26 Aralık 2015 08:50

Burhan KUM
Ressam

Bir çocuğun büyüyünce ne olacağı sorusunu, “Bilim insanı” diye cevaplaması dünyanın hemen her yerinde birçok ebeveyni şüphesiz mutlu eder. Buna karşın ebeveynlerin bilim insanı olmanın ne anlama geldiği sorusuna pek net bir cevap veremedikleri görülecektir. Çünkü araştırma ve buluş potansiyelinden dolayı bilgili olmayı ve üstün zekâyı akla getirse de, bilim insanlığını bir meslek olarak tarif etmek o kadar da kolay değildir. Belirli bir ekonomik güvence ve saygınlık vaat ettiğine inanılsa da, aynı sanat gibi tanımı muğlak bir üst kategoridir. (Yine de sağlayacağı ekonomik gelir ve toplumsal statü olasılığının sanattan çok daha yüksek olmasından dolayı kimse teknik üniversiteye gitmek isteyen çocuğuna “Neden ressam olmayı düşünmüyorsun?” diye sormayacaktır.) Ancak bu paye üniversitede bir kürsü ya da saygın bir ödül vesilesiyle onaylandığında artık ne anlam ifade ettiğine dair şüpheye yer kalmaz. Bilim insanı “olmuş” bir kişi toplumun gözünde uzmanlık alanında çığır açmış olmanı ötesinde aklı başında, nerede durması gerektiğini bilen, baskıya boyun eğmeyen, insan onuruna saygılı kişidir. Ne var ki geçtiğimiz ay bilim dünyasında yaşanan birkaç olay bize bütün bu öngörülerin birer varsayımdan öte olmadığınıgösterdi. (Ülkemizdeki sanatçıların içinde bulundukları durum ise ayrı bir yazı konusu.)

Bütün ulusların hastalığı olan milliyetçilik hayata insanlığın ekseriyetini dışlayan bir pencereden bakmanın mitolojik anlatısıdır. Bu anlatı, yerel unsurlar kadar, bizzat ulusları ayıran hayali sınırları kaldırdığını iddia eden uluslararası organizasyonlar ve kurumlar tarafından körüklenir. Dünya Kupası ulusları bir araya getirmez. Aksine, örneğin Almanya’nın Nijerya’ya olan teknolojik, ekonomik, siyasi ve daha sayısız üstünlüğünün, dört yılda bir milyarlarca kişinin gözleri önünde, bir çimenlik üzerinde onaylanmasına olanak tanır. Aynı çimenlik üzerinde Arjantin’in İngiltere’yi yenmesi ise ancak hezimetle çıkılan bir savaştan yadigâr ezikliğin yaralarına pansuman olabilir. (Bundan böyle Falkland adalarında İngiliz bayrağının dalgalanmayı sürdürmesinin sadece formaliteden ibaret olacağı düşünen kimse var mıdır?) Bu, adaletin her iki “milli takım” için kuralların ve şansların eşit olduğu bir zeminde tecelli ettiği yanılsaması değilse nedir?

Yüz yılı aşkın süredir dağıtılan Nobel Bilim Ödülleri de benzer bir görüntü sergiler. ödüllerin ezici çoğunluğunun “gelişmiş ülke” vatandaşı (ya da oralarda çalışan) bilim insanlarına gitmesinin neredeyse kural olması kimseye garip gelmez. Dünyadaki hiyerarşi onaylanır, ezilmeye rıza yeniden üretilir. Toplum olarak bugüne dek hiç ilgimizi çekmemiş Nobel Bilim Ödülleri’nin ilk kez bu ölçüde gündemimize girmesinin nedeni ödülün bu yıl kimya dalında, kendisini Türk olarak tanımlayan Prof. Aziz Sancar’a layık görülmesi olsa gerek. (Sancar’ın Türk olması, Kuzey Carolina Üniversitesi’nde çalıştığı için Nobel’in “gelişmiş ülke”lere gitme kuralını bozmamıştır.) İlk aşamada Sancar’ın Mardin’de doğmasından kaynaklı Arap ya da (maazallah) Kürt olabilme ihtimalinin “milli cephe”de yarattığı tedirginlik, neyse ki bizzat Sancar tarafından “kalpaklı Mustafa Kemal resimli Türk bayrağı” önünde verilen poz ve söylemler aracılığıyla acilen bertaraf edildi. Nobel Kimya Ödülü’nü “bir Türk”ün aldığından nihayet emindik ya, ne gerekçeyle verildiğini anlamıyor olmamız bile Sancar’la gurur duymamızı engelleyemezdi. Milliyetçilik bize ancak “biz”den olan birilerinin uluslararası başarılarından gururlanmamız gerektiğini öğretirken, neden insanlık adına çok önemli bir buluş yapmış farklı ulustan bilim insanlarının başarılarıyla da gurur duyamayacağımızı sormamıza olanak dahi tanımaz. “Sıtma tedavisinde geliştirdiği yeni yöntemler” sayesinde milyonlarca yoksul insanın bugün ve gelecekte daha sağlıklı yaşayabilmesinin yolunu açtığı için bu yıl tıp dalında Nobel Ödülü’ne layık görülen Çinli bilim kadını Youyou Tu’nun başarısından gurur duymam bazılarına çok mu garip geliyor acaba?

Yıllardır dünya çapında bir bilim insanı yetiştirememenin (nedenini sorgulamadan) ezikliğinden mustarip insanların Türk olarak Sancar’ın başarısıyla topyekûn gurur duymalarının sebebini biyokimya profesörümüzün ödülünü almasının ardından geldiği Ankara’da görüştüğü “başkan”ların listesini görünce daha iyi anladım: Cumhurbaşkanı, Ülkü Ocakları Başkanı ve Genel Kurmay Başkanı… Üstelik Sancar’ın ABD’ye gitmeden çok önce Ülkü Ocakları üyesi olduğunu, üyelik aidatını bu güne dek sektirmeden ödediğini, üniversite yıllarında ülkücü arkadaşlarıyla birlikte kaldıkları evin bir ‘ülkü mektebi’ olduğunu, birçok faaliyetin (bunların arasında cinayetler olduğunu da var sayabiliriz) planının bu evde yapıldığını okuduğumda yaşanan “milli gurur”un nedeni fazlasıyla açıklığa kavuştu. (Hatta ziyaret listesinde neden MİT Müsteşarı yoktu diye sormak bile geldi içimden.)

Gazete manşetlerinde hemen hemen aynı günlerde yer alan bir diğer bilim insanı ise varlığından 1999 Büyük Marmara depreminden sonra haberdar olduğumuz jeoloji profesörü Celal Şengör’dü. Şengör bir gazeteye verdiği mülakatta 12 Eylül yönetimini överken, “İnsanlara dışkısını yedirmek işkence değildir” demişti. Çocukluğunda Nazi sempatizanı olduğunu öğrendiğimiz hocamızın sicilinde Kenan Evren’in cenazesine çelenk gönderme gibi bir kaydın bulunduğunu da okuduk. Evren’e günde 20 kişinin öldürüldüğü ülkeye bir günde huzur getirdiği için hayranmış. Paşa da vaktiyle Şengör’ü ödüllendirip elini öptürmüş, vefası ondan. Şans eseri varlıklı bir ailede doğduğu için yoksulları cehaletle yaftalayan birinin yaşadığı zamana dair cehaletinin muazzam boyutu şaşırtıcı değil çünkü her şeyin görgü aracılığıyla ya da okuyarak öğrenilmediğini biliyoruz. Dünyayı anlayabilmek için başka meziyetler de gerekli: İlişkilendirici zekâ, sezgi ve vicdan gibi. 12 Eylül’ün tüm yaptıklarını onayladığını söyleyen bir profesör, aynı yazıda artık üniversitelerde bilimsel yaratıcılığın kalmadığından da şikâyet edebiliyor. Üniversitelerin içinin boşaltılmasının bir 12 Eylül çocuğu olan YÖK ile ilişkisini otuz beş yıldır görmekten aciz bir insandan bilimsel düşünce bekleyenlere geçmiş olsun. Bu iki örnekten hareketle bir bilim insanı olmanın kişiye ne gibi insani sorumluluklar yüklediği ve kişiyi değerlendirirken kendi uzmanlık alanı dışındaki olaylara dair düşüncelerini (ya da cehaletini) ne ölçüde dikkate almamız gerektiği üzerine fikir yürütmenin tam sırasıdır.

Bu yazıyı yazdığım dakikalarda devletin silahlı kuvvetleri Diyarbakır’ın Sur mahallesine BÜYÜK bir TAARRUZ hazırlığı içindeydi. Sanki günlerdir sergiledikleri vahşet beklediklerini getirmemiş, “nihai sonuç”a henüz ulaşılamamıştı. Ne bekliyorlar, Sur’u, Cizre’yi, Diyarbakır’ı, hatta tüm Kürdistan’ı yerle bir edip, yeniden inşaya hazır halde TOKİ’ye teslim ettiklerinde istedikleri sonuca ulaşmış mı olacaklar? Batıda insanları hendeksiz, barikatsız, silahsız, evlerinde, aile fertlerinin gözleri önünde hayattan koparabilen devlet gücünün Sur’da, Cizre’de ve ötesinde neler yaptığını tahmin edebilen var mı? Barış isteyen bir insanın “canlı yayında” sahnelenen bir “tiyatro oyunu”yla tek kurşunla katledildiği coğrafyanın jeolojik yapısını her bir atomunun ayrıntısına kadar bilsek ne yazar? Hücrelerin içindeki nanometrik işleyişin haritasını çıkarabilen, yeryüzünün derinliklerindeki en ufak kıpırtıyı tespit edebilen “akıl”lardan burnunun dibinde yaşananlara karşı duyarlı olmasını bekliyoruz. Çok mu?

Devletin Kürt halkına saldırdığı bir dönemde Prof. Celal Şengör’ün “İnsanlara dışkısını yedirmek işkence değil” demesiyle Nobel ödüllü Prof. Aziz Sancar’ın, (üstelik tam da Ülkü Ocakları’nın aktif payı olduğu Maraş Katliamı’nın yıldönümünde) “başkan”larla buluşması devletin katliamcı geleneğine açık destek olarak görülmelidir. Sancar bu ödülü “hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları” sayesinde almıştı. Bulguları, kendinden görmediği halka hasar vermeyi görev bilen bir devletin DNA’sının genetik bilgisini yüz yıllardır nasıl koruduğunu açıklayabilir mi? Uzun yıllardır Amerika’da çalışıyor olması birçok kişi tarafından “beyin göçü” olarak nitelendiriliyor. Doğrudur. Beynin düşünce kapasitesi, ait olduğu kişinin uzmanlık alanıyla sınırlı sayılamayacağına göre Sancar’ın beyninin bedeninden göçmüş olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Şengör ve Sancar’ın sergiledikleri tavra “yürek göçü” demek daha mı uygun, buna da siz karar verin.

Matematik Profesörü Ali Nesin, kendisinden sosyal medyada “Celal Şengör Amerikan Bilimler Akademisi’nden atılsın!” etiketiyle başlatılan imza kampanyasına destek vermesi istendiğinde, “Celal Şengör değerimizdir (milli değer?), haddiniz değildir.” diye kükremiş. İnsanın kendisini muktedir hissetmesi demek ki böyle bir şey. Bir bilim insanının, başkalarının düşünce ve davranışlarının hat ve hududunu belirleme yetkisine sahip olduğuna inanması ile başkan babamızın yaşam biçimimizin, inancımızın sınırlarını belirlemek istemesi arasında ne fark var? Dünyanın en saygın bilim kurumlarından sayılan Collège de France ve Oxford University’de ders verebilmesi bir insana başka bir insanın (kelimenin tam anlamıyla) ağzına sıçma hakkı veriyormuş demek ki. Haddini öncelikle bilmesi gerekenler bilgelik iddiasıyla konuşanlar olmalıdır. Ayrıca nedir haddimiz olmayan? Şengör’ün jeoloji alanındaki akademik yetersizliğinden, ya da profesörlük tezinin intihal olduğundan mı şikâyetçiyiz? Acaba aynı akademinin bir başka üyesi: “Bütün siyahlar geri zekâlıdır, çocuklara tecavüz etmek de suç sayılamaz.” deseydi koltuğunu kaybetmesi için bir imza kampanyası beklenir miydi?

Eleştirel bakış gerektiren bilim, öne sürülen teorilerin ikna edici argümanlara dayandırılması ile inşa edilir. “Yaşamda bilimsel düşünceyi adapte edebildiğiniz zaman rahat yaşıyorsunuz.” diyen birinin ağzından çıkan sözü destekleyen argümanlarının da bilimsel düşünceye dayanmasını beklemek hakkımız olsa gerek. Oysa Şengör’ün dışkı yedirmenin neden işkence sayılamayacağını savunduğu sözleri zavallı olmaktan öte, açıkça bilim dışı: “Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz.” Öncelikle, tutsaklık altında yaşayan hayvanların davranışlarının doğal hayattan farklılık gösterebildiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu davranışlara bakarak genelleştirme yapmak bilimsel düşünceyle bağdaşmaz. İkincisi, beş milyon yıl önceki kardeşlerimizin bugün doğal ortamda böyle bir tavır sergilediklerine tanık olsak bile bu tavrın insanlar için örnek teşkil edebileceğini düşünmenin zerre kadar bilimsel mantığı yoktur. Sürü içindeki hâkimiyeti ele geçirmek için girişilen dövüşü kazanan genç erkek gorillerin öldürdükleri yaşlı gorilin yavrularını da öldürdükleri gözlemlenmiştir. O halde, Şengör’ün mantığına göre gorillerin bu davranışı da “bal gibi” taklit edilebilir, hiçbir şey de olmaz. (Şengör’ün devletin Doğu’da bugüne dek yüzlerce çocuğu öldürmüş olmasını da bu örneğe dayanarak onaylama olasılığı da ayrıca mevcut.) İnce Memed’i bitirebilmek  için kahramanca kendisine karşı mücadele verip, sonunda "Bana ne ya" diyen ama ‘Buzlar Çözülmeden’i üç defa seyredip, hayran olabilen birinin fikir yürütme düzeyi bu. Garip karşılayamaya takatimiz yok.

Bilimsel ve insani etik birbirinden bağımsız değerlendirilemez. Avusturyalı anatomist Prof. Eduard Pernkopf’un 1933-1945 yılları arasında Viyana Üniversitesi Anatomi Enstitüsü bünyesinde oluşturduğu Topografik ve Uygulamalı İnsan Anatomisinin Atlası adlı eseri uzun süre bir başyapıt olarak kabul edildi. Ancak 1996 yılında yapılan bir araştırmada, 1938-1945 yılları arasında Viyana bölgesinde ve Nazi toplama kamplarında infaz edilmiş (Yahudi, komünist, çingene, eşcinsel) en az 1377 (yazıyla: BİN ÜÇ YÜZ YETMİŞ YEDİ!) insan cesedininViyana Üniversitesi’ne “teslim edilmiş” olduğu gerçeğinin ortaya çıkması, Pernkopf’un bilim adamı olarak “değeri”ni sorgulanır hale getirmişti. 1997’de Viyana Üniversitesi Rektörü tarafından dünyada Pernkopf Atlası’nı bulunduran bütün kütüphanelere, içlerine yerleştirilmesi için bu gerçeği hatırlatan bir yazı gönderildi. O günden sonra da kitabın hiç bir yeni baskısı yapılmadı. Bilim ile insanlık arasındaki hattı belirleyen çizgi bıçak sırtıdır. Bazen bir yanlış değerinden şüphe edilmeyen bütün doğruları götürebilir.

İngilizler Hollandalı Abel Tasman’ın 1642 yılında keşfettiği Tazmanya’ya 1772 yılında ayak bastıklarında adanın “cahil” halkı bu olayı da Tasman ve şürekâsının gelişi gibi önemsememiş, avlanmaya, meyve toplayıp kök eşelemeye devam etmişti. Adada bolca bulunan maden ve minerallerin peşinde olan gemideki jeologların başlattıkları araştırmaların ilerleyen yıllardaki sonucunda, adanın yaklaşık on bin yıl önce buzulların eriyip suların yükselmesiyle Avusturalya ana karasından ayrı kaldığı ortaya çıkarıldı. Yaşadıkları izole hayat Tazmanya halkının ana karadaki akrabaları Aborijinlerden daha ilkel bir hayat sürmesine yol açmıştı. Ne var ki bu onlara pahalıya mal olacaktı. Kısa sürede adada sayıları artan İngiliz sömürgeciler tarafından subhuman (alt insan) olarak sınıflandırılıp (İngilizsen övün, de[y]ilsen itaat et!) köle olarak çalıştırıldılar, cinsel nesne olarak kullanıldılar. Para karşılığı avlanıp, derileri hükümetten bağış almak için kullanıldı. Kadınların boynuna öldürülen kocalarının kafası asıldı, öldürülmeyen erkekler iğdiş edildi, çocukları sopayla dövülerek katledildi. Tazmanya yerlisi son erkek William Lanner (adı zorla değiştirilmişti) 1869 yılında öldüğü zaman, Tazmanya Kraliyet Derneği üyelerinden Dr. George Stokell mezarını açtırmış, adamın derisinden kendine tütün torbası yaptırmıştı. Ondan birkaç yıl sonra “safkan” son yerli kadın da ölünce soyları tükenmiş, “Tazmanya meselesi hallolunmuştu.” Haddi olmayan insanların yıllarca süren itirazları sonucu kadının iskeleti sergilendiği Londra Antropoloji Müzesi’nden ancak 2000’li yılları başında alınarak Tazmanya’da toprağa verilebildi. Bu süre zarfında bilim hiç şüphesiz çok ilerleme kaydetmişti.
Ne diyelim, çıplak olan sadece kral olsaydı elbiselerini yine de görüyor gibi davranabilirdik. Ancak ülkenin tamamı çıplaklar kampına dönüştüğünde herkes de kör olmuş demektir.

Kaynakça:
John Gray, Saman Köpekler, insanlar ve diğer hayvanlar üzerine düşünceler, YKY, Çev: Dilek Şendil, Mayıs 2008.
Yuval Noah Harari, Hayvanlardan İnsanlara Sapiens, Kolektif Kitap, Çev: Ertuğrul Genç, 2015, 8. Baskı

Evrensel'i Takip Et