30 Ağustos 2015 04:15

Türk Burjuvazisi’nin özerlik yürüyüşü

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar Türk burjuvazisinin sermaye birikiminde yağma, işgal, himmet kavramları çok belirleyici oldu. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında azınlık mallarının temellükü ve yeniden “yerli-Türk ve Müslüman” sermaye elinde toplulaştırılmasıyla başlayan süreçten bugüne kadar “yerli zengin sınıfı” devletin himayesinde var edildi. Demokrat Parti sonrasında hızlanan “kapitalist çitleme” ile birlikte emeğin ve doğanın olanakları zenginleşecek kesimlerin varlığına, sınıflaşma pratiklerine sınırsızca sunuldu. İthal ikameci kalkınma rejiminden ihracata dayalı kalkınma rejimine geçişte ve Türkiye pazarının uluslararası sisteme entegrasyonunda önemli bir eşik olan 12 Eylül darbesi sonrasında da Özal’ın “prensleri” himmet rejimi ekseninde korundu, kollandı. İhalelerle büyümeleri için çaba sarf edildi. İnşaat, silah, makine, tekstil sanayi ekseninde ara malları üretebilen bir sanayici sınıfına Türk devleti gözü gibi baktı, büyütmeye çalıştı. 70’li yılların sanayi hamlesinin olgunlaştığı Bursa’da otomobil, tekstil sanayicileri de bu yıllardan itibaren güçlenen işçi sınıfı karşısında ortak hareket etmeye başladı. Darbe işçi sınıfı örgütlülüklerini dümdüz edince, sanayiciler arasındaki işbirliği burjuvazinin yeniden konsolidasyonu, uluslararası sisteme entegrasyonu biçimine dönüştü. Emek maliyetlerini devletin olabildiğince baskılamasına karşın, üretim için gerekli diğer girdilerin maliyetleri yine de işverenler için yüksekti. Bu nedenle de 1980’li yılların sonundan itibaren Türk sanayicisi bu maliyetleri sadece teşviklerle aşağıya çekemeyeceğini gördü. Türk burjuvazisi üretim içinde mutlak egemenliğini tesis edebilmek, siyasal alanın zikzaklarına kontrollü overlok çekmek için salt iktisadi bir birlik olmanın ötesine geçmeleri gerektiğini idrak etti. Tam da bu nedenlerledir ki, tek başına-tekil girişimcilik stratejisi yerine kolektif burjuvaziyi inşa etmeye yüzünü döndü. “Sınıf dayanışmasını” bir sosyal ve siyasal sınıf olarak da geliştirmeye çalıştı. Bu çabaların birisi de Bursa’da kurulan, DOSAB örneğidir. Bursalı sanayiciler önce bir “dernek” çatısı altında Bursa’da örgütlendiler. Özal ile yapılan temaslar sonrasında da Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi (DOSAB) 1989 yılında kuruldu. Sanayi üretiminin desteklenmesi adına, devletin her türlü teşvik sisteminden yararlanmaya devam etti otomobilciler ve tekstilciler. 2000 yılına gelindiğinde ise “Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) Kanunu” ile “özel hukuk tüzel kişiliği” olan ve devletin devlet olmaktan kaynaklı ayrıcalıklarına sahip bir örgütlülüğe kavuştular. Sanayicilere, kamulaştırma yapma, imar planı hazırlama, ruhsat verme gibi ayrıcalıklar tanınıyordu. 

MEKANIN ÜRETİMİNDEN KAMU DÜZENİNİN TESİSİNE

Türk burjuvazisi, mekanı “tahayyül etme” onu yeniden anlamlandırma, piyasalaştırma, mekanı ticari bir mal haline getirme, bu malı da sanayi aracılığıyla işlevlendirme gücüne kavuşmuştu. Bir belediye ya da bakanlık gibi plan yapabiliyor, ruhsat verebiliyordu. Ruhsat vermek, Anayasal anlamda kolluk gücü kullanma, kamu düzeni tesis etmek demekti. Sanayici, hem mekan hem de toplum üzerinde iktisadi güçle birlikte siyasal-hukuki zor aygıtlarına da sahip olabilecekti. İşte bir sınıf olarak devletten göreli özerklik elde etmenin yasal olanakları sanayicilere tanınmıştı. Buna karşın, OSB’ler hâlâ ve hâlâ üretim sürecinin örgütlenmesinde, üretimin girdilerinin temin edilmesinde devletin gölgesine mahkumdu. Üretim araçlarının organizasyonu için her türlü alt yapıyı kurmasına izin verilen OSB’ler, uzun yıllar buna yanaşmadı. Alt yapı gibi maliyet kalemlerinin merkezi veya yerel yönetimler tarafından karşılanmasını tercih etti. Üretimin en önemli girdilerini devletin sağlaması ve düşük bedellerle bu girdilerin üretim içinde organizasyonu daha çok tercih edildi.

KOPUŞ: ARZ GÜVENLİĞİ

Neoliberal piyasa stratejisinin Türkiye gibi ülkelerde hayat bulması, plansızlaştırma ve denetimsizleştirmeyle işlediği için, sanayi üretiminin temel girdilerinden biri olan enerjide de denetimsizleştirme ve plansızlaştırma kısa sürede hakim oldu. Enerji arzının arttırılması hedefti. Demokratik, ekolojik bir planlama yerine öne çıkan üretim eksenli yaklaşıma göre, “enerji fiyatlarını” rekabet yoluyla aşağıya çekmek mümkündü. Teori buydu. Ancak piyasanın tahakkümü, aynı zamanda sanayiciler için bir “kaos” demekti. Piyasanın görünmez eli, plansızlığı düzenleyemediği için enerjide kısa sürede arz güvenliği sorunları yaşandı. Sermaye sınıfı, devleti yeniden göreve çağırıp, “bu denetimsizliği ve plansızlığı aşalım” demek yerine, “kendi kendini yönetmeyi” tercih etti. DOSAB tam da bu zeminde, üretimin temel girdisi olan enerjinin sanayi bölgesine güvenli bir şekilde devlet tarafından temin edilmediğini gerekçe göstererek, kömüre dayalı enerji üretmek için bir ÇED başvurusunda bulundu. Geçtiğimiz ay içinde de Bursa’nın göbeğine, bu organize sanayi bölgesinin ihtiyacının karşılanması için kömürle çalışan termik santrale izin verildi. Termik santral hem su buharı hem de elektrik enerjisi üretecek. Böylece, ÇED raporunda, OSB tüzel kişiliğinin ileri sürdüğü, “devlet enerjiyi güvenli bir şekilde” temin edemiyor, söylemine “çözüm” üretilmiş olacaktı! DOSAB tarafından sunulan kömürlü termik santrali projesinin gerekçesi, düzenli ve güvenli elektrik temin edilmesi olsa da aynı zamanda DOSAB yönetimi, kömürlü enerji üretimi teşvik sisteminden de yararlanmış olacak, yani hem daha ucuz, hem devletten göreli bağımsız hem de sürekli enerjiye kavuşmak istiyorlar. 

BURJUVA ÖZERKLİĞİNİN MALİYETİ

Türk burjuva sınıfının devletin gölgesinden, devleti gölgeye almaya yönelik özerklik stratejisi üzerine düşündüğümüzde, egemen sınıfın salt bir iktisadi sınıf olarak değil aynı zamanda siyasal çıkarlarını da gözeten bir sınıf olarak var olabilmenin zorunluluğunu fark ettiğini görüyoruz. DOSAB’ın kömürlü termik santral kurmasına izin verilmesiyle, kolektif olarak sermaye sınıfının iktisadi çıkarının sağlanmasının pratik-hukuki-yönetsel  yolunun açıldığını gösteriyor. Şu ya da bu sermaye grubunun desteklenmesi değil de bir örgütlülük olarak, bir tüzel kişilik olarak organize sanayi bölgesinin enerji üretmesinde “kamu yararı” görülmesi Türk burjuvazisi için yeni eşiktir. Kamu yararı gibi siyasal bir çıkarın, devlet tarafından “lehlerine” yorumlanması hem de devletin enerjide “arz güvenliğini” temin edemediğini kabul etmesi yenidir. Bu iznin verilmesiyle açılan yol, yeni sermayeleşmenin işareti olabilir. Aynı gerekçeyi ileri sürecek olan, enerji teşviklerinden yararlanmak isteyen pek çok OSB yakın bir zaman içinde “kömürlü termik santraller” kurmak isteyebilir. Tabi ki, kömürlü termik santral projesinden doğan tüm kentsel, ekolojik, sosyal maliyetler de projeyi geliştiren sınıfın dışında kalanların sırtına yıkılacak. Hava kirliği, iklim değişikliği, küresel ısınma, sera gazı emisyonları gibi maliyetler aynı zamanda otomobil ve tekstil sanayici sınıfın dışında tarım, hayvancılık gibi sektörleri ve yaşayan halkı, gelecek kuşakları da etkileyecek. 

NESİ İLGİNÇ?

Türk burjuvazisinin devletin teşvik ve himmet sisteminden yararlanırken, yıkılan bu sistemin farkına vararak aynı zamanda göreli olarak hem yönetim hem de üretim süreçlerini kontrol altına almaya yönelik hamlesi bu yönüyle yenidir. Diğer yandan ise bir sınıfın devletten göreli olarak özerkleşmesi ve taleplerinin hegemonya sağlayabilmesinin, salt siyasal ya da salt iktisadi bir çıkar birliği olarak değil hem siyasal hem de iktisadi bir birlik olarak kendini yeniden kurabilmesiyle mümkün olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu anlamda, “özerklik” kavramının sermaye sınıfı tarafından tarihsel sürekliği içinde egemen sınıf çıkarı açısından nasıl inşa edildiğine dikkat kesilmek gerekir. 

Neoliberal yıkımın üzerinden büyüyen Türk burjuvazisi tam da bu yıkımın yarattığı normsuzlaşmayı, plansızlığı ve denetimsizliği aşacak devlet organizasyonun taşıyıcı kolonlarının dağıldığını görmüştür. Sınıfsal çıkarını da devlet organizasyonun yeniden üretilmesine vermek yerine, kendini örgütlemekte bulmuştur. Burjuvazinin “özerklik” talebinin maddi zemini, “devletin” tarihsel ölçekte neoliberal eriyişine tekabül eder. Devletin bir zor aygıtına dönüşmesi değil, burjuvazinin bir sınıf olarak kendini yeniden inşa etme zorunluluğu, bu sınıfın özerklik talebinin zemini olmuştur. Bu yönüyle, özerkleşme bir sınıfsal çıkara tekabül edebildiği, sınıfsal olanı dolayımladığı ölçüde “kurucu” bir güç halini alabilir. Özerkleşme böylece salt bir siyasal projeye-yönetim meselesine sıkışmaz aynı zamanda iktisadi, sosyal, ekolojik bir kamusallaşmaya zemin hazırlar. Lakin, burjuvazinin özerkleşme adımının diyalektik bir sonucu vardır: Yönetenle yönetilen, üretenle üretim arasındaki çelişkiyi süreklileştiren sınıfsal yarılma, aynı zamanda farklı sınıfların da özerklik taleplerinin ortaya çıkmasını tetikleyecektir. Her toplumsal ve iktisadi sınıf kendi “öz çıkarını” kurmaya yöneldiği, bunu pratikleştirmeye meylettiği anda, siyasal birliğin yeniden inşası ancak ve ancak açığa çıkmış, görünür hale gelmiş sınıflar arası çatışmanın, mücadelenin devinimleri, salınımlarıyla biçimlenecektir. Bu yönüyle de sermayenin özerkleşme sürecinin siyasal sonuçları, devletin göreli olarak denetim, düzenleme, planlama alanından çekilmesi kadar diğer sınıfların kurucu faaliyetleri de kurucu bir kamusallığın biçimlenmesinde etkin olacaktır. Bugün, özerkleşmenin bu çoğul  ve çoklu sınıfsal biçimlerini görünür hale getirmediğimizde, özerkleşme süreçlerini salt konjonktür etkisinde ve kavramsallaştırmasıyla anlamaya çalışırız.

ÖNCEKİ HABER

Denizi hayal eden kadınlar!

SONRAKİ HABER

10. Karaburun Bilim Kongresi: Aslında her yer Karaburun

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...