28 Şubat 2007 01:00

UFUK


Generallerin, silahlı bir askeri darbeden beklediklerini, medya, yargı bürokrasisi gibi farklı araçlar eliyle gerçekleştirdiği 28 Şubat müdahalesinin üzerinden 10 yıl geçti. Siyasal yaşamdan, üniversitelere ve yargı alanına kadar uzanan geniş bir zeminde, bu müdahalenin etkisinin sürdüğünü gösteren çok sayıda örnek var. Irak’taki Kürt liderlerle görüşmeye dair olarak hükümet ile Genelkurmay arasında yaşanan gerilim de bunun bir işaretiydi.
28 Şubat’ın en yıkıcı etkileri ise, üniversitelerde “kızılelmacı” rektörler ve yönetimler eliyle hâlâ sürüyor. Bilimsel üretimin olanaklarının giderek daraltıldığı üniversiteler artık, çok sayıda öğrencinin uzaklaştırma cezaları aldığı, okullarından atılarak eğitim haklarının gasp edildiği alanlara dönüştürüldü.
Ancak, 1997’den bu yana gelişen süreci sadece, generallerin süren etkisiyle açıklamak ise, askeri dayatmaları eleştirmek açısından dahi yapılsa, birçok başka gelişmenin üzerinden atlamak anlamına gelecektir. Örneğin, kısa bir süre önce Ankara’da, “Türkiye Barışını Arıyor” başlığı ile toplanan konferans çok temel bir konuda, ciddi bir talebi ortaya koydu. 324 aydının desteklediği bu girişim, Türkiye’nin temel sorunlarının başında gelen Kürt sorununun çözümünün, “güvenlik” politikalarına kurban edilmesine karşı önemli bir tutumdu. Bu cumartesi günü İstanbul’da yapılacak olan “İstanbul Barışını Örgütlüyor” başlıklı konferans da yine bu açıdan önemlidir.
28 Şubat’ın onuncu yılında, her kurum ve kişi, askeri dayatmalar ve demokrasi tercihleri arasındaki yerini yeniden sorgulamalıdır. Sonuçta 28 Şubat, bir “anı” değildir.
Tam da bu noktada, Cumhuriyet gazetesinin günlerdir logosunun altında kara bir zeminin içine yerleştirdiği şu cümlenin üzerinde durmalıyız: “16 Mayıs’ta saatler 100 yıl geri alınıyor. Tehlikenin farkında mısınız? Cumhuriyet’inize sahip çıkın!”
Hayata ve gelişmelere az çok bilimsel bakan birinin, yeni cumhurbaşkanının seçilecek olduğu bu tarihi, bu biçimde değerlendirmesi mümkün olabilir mi? Türkiye’nin dışa bağımlı ekonomik yapısı, ABD’nin bölge politikalarına bağlanmış dış politikası ve daha bir dizi şey laik bir cumhurbaşkanı olan Sezer döneminin de gerçekleri değil mi?
Cumhuriyet gazetesinin, siyah zemin üzerine yazılı “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganının bundan önceki yayınının ardından olanları bir anımsayalım. “Derin” güçler, “tehlikenin farkında olmayanlara” bunu göstermek istercesine önce Cumhuriyet gazetesini bombaladılar. Ardından kanlı Danıştay saldırısı geldi. Üretilen bu gerilim hattının son halkasında ise Gazeteci Hrant Dink’in katledilmesine tanık olduk.
İnsan, “Cumhuriyet gazetesinin yaptığı bu ikinci uyarının ardından neler gelecek acaba?” diye sormadan edemiyor doğrusu.
“Sol cuntacı” YÖN dergisinden kalan bu alışkanlıkla Cumhuriyet gazetesi nasıl bir sonuca ulaşmak istiyor, hangi güçleri harekete geçirmeyi amaçlıyor? Aydınlanmacılık adına gösterilen bu provokatif yaklaşım, Erdoğan ya da benzeri bir ismin Çankaya’yı çıkmasını istemeyen geniş bir kesimi de rahatsız ediyordur muhtemelen.
Cumhuriyet’in tehdit altında olduğunu her gün manşetten ilan edenler, aslında, en genel anlamıyla hükümetten DTP’ye kadar uzanan zemine de açık ya da örtük gönderme yapıyor. İstediği siyasi sonuçları yaratmak için eylem tezgahlamakta mahir olan “derin” güçler açısından, bu kadar sıcak bir biçimde servis yapılan bir “tehdit alarmı” aranıp da bulunamayacak kadar uygun bir zemindir.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın son açıklamalarının ardından DTP Diyarbakır İl Başkanı’nın tutuklanmasıyla başlayıp, DTP eşbaşkanlarının hapse mahkum edilmeleri ile devam eden gerilim, muhtemelen seçimlere kadar sürecektir. DTP’nin hırpalanması, bölge illerinde onun yerini almak isteyen AKP’nin işine geldiği için, o da bu süreçte askerle zımni bir ittifak halinde olacaktır muhtemelen.
27 Mart 1994’te gerçekleşen seçimlerde, askerlerin Güneydoğu’da RP’ye çalışmış olduğunu unutmayalım. DEP Genel Merkezi’nin bombalandığı ve çok sayıda DEP milletvekilinin saldırıya uğradığı o seçimlerde, Güneydoğu’daki askeri lojmanlardan en yoğun oyu RP almıştı. Art arda saldırılara uğrayan DEP ise, o seçimleri protesto etmiş ve katılmamıştı.
Dolayısıyla Cumhuriyet gazetesi de, bu türden tehlikelerin farkında olmalı ve –eğer bir çağrı yapacaksa- soyut bir cumhuriyete değil, demokratik bir cumhuriyete sahip çıkma çağrısı yapmalıdır.
Fatih Polat

Evrensel'i Takip Et