8 Kasım 2009 00:00

Sporu ‘şiddetle’ sevmek…

Sporu gerçekten de “şiddetle”, “ölesiye”, “öldüresiye” seviyoruz. Bu, yöneticilerin söz ve davranışlarından, medyanın tutumundan ve tribünlerden yükselen tezahüratlardan da belli değil mi zaten? İnsanın fiziksel, zihinsel ve ruhsal gelişimine katkı sağlaması bağlamında, sağlık, oyun, eğlence boyutunu koruması gereken spor, rant hedefli rekabetin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan arızalar yüzünden, alabildiğine yozlaşıp bir nefret ve garabet alanına dönüşmüş durumda. Küfür, kavga, taşkınlık, futbol maçlarının ayrılmaz bir parçası haline geldi neredeyse. Bunlar olmadan tamamlanan bir 90 dakikayı hatırlayan var mı? Maç günleri, taşkınlıklar tribünlerle sınırlı kalmaz ve sokaklara da yayılabilir endişesiyle kentlerde adeta teyakkuz hali yaşanıyor. Sporun, özellikle de futbolun başlı başına bir huzursuzluk kaynağı haline geldiğini söylemek, abartı sayılmaz. Taraftarı olunan takımın kazanmasına katkıda(!) bulunmak ve bu yolda rakipleri kızdırmak, moralman çökertmek, baskı altına alabilmek adına her türlü söylem serbest. Yerine göre dışlayıcılık, ötekileştiricilik, ayrımcılık, hatta düpedüz ırkçılık, yerine göre ise küfür, saldırganlık ve ölüm içeren tehditkar tezahüratlar hiç eksik olmuyor tribünlerden. Yıllar boyunca dillerden düşmeyen, “Üç beş kendini bilmezin çıkardığı, önemsenmeye değmez olaylar” klişesiyle buralara kadar geldik. Oysa kışkırtanlar da, olaylara karışanlar da bu tür sözlerle azımsanmayacak kadar çoktular her zaman. Tribünlerden oyunculara, hakemlere fırlatılanları geçtik, her kulübün maçlardan sonra konuk takım otobüsüne pusu kurup taş yağdıran yiğit(!) neferleri var. Tabloda, erkek egemen cinsel kültür ürünü en pespaye küfürler de asla eksik değil. Küfrün ve kışkırtmanın da birer şiddet biçimi olduğunun kaç kişi farkında? Bir de utanmadan konukseverliğimiz ile övünürüz. Gerçekte ne kadar “konuksever” olduğumuz ortada… Kışkırtma konusunda, sporcuların da pek masum olduğu söylenemez. Tribünlerdeki lümpen yığınların galeyana gelmesinde futbolcuların saha içindeki davranışlarının da etkisi var kuşkusuz. Hürriyet’in spor koordinatörü Ercan Saatçi ve şarkıcı arkadaşı Metin Özülkü’nün, bundan birkaç yıl önceki bir Galatasaray galibiyetini ergen çocuk ağzıyla ettikleri küfürlerle kutlayıp(!) kendi kendilerini nasıl tatmin ettikleri ortaya çıktı da ne oldu? Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, küfürler görmezden, duymazdan gelinip bu görüntüleri ortaya koyanlar, özel hayatı teşhir ettikleri için etik davranmamakla suçlandı. “En iyi savunma, saldırıdır” anlayışıyla, olay tersyüz edildi. Zaten herkes özel hayatında böyle laflar edermiş. O nedenle ortada fazla yadırganacak bir durum yokmuş... Sanki bu küfürleri edenler herhangi birileriymiş gibi. (Aslında herhangi biri bile olamayacak kadar düzeysiz oldukları da başka bir gerçek...) O kadar arsız ve utanmazlar ki, eveliyor geveliyor, özür bile dileyemiyorlar. Ama hak vermek lazım. Ne de olsa özür dilemek erdemli insanların işidir. UYGUN DOZDA FANATİZM ARAYIŞI Kulüp yönetimleri, medya ve federasyon, futboldaki şiddetten rahatsızmış gibi görünüyorlar. Ama sadece görünüyorlar. Gerçekten rahatsızlık duyduklarına inanmak güç. Öyle olsa, daha ciddi önlemler peşinde koşuşturmaları gerekmez mi? Para, saha kapatma ya da seyircisiz oynama gibi cezalarla, bu sorunun üstesinden gelebileceklerine gerçekten inanıyorlar mı acaba? Oysa sorunun kökleri çok daha derinlerde. Bunun bir kültür ve anlayış, spora bakış sorunu olduğunu anlamadıkları ve bu gerçeği dikkate alarak çözüm arayışına girişmedikleri sürece daha çok rol kesmek zorunda kalacağa benzerler. Şiddet konusunda kulüp yönetimlerinin açmazı da büyük. Ekonomik ve “mutlak kazanmayı” dayatan sportif çıkarları gereği fanatizmi beslemek zorundalar. Ama insanlarda tam kendi istedikleri gibi uygun dozda fanatizm duygusu yaratmanın formülü henüz geliştirilemedi. Bu nedenle kıvranıp debeleniyorlar. Tabii bu, taraftarı sömürme işinden ödün verecekleri anlamına da gelmiyor kuşkusuz. Biliyorlar ki, işin duygusal boyutu ne kadar güçlü, ne kadar derin olursa, sömürü kısmı o oranda az acıtacaktır. Fanatizmi körükleyecekler ki, taraftar kulübün lisanslı ürünleriyle baştan aşağıya kendisini donatıp gurur(!) duyacağı taraftar kimliğiyle sokaklarda, tribünlerde boy göstersin, kendisini ayrıcalıklı(!) hissetsin. Yöneticilerin sportif çıkar algısı da, salt “kazanmak” kavramından ibaret. Kazandıkları sürece ranttan daha çok pay kapacaklarını ve işlerini ancak o şekilde istedikleri gibi yürütebileceklerini çok iyi biliyorlar. Her şeye karşın işlerinin kolay olduğu söylenemez. Bir yandan taraftarın, rakipler üzerinde baskı yaratacak denli caydırıcı, sindirici bir rol oynamasını bekliyor, diğer yandan da taşkınlık istemiyorlar. Yani öyle bir taraftar olsun ki, hem rakibi ve hakemleri korkutacak kadar fanatik olsun hem de sınırları fazla zorlamasın. Böyle bir şey tabii ki mümkün değil. Fanatizmi alabildiğine kışkırtıp ardından da tribünlerde dingin bir atmosfer beklemek ne kadar gerçekçi ki? Yöneticiler, taraftarı kışkırtmaktan, 12. adam payesiyle onu oyunun aktif bir parçası haline getirmeye çalışmaktan vazgeçmedikleri sürece, bu açmaz içinde daha çok kıvranırlar. Medyanın istediği taraftar da bundan çok farklı değil. Yalan haberlerle, sığ yorumlarla, kısır eleştirilerle dolu gazeteleri satın alan, sabahın erken saatlerine kadar gözünü kırpmadan televizyonda kahvehane muhabbeti düzeyini aşmayan spor programlarını izleyen, reyting ve tiraj besleyicisi taraftar onlar için de ideal. ÇÖZÜM VAR MI? Sömürü düzeninin ve bu düzenin biçimlendirdiği sporun kaymağını yiyen kesimden, bu aşamada sporun gerçek anlamına yönelik bir duyarlılık göstermesini ve spora yönelik bambaşka bir bakış açısı geliştirmesini beklemenin saflık olacağını da belirtmek gerek. Böyle bir toplumsal düzende, düzenden tamamen bağımsız, yeni bir spor anlayışı geliştirmek mümkün olabilir mi? Ancak bu durum, şu anda yaşanan rezilliklere karşı hiçbir şey yapılamayacağı anlamına da gelmiyor. Aslında bütün pisliği, vahşeti ve diğer rezillikleri üreten ve kışkırtan, mevcut düzenin ta kendisi. Buna rağmen bu tür olumsuzlukları -en azından bir nebze de olsa- törpülemenin yolları var. Yeter ki, kulüp yöneticileri ve medya, kışkırtma konusunda biraz “fedakarlık” gösterebilsinler. Federasyonun da cezai yaptırımlar konusunda ciddi, kararlı, tutarlı ve adil bir tavır sergilemesi önem taşıyor. Çifte standart boyunduruğundan ve takımına göre muamele yapma alışkanlığından kurtulmadan bu işlerin önü alınamaz. Federasyonun; UEFA yaptırımından çekindiği için Avrupa maçlarında “uslu uslu” maç izleyen taraftarın, Türkiye liglerinde pervasızca her türlü ilkelliği sergilemesinden ders çıkarması gerekiyor. Spor alanlarında ölümün soğuk nefesi günden güne daha çok hissediliyor. Durum acil. Fanatizm tuzağına düşürülmüş taraftarın bilinçlenip aydınlanmasını ve kulüp fanatizminin ne kadar boş bir iş olduğunu anlamasını beklemek, uzun iş. İnsana ve insanlığa yakışmasa da, şimdilik bu işin üstesinden gelmenin tek yolu, cezai yaptırımlara başvurmak ne yazık ki…
Mehmet Özyazanlar

Evrensel'i Takip Et