Delik deşik ve yorgun vicdanlar
Türkiye’de insanlar artık acıdan da, acımasızlıktan da yorgun düştü. Vicdanlar yorgun. Bu derdin tek çaresi olabilir. O da barış.

Serdar M. DEĞİRMENCİOĞLU
Türkiye bir ucundan diğerine delik deşik oldu. Her yerde delikler açılıyor. Deliklerin kimisi küçük, kimisi büyük. Ama hemen hepsi dikdörtgen. Antep’te yan yana kazılmış mezarlar gibi. Küçük deliklere küçücük insanların cansız bedenleri konuluyor. Açılan her delik vicdanlara açılan bir delik gibi. Türkiye yaşayan bir mezarlığa dönüşmek üzere.
Türkiye’yi mezarların kaplaması kadar ağır bir diğer gerçek, kimi zaman bir mezarın bile olmaması. Yıllardır oğlunun kızının kemiklerini arayan analar babalar; toprağın altında, bir madende göçük altında kalan eşine çocuğuna bir mezarın bile çok görülmesine ağlayan kadınlar var. Bombalı bir saldırı ardından kimi zaman mezara konulacak bir beden bile kalmıyor. Bunu öğrenip yürekleri yanan onca ana, baba, kardeş, eş, çocuk... Türkiye’de ölüm kol geziyor.
Ölümler çoğaldıkça sayılar yarışıyor. Canlı bomba saldırısında ölenlerin sayısı bir önceki katliamdan azsa, olumlu bir iç çekiş duyulabiliyor. Oysa sayılar büyüdükçe, sayılardan söz etmek anlamsızlaşıyor. Soma’da ölüme gönderilen işçilerin sayısı, 10 Ekim’de öldürülen barışseverlerin sayısı, Suruç’ta öldürülen gençlerin sayısı, Antep’te toprağa kazılan mezarların sayısı vicdanlar için müthiş bir yük. Sayılar ile ifade edilemeyecek denli büyük bir yük.
DELİK DEŞİK, ALTÜST
Delik deşik bir ülkede yaşamak insanları altüst ediyor. Her gün ölüm haberlerini duymak, ölümden söz etmek kolay değil. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırabiliyor. 10 Ekim Katliamı ardından yürekleri yanan insanlar, Antep’te bir düğünün katliama dönüştürülmesi ardından yeterince öfke gösteremediğini düşünebiliyor; hatta kendilerine kızabiliyor. Her katliam ardından artık verilen, verilmeyen veya verilemeyen tepkilerin muhasebesi yapılıyor; tepkisiz kaldığını düşünerek kendini suçlayanlar çoğalıyor.
Ölüm ve katliam haberleri insanları gülmekten, sevinmekten utanacak duruma getirebiliyor. Marmara Depremi ardından aylar boyunca kendine gülmeyi yakıştıramayan, her kahkaha ardından suçluluk duyan depremzedeler olmuştu. Ölümler çoğaldıkça, koyu bir yas havası yayıldıkça, umudu ve yaşam sevincini diri tutmak zorlaşıyor.
BÜYÜYEN ACILAR, AZALAN TEPKİLER
Ama bugün yaşananlar bir depremden çok farklı. Bugün yaşananlar, “düşük yoğunluklu çatışma” denilen, adı konmamış savaş durumunun olağan sonuçları. Türkiye özelinde söz konusu savaş durumunun ne zaman biteceği belli değil. Her saldırının, her katliamın ve tüm cenazelerin ardından yaşam sürüyor. Herkes bir savaşın sürdüğünü biliyor. Ama her tırmanışın ardından çatışmaların veya saldırıların durmasıyla yaşam rutine dönüyor. Tıpkı kuşatma altındaki kentlerde olduğu gibi. Yaşam gerçeküstü bir rutin içerisinde sürüyor. Acılar geçmeden, yaralar kapanmadan yeni bir çatışma, yeni bir katliam, yeni acılar, yeni yaralar açılıyor.
Adı konmamış savaş durumu acıların sürmesi, yaraların iyileşememesi demek. Bu çatışmaların en çok vurduğu insanları ve acıları en çok çekenleri bile bir yorgunluğa sürüklüyor. Her gün yaşanan ölümler ve acılar kaçınılmaz olarak bir yorgunluk, bir donukluk getiriyor. Bir diğer deyişle, insanlar acıdan yorgun düşüyor. Ortaya acıları da, sevinçleri de donuk karşılayan insanlar çıkıyor. Düşük yoğunlukla çatışma, giderek daha büyük acılar getirse bile daha düşük tepkilere yol açıyor. Milyonlarca insan derin acıları bile tam yaşatmayan, öfkeyle tıkanmış bir yorgunluğa sürükleniyor.
MERHAMETİN YERİNE EMİR
Düşük yoğunluklu çatışmadan en az etkilenen kesimler ise sürmekte olan gerçeküstü rutin içerisinde utanç verici bir yaşam tarzını, hiç mi hiç utanmadan sürdürebiliyorlar. Bitmek bilmeyen çatışma sürecinden kendilerini korumaya olanak veren yalanlar ve süzgeçler yaratarak bu duvarlar içerisinde yaşıyorlar. Ancak çok büyük sayılar söz konusu olduğunda kısa süreli olarak üzülüp, bayrakları yarıya indirerek, birkaç uygun sözle acılardan korunuyorlar.
Bitmeyen düşük yoğunluklu çatışma içerisinde merhametin de sıkı sıkıya denetlenmesi gerekiyor. Merhamet yerine acımasızlık ile doldurulmak istenen kitlelerin içinde yine de merhamet kaldığı için, merhamet artık titizlikle yönetiliyor. Kime merhamet gösterileceğine bile yüce makamlar karar vermeye çalışıyorlar. Eskiden siyasetçiler televizyon kameraları karşısında ağlamayı akıllarına bile getirmezlerdi. Artık gerektiğinde salya sümük ağlayan, gerektiğinde cenazeden cenazeye koşan merhametli büyükler var. Onlar bir saat geçmeden en acımasız otorite kisvesine geri dönebiliyorlar. Kimin cenaze namazı kılınır, kime mezar verilir, kim “hainler mezarlığı” içerisinde yatacaktır, onlar karar veriyorlar. Ali İsmail Korkmaz’ı umursamayan, Berkin Elvan’ı karalamaya çalışanlar Suudi Kralı için “milli yas” ilan ediyorlar. Roboski Katliamı’nı geçiştirmek için merhamet aldatmacası yapıp, kürtajın cinayet olduğunu söyleyebiliyorlar.
ÖLÜM SİYASETİ, ÖLÜM YORGUNLUĞU
Türkiye’de ölüm kol geziyor. Bu geçen yıl başlatılan ölüm siyasetinin, yani ölüm üzerinden siyaset yapmanın sonucu. “Yurtta barış, dünyada barış” rafa kalktı. Artık tersi geçerli: “Evde savaş. Mahallede savaş. Okulda savaş. İşyerinde savaş. Alanlarda savaş.” Sonra, küresel sürekli savaş siyasetini sürdürenlerle işbirliği. Yani, “komşulara savaş.” Ölüm siyaseti Türkiye’yi yaşayan bir mezarlığa dönüştürmek üzere. Gençler aşık olmaktan, çocuklar oyun oynamaktan yorgun düşemiyor; baskı, acı ve ölümle burun buruna yaşıyorlar. Türkiye’de insanlar artık acıdan da, acımasızlıktan da yorgun düştü. Vicdanlar yorgun. Bu derdin tek çaresi olabilir. O da barış.
(Fotoğraf: İlyas Akengin)
Evrensel'i Takip Et