyor. AKP ve muhalefet altını farklı şekilde doldursa da dolardaki yükselişin siyasi olduğu konusunda birleşiyorlar. Konuyla ilgili en çok sorulan soru şu; Amerika’da görülen bir dava neden Türkiye ekonomisini sarsacak bir etkide bulunuyor?
Siyasi iktidarın olayları açıklama mekanizmaları artık giderek daralmaya başladı. İktidar “Bu ekonomimize yönelik bir saldırıdır, spekülasyondur, dışardan organize edilmektedir” diyor ve doların artışını malum örgütle ilişkilendirilerek Amerikan kaynaklı olduğunu söylüyor. Tabii bu söyleme inanların sayısı da çok. 

Bu söylemin bir kısmı doğru olabilir. Yani doların yükseliş seyrindeki hikayenin son birkaç haftasını açıklamakta etkili olabilir. Diğer yandan Türk Lirası dolar karşısında yeni değer kaybetmiyor. 2013 yılından bu yana Türk Lirasının ciddi bir değer kaybı var. Dolardaki artış, son aylarda ortaya çıkan yeni bir durumsa, bunu geçici faktörle açıklamak mümkündür, işte “ekonomimize yönelik saldırılar vs vardır”, ya da 2016’dan bu yana ki artışı darbe girişimiyle ilişkilendirebilirsiniz. Ama öyle değil. Çünkü 2013 yılından bu yana liranın dolar karşısında çok ciddi bir değer kaybı söz konusu: O tarihteki kura göre (2.15) hesapladığımızda lira, son 5 yılda yüzde 84 civarında değer kaybetmiş. Yani olay yeni değil. 

Neden 2013? 
2013 yılını Türkiye’de bir kırılma yolu olarak görüyorum. Hem ekonomik kriz, hem politik kriz, hem de jeopolitik krizler adı verilen, ülkede ve bölgede ortaya çıkan gelişmeler açısından. O dönemde Gezi olayları var biliyorsunuz, yine o yıllarda Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin yeni Osmanlıcı birtakım maceralarına tanık olmaya başladık. Ardından çok daha önemlisi “barış süreci” olarak adlandırılan çatışmasızlık dönemi sona erdirildi ve savaş konseptine yeniden dönüldü. O noktadan itibaren yeni bir sayfa açıldı ve çok ciddi politik krizlerin, siyasal risklerin önü de bence o tarihten itibaren açılmaya başlandı. Tüm bunlar bizi bugün öyle bir noktaya getirdi ki, örneğin 2018 bütçesinde, adına ana akımda savunma harcamaları denilen, militarist-savaş harcamaları ön plana çıktı. Nitekim Savunma Bakanlığının bütçesi daha önce görülmemiş ölçüde artırıldı. 

Bunun ötesinde iktisadi olarak baktığımızda Türkiye ekonomisi özellikle 2009’dan itibaren başka bir büyüme stratejisine geçti. Bu strateji şuydu; dışarıdan olabildiğince bol spekülatif parayla, yabancı kaynakla, sıcak parayla pompalanmış bir büyüme stratejisi. 

Bu ne demek?
Şu; dışarıdan yüksek faiz karşılığında kaynak gelecek ve siz bunu içeride ağırlıklı olarak belli başlı sektörlerde yürüteceksiniz. Bunlar hangileri? Tüketim sektörü ve inşaat-emlak gibi yüksek rantlar sağlayan sektörler. Ama inşaat sektörünü hem TOKİ’ler, AVM’ler, plazalar gibi üst yapı, hem köprü, hava limanı, tünel ve HES’ler gibi alt yapı biçiminde düşünmelisiniz. Bütün model bunun üzerinde yürüyor. Strateji bunun üzerine kurulunca, sanayi yatırımlarında durgunluk ve düşüş yaşanıyor. Örneğin 2017 yılının ilk altı ayının verilerine baktığınızda inşaat yatırımlarında ortalama yüzde 24-25’lerde artış varken, sanayi yatırımlarında benzer oranlarda ciddi bir düşüş söz konusu. Yani Türkiye artık sadece hayvancılığı terk etmiyor, tarımsızlaşmıyor aynı zamanda sanayisizleşiyor.

BÜYÜME, BÜYÜK BANKALARIN, HOLDİNGLERİN, İNŞAAT TEKELLERİNİN KÂRININ ARTMASINDAN İBARET 

Erdoğan ve Yıldırım, son dönemdeki konuşmalarında ekonominin büyümesi argümanına daha fazla yer açıyorlar. Ekonomik göstergeler bu kadar olumsuzken büyüme nasıl oluyor? Daha da önemlisi, ekonomi bu kadar büyüdüyse neden biz hissetmiyoruz? Hissetmediğimiz gibi cebimizdeki para eriyor, alım gücümüz düşüyor ve işsizlik artıyor.
Evet, bir bakan dedi ki, “Bu yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 10 büyürsek sürpriz olmasın!” Ondan önce de ekonominin yüzde 5 büyüdüğü açıklandı ve bu yılın tamamında ortalama yüzde 6 büyüyeceği söylendi.  

Hakikaten özellikle de eski yıllara bakıldığında ve diğer yükselen ekonomilere bakıldığında bu büyüme oranları oldukça çarpıcı. Bütün ekonomik göstergeler kötüyken büyüme nasıl olabiliyor? Şuna bakmalıyız; birincisi, bu gerçek bir büyüme değil. Veriler de gösteriyor ki, şu an ekonominin büyümesi, 5-10 tane büyük bankanın ve bazı büyük holdinglerin kârlarının artmasından ibaret. Bir de tabii, (alt yapı ihalelerini de alan) az sayıdaki tekelleşmiş inşaat firmasının kârlarının artmasını buna dahil etmek gerek. Bunların kârları arttığında ekonomi büyümüş oluyor. Yani konut, emlak, AVM, yol, köprü, havalimanı, şehir hastanesi vb inşaat yatırımlarını yatırımdan sayıyorlar ve bunlar arttığında ekonomi de büyümüş oluyor. 

Diğer taraftan bu büyüme halka dönük, halka refah artışı getiren, iyi, kaliteli istihdam yaratan, işsizliği azaltan, yüksek gelir getiren, yoksulluğu ortadan kaldıran bir büyüme değil. Yani sermayenin, servetin büyümesi. Kısaca “ekonomi yüzde 10 büyüdü” açıklamalarını emekçilerin, sokaktaki vatandaşın şöyle okuması lazım: “Bu büyüme bana yaramayacak. Çünkü bu benim büyümem değil, başkalarının refahının artışı demek.” 

Üstelik refah artışı bir yana, bir de geliri garantilenen köprü, havalimanı, hastaneler nedeniyle bizler, çocuklarımız, onların çocukları yeni bir borcun altına sokulmuş vaziyetteyiz...
Evet. Son verilerle neyle karşı karşıya olduğumuzu daha da somutlayalım. Türkiye’de hane halkı borç stoku / GSYH oranı 2003 yılında yüzde 7.5 iken, 2013 yılında yüzde 55.2’ye kadar yükseldi. İhtiyaç kredisi olarak kullanılan kredi kartları ile borçlananların sayısı 20 milyon kişiye yaklaştı. 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarı 3.3 milyar liradan, 2013 yılında 182 milyar liraya fırladı. Yani sadece 11 yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat arttı. İhtiyaç kredisi kullanan sayısı da 1.3 milyon kişiden 11.2 milyon kişiye çıktı. Bu da dokuz kat artış anlamına geliyor.

Borçlandırmaya dayalı bir büyümenin sonuçları bunlar. Yani insanların ücretlerini artırarak değil, tam tersine daha fazla borçlandırarak yaratılan bir büyüme. Bu bizi daha çok borçlandırıyor, çocuklarımızı daha fazla yükümlülük altına koyuyor, geleceğimizi daha çok karartıyor. Artı, böyle bir büyümenin sürdürülebilme olasılığı da yok artık. Zaten sistemin tıkanmasının bir nedeni de o. Bu yüzden bize dayatılan “ekonomik büyüme” kavramının sınıfsal anlamını anlamımız gerekiyor. 

İKTİDARIN YENİ BİR BAŞARI HİKAYESİNE İHTİYACI VAR

‘Hedef ben ya da AK Parti değil, Türkiye ekonomisi. Bizi çökertmek istiyorlar, Türkiye’nin büyümesini istemiyorlar’ söylemini kullanan Erdoğan’ın stratejisi ne? 
İktidarın -zor dönemlerdeki her iktidarın olduğu gibi- bir başarı hikayesine ihtiyacı var. Ancak böyle bir hikaye ile toplumun yönetiminin kolaylaşabileceğini düşünüyorlar ve 2019’a kadar da rahat gidebileceklerini ya da en azından çok büyük kayıplara uğramadan gidilebileceğini hesaplıyorlar.

Ekonomide sıkıntılar artmaya ve verilecek cevaplar tükenmeye başladıkça bu söylemler artacaktır. Ama bunun şöyle bir açmazı var: Hem her şey yolunda demek olan “yüzde 10 büyürsek sürpriz olmasın, önümüzdeki yıl çok daha iyi olacağız” denilecek, hem de dış mihrakların kötü emelleri ön plana çıkartılacak. Bu iki söylem bir arada tutarlı değil. O nedenle bunun ikna edici olacağını düşünmüyorum. İkincisi, yeni bir iktidar değil ki karşımızdaki. 15 yıldır iktidarda olan ve aşağı yukarı aynı politikaları izleyen bir iktidardan söz ediyoruz. “15 yıldır niye yapmadınız? Niye bunlara karşı gerekli önlemleri almadınız?” gibi sorularla karşılaşacaklardır. 

Ekonomideki düşüşün yansımaları ağırlaşmadan Erdoğan’ın seçimi öne alabileceği konuşuluyor. Katılır mısınız? 
İşler daha da kötüye gitmeden her siyasal iktidarın yaptığı gibi bir baskın seçimle iktidarı, gücü tazelemek, konsolide etmek ihtiyacı içinde olabilirler, evet. Bu seçeneği yabana atmamak lazım. 2019’u göremeyebiliriz diye düşünenlerdenim, çünkü bütün ekonomik ve siyasal veriler aslında bundan sonrasında durumun daha kötüleşeceğini gösteriyor.

TEDBİR ALINIYOR AMA SERMAYE İÇİN

Ekonominin bir diğer gündemi de bütçe görüşmeleri. Otoriterleşme, savaş ve sermayeye en fazla desteğin verildiği bütçe olarak tanımladığınız 2018 bütçesinde kötü gidişatı önleyecek tedbirler söz konusu mu ve işe yarar mı? 
Tedbiri kimin için aldığınıza bağlı! Bir kere bütün tedbirler sermaye için alınıyor. Hem bütçe, vergi, harcama, borçlanma boyutuyla hem de Merkez Bankası’nın yapmış olduğu operasyonlar, hepsi ekonomiyi kurtarma adı altında, sınıfsal bir tercih olarak irili ufaklı, ama ağırlıklı olarak büyük sermaye kesimini kurtarmaya dönük operasyonlar. Dolayısıyla bizim bu tür tedbirlerle kurtuluşumuzun sağlanması mümkün değil. Kesin olarak daha radikal, daha sağlam bir program gerekiyor. Bir de tabii, bizim bu sürece müdahil olmamız lazım. Piyasaları, sermayeyi esas alan bu modelden vazgeçmek lazım. Halkın harcamalara, vergilere, kaynaklara müdahil olma; hangi yatırımların yapılacağına ve bunun kaynaklarının nasıl sağlanacağına başta emek örgütleri, sendikalar olmak üzere, diğer demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları yani toplumun bütün örgütlü kesimlerinin birlikte karar vermesi gerekiyor. Bu karar da şu an olduğu gibi yukarıdan aşağıya, tekçi, merkeziyetçi bir biçimde olmaz. Bu arada son Anayasa değişikliği ile sistemin iyice merkezileşeceğini de anımsatalım.

Başkanlığı kastediyorsunuz. Zira, bütçe yapma yetkisi Meclisten alınmış olacak...
Evet. Oysa tam tersine en aşağıdan, mahalle meclislerinden, halk meclislerinden, işyeri meclislerinden yani toplumun en alttaki örgütlenmelerinden başlayarak bütçenin yapılması gerekiyor. Bunun modelleri de var. Buna ister katılımcı bütçe, ister demokratik bütçe ya da halk bütçesi diyebilirsiniz, önemli olan modelin tersine çevrilmesidir. Ancak bunu yaparsanız gerçek bir bütçe hakkını sağlamış olursunuz. Ancak böyle bir model üzerinde uzlaşabilirsek doların yükselişi ile de baş edebiliriz, enflasyon, işsizlik gibi yapısal sorunlarla baş edebiliriz ya da işte birtakım siyasal ve buna benzer krizlerin önüne geçmekten de söz edebiliriz. Öbür türlü sizin bir bütçeniz var, tamam. İşte 760 milyar liralık önümüzdeki yıl için bir ödenek toplamı var. Ama ne harcanırken, ne finansal kaynakları sağlanırken vs toplumun yüzde 90’ının bundan hiçbir şekilde haberi yok.

İNSAN HAKLARI, İFADE VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜVENCEDE DEĞİLSE EKONOMİK HAKLAR DA DEĞİLDİR 

Prof. Dr. Mustafa Durmuş

2018 bütçesinin önümüze konulmayan, gözden kaçırılan temel hususları neler? 
İki önemli husus üzerinden özetleyelim. Meclis’in önüne bir bütçe kanun tasarısı konularak, “Bütçede şunlar yer alacak” denildi. Bir de bütçede gösterilmeyen, örneğin bütçe dışı fonlar var ve bu fonların çok yüksek tutarda birikmiş gelirleri ve yapacakları harcamalar var. Savunma Sanayini Destekleme Fonu bunlardan biri. Bu fonun kaynakları miktarı artırılan motorlu taşıtlar vergisi gelirlerinin önemli bir kısmının aktarılmasıyla daha da güçlendi. Fonun sadece iç denetimi var, herhangi bir şekilde dış denetimi söz konusu değil. Yine İşsizlik Sigortası Fonu var. 110 milyar lira civarında bir geliri, varlığı var ama bunun sadece yüzde 10-15’inin işsizler için kullanıldığını, geriye kalan kısmının başka amaçlar için kullanıldığını biliyoruz. 

Nerelere kullanılıyor?
Bir takım ulaştırma projelerinin hayata geçirilmesi, bütçe açıklarının kapatılması, sermayeye verilen destekler gibi işlerde kullanılıyor. Diğer yandan bütçedeki ödenek üstü harcamaları da konuşmuyoruz. Yedek ödenekler kanunen en fazla yüzde 2 oranında kullanılabilecekken, 2016’da yüzde 6 oranında kullanılmış ayrıca ülkede bir savaş durumu vb. durum yokken, bütçenin yüzde 3’ü oranında ödenek üstü harcamalar yapılmış. Bunlar Sayıştay raporlarında görülen tespitler.

Yine bütçede gözükmeyen ve ilk kez bu yıl bütçeye 6. 2 milyar lira olarak giren bir takım yükümlülükler var. Örneğin şehir hastaneleri için ödenecek hizmet bedeli. Bunların bir kısmı için gelecek yıl 2.6 milyar lira hizmet alım bedeli ödenecek. Geriye kalan kısmı da Osmangazi vs. köprülerinden araç vb. geçiş garantisi için konulmuş. Bakın, önümüzdeki 25 yıl içerisinde bu şehir hastanelerinde ödenecek olan toplam miktar 57 milyar euro. Buna dört ulaştırma projesi için yine 25 yıl boyunca garanti edilen 22,5 milyar euroluk koşullu yükümlülüğü ve 13,7 milyar dolarlık Hazine garantisi ve borç üstlenimlerini eklediğinizde lira cinsinden 430 milyar liralık bir riskten söz ediyoruz. Bunlar gelecek yıllarda ortaya çıkabilir. 

Bir de yine öne çıkmayan Varlık Fonu var...
Evet, bazıları paralel hazine diyor. 200 milyar dolarlık bir varlığımızın olduğunu biliyoruz onun içinde. Fakat nasıl bir varlık ki bu ilginç bir şekilde son torba yasaya bunun içindeki bazı fonlara Hazineden kaynak aktarılabilir diye bir hüküm kondu. Bu da siyasal iktidarın kullanabileceği adeta paralel bir bütçe. 

Diğer bir önemli nokta da bütçe hakkını artık aynı zamanda insan hakları üzerinden de konuşmamız gerektiği. Özellikle OHAL koşulları altında bu çok daha önem kazandı. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, bütün bunlar temel insan haklarıdır ve ekonomik haklardan daha az önemli değildir. Bu hakların güvence altına alınmasını savunmamız gerekiyor. Çünkü bütçe hakkının olabilmesi ve ekonomik hakların hayata geçebilmesi için öncelikle insanların düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olmaları gerekiyor. Bütçe görüşmelerinde bunun da dillendirilmesi oldukça önemli.

Bugünkü yönetsel yapılanma altında bir “insan hakları ve özgürlükler bakanlığı” kurulsun denir mi, denmez mi bilmiyorum ama böyle bir bakanlık olmalı. Ve kadın haklarını, çocuk ve engelli haklarını koruyan ayrı bir bakanlık ya da örgütlenme olmalı ve bunun da ödeneği olmalı. Keza, farklı kimlikler, inançlar ve etnisitelerin çıkarlarını koruyacak kurumlar oluşturulmalı ve onlar için de kaynak ayrılmalı. Bunlar olmadığı taktirde gerçek anlamda demokrasinin ve bütçe hakkının sağlanabilmesinden söz edilemez.

SERMAYENİN OHAL’LE YA DA MEVCUT İKTİDARLA CİDDİ BİR SIKINTISI YOK

Durumun ‘sürdürülebilir olmadığı’ serzenişi patronlar cephesinde de dile getiriliyor. Örneğin TÜSİAD, OHAL ve ülkedeki sert politik iklim nedeniyle ‘yabancı yatırımcının ürktüğünü’ söylüyor. Gerçi Erdoğan, ‘Kârınızı şu kadar katladınız, OHAL’de sizin haklarınız güvencede, daha ne istiyorsunuz’ karşılığını veriyor ama doların yükselişinin sermayenin de çok işine gelmediği, bu nedenle o cepheden de eleştirilerin yükseleceği söyleniyor. Nedir gözleminiz?
Evet, Cumhurbaşkanı “OHAL’de her şey sizin lehinize oldu, daha ne istiyorsunuz” diyerek bir gerçeğin altını bence de çizdi. Hiçbir greve, direnişe izin verilmiyor, emek mücadelesinin önü kapatılıyor. Bütün bunlardan rahatsız değil aslında sermaye kesimi. Tersine büyük bir kesimi bunu destekliyor. Sermayenin söylediği daha çok şu: Bunlar iyi, güzel şeyler, bizim refahımızda bir azalma yok, ama sizin bu işi sürdürebilmeniz de kolay gözükmüyor. Sonuçta bu yolun tıkanacağını onlar da görüyorlar. Sermayenin bu nedenle önerdiği bir takım yapısal reformlar söz konusu. Bu yapısal reformlar onlar açısından yapısal reformlar tabii, emekçiler açısından değil. 

Ne istiyorlar?
İstekleri emek gücü piyasasına dönük yeni önlemler, kıdem tazminatlarının kaldırılması, işçi haklarının daha da kısılması, belli sektörlerin tamamen yabancı sermayeye açılması... Bunu zorluyorlar. Yani “üzerimizdeki yükü daha da azaltın, emek gücü piyasasını daha da güvencesizleştirin. daha da örgütsüzleştirin...” diyorlar. 

Dolayısıyla, ‘demokrasi karnemiz kötüleşiyor, OHAL uzamasın’ demek asıl olarak vitrinlere oynama...
Katılıyorum. Sermayenin demokrasinin yok edilişi ile ciddi bir sorunu hiçbir zaman olmadı. Zaten demokrasiyi de kendi girişimci özgürlüklerinin ve kendi kâr çıkarlarının garanti altına alınmasıyla sınırladılar, hep öyle anladılar. Retorikte demokrasiyi kullanma ihtiyacını hissediyorlar ama gerçekte ne OHAL’le, ne mevcut ekonomik-siyasal düzenlemelerle ciddi bir sıkıntıları olduğunu düşünmüyorum. 

“Yabancı yatırımcı gelmez” meselesine gelince; yabancı yatırımcı geleceği belirli görmediği için doğrudan yatırıma gelmiyor belki. Ama ne yapıyor, sıcak para şeklinde geliyor. Yüzde 13’lere ulaşmışsa hazine bonolarının faizleri, ona geliyor. Dolayısıyla yabancı yatırımcı geliyor, sadece geliş biçimi değişmeye başladı. Ama şu sorunun altını bir kez daha çizelim, eğer kapitalizm bir sermaye birikim düzeniyse ve buna uygun olarak da kâr çıkarımı düzeniyse, o sermaye birikiminin kesintisiz olarak sürmesi lazım. Sermaye kesimi en fazla bunun kesintiye uğratılmasından rahatsızlık duyar. Bunun için de yukarıda saydığımız “reformları” talep ediyorlar. Serzenişleri, şikâyetleri esas olarak bu çerçevede oluyor. 

FAİZ TARTIŞMASI DANIŞIKLI DÖVÜŞ, İKTİDAR İSTESE DE FAİZ ORANLARINI İNDİREMEZ 

Bir de, Erdoğan ve Merkez Bankası arasında bitmeyen bir faiz kavgası var. Görünen şu: ‘TEOG’da ya da belediye başkanlarının görevden alınmasında bir dediği iki edilmeyen Erdoğan, Merkez Bankası’na sözünü geçiremiyor!’ Öyle midir peki? Tartışmanın gerisinde ne var?
Bazıları Merkez Bankası’nın bağımsızlığı üzerinden bunu tartışıyor. Ben tartışmıyorum çünkü merkez bankaları bağımsız değildir. Piyasalara ya da siyasal iktidara bağımlıdırlar. Yaşanan, faiz oranlarının düşürülmesini istiyor gibi yapıp faiz oranlarının yükselmesine izin verme biçimindeki bir politika... Adeta bir danışıklı dövüş gibi. Ayrıca şu an gelinen nokta itibariyle hiçbir siyasal iktidar faiz oranlarını indiremez. Doların bu kadar yükseldiği bir durumda indirme şansları yok. Çünkü faiz oranlarını indirdiğiniz anda dolarizasyon artmaya başlar. Türkiye ekonomisinin can suyu sıcak para. Değirmen başka türlü dönmüyor. Yaklaşık 40 milyar dolarlık bir toplam cari açıktan bahsediyoruz, bunun da yüzde 70’inin sıcak parayla döndüğünü söylüyoruz. Sıcak para yüksek faiz sever. Sizin içeride kârınızı elde etmek, üretiminizi artırmak için sıcak paraya ihtiyacınız varsa, ona o yüksek faizi ödemek zorundasınız. Ha, memleket bu hale nasıl geldi, o ayrı bir tartışma konusu, ama şu anda gelinen nokta bu. Siz böyle bir durumda ekonomiyi kalıcı olarak büyütme şansına sahip değilsiniz. Ama diyebilirsiniz ki, “efendim biz inşaat, rant falan onlara bakıyoruz.” 

Diğer yandan konut satmak için de faizin düşmesi gerek…
Ancak bu da bir açmaz. Milyonu aşan düzeyde borçla yapılmış, bekleyen konut var, satılmıyor. Konutu ya nakit parayla ya da krediyle, borçla alırsınız. Yani uzun vadeli konut kredisi. Ama öyle bir sıkışmışlık içindesiniz ki aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık. İnşaat sektörünün canlanması, tüketimin artması için faizin düşürülmesine ihtiyacınız var, diğer taraftan sıcak paranın girmesi ve doların düşürülmesi için de faizin yükseltilmesine ihtiyacınız var. Kapitalizmin ekonomi politiği böyle işler zaten. 

AB’nin, 5 Aralık’ta Türkiye’yi vergi cennetleri kara listesine almaya hazırlandığı, bunda Başbakan Binali Yıldırım’ın çocukları ve akrabalarının Malta gibi ülkelerdeki off shore hesaplarının ortaya çıkmasının etkili olduğu; yine bazı bankaların uluslararası sistemden çıkartılacağı iddiaları var. Gerçekleşmesi durumunda mevcut tabloya etkileri ne olur? 
Kuşkusuz bunlar olumsuz sonuçlar doğuracak iddialar. Bunların gerçekleşmesi ülkeye yabancı kaynak girişini azaltır. Yüksek faiz karşılığında ve ihtiyacı olduğunda da anında çıkıp giden ve çok büyük tahribatlar yaratan sermaye gelir ancak. Hiçbir uzun taahhüde girmediği sürece niye gelmesin? Ama böyle bir sermaye ile işler dönmez. 

MÜDAHALELER, KAMPANYALAR, DİNİ YA DA MİLLİYETÇİ TELKİNLER İŞE YARAMAZ

Geçtiğimiz yıl, yine dolar ve euronun tırmanışa geçmesi karşısında Erdoğan vatandaşa yastık altındaki dolarları bozdurma çağrısı yapmıştı. Benzer bir çağrı gelir mi?
Önce o kampanyanın başarıyla sonuçlanmadığını söylemek gerek. Vitrinlere dönük bir iki gösterinin dışında çok ciddi bir dolar bozdurma girişimi olmadı. Daha ironik olan, asıl olarak o kampanyadan sonra dolar cinsinden döviz hesaplarındaki artış mevcut siyasal iktidarın oy tabanının çok yüksek olduğu Konya, Kayseri gibi kentlerde olmuştu. 

Son zamanlarda hükümetin altın sertifikaları vs. şeklinde bir girişimi oldu ama altın sertifikası alımlarında da büyük başarısızlık söz konusu. Çünkü insanlar altınlarını bozdurmak istemiyorlar. Enflasyon çok yüksekse, geleceğe yönelik belirsizlikler, endişeler artmışsa, bu kadar işsizlik ortaya çıkmışsa, elinde Türk lirası olanlar hiçbir şekilde Türk lirasını korumak istemiyorlar, ya gidip altın satın alıyorlar ya da dolar, euro gibi dövize yöneliyorlar. Bu bir ekonomik tutum ve son derece doğal. Siz bunu hiçbir dini ya da milliyetçi telkinle ortadan kaldırma şansına sahip değilsiniz. O nedenle bu tür kampanyaların pek başarılı olacağını düşünmüyorum. Aynı şekilde, Merkez Bankası’nın son operasyonlarının da başarılı olacağını düşünenlerden değilim. Çünkü sorunun teşhisinde yanılmış durumda.
 

ÖNCEKİ HABER

Türkiye'de taşeronun kısa tarihi: İsmi değişti cismi büyüdü

SONRAKİ HABER

Kara Cuma'nın görünmeyen yüzü: Günlerce ücretsiz fazla mesai

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...