7 Mayıs 2010 01:00

NE ESKiDi, NE KÜLLENDi ACIMIZ


THKO kadrolarının gerilla eğitimi almak için 1969’da Filistin’e gitmesinin ardından yeni bir dönem başladı. Baskının iyice artmasıyla şehirlerde yaşayamayan devrimci gençler; ne parlamentoculuk, ne darbecilik, ne de sivil-asker-aydın zümreyle yapılacak devrim tartışmalarına katıldılar. Küba’da zafer kazanan gerilla savaşının da etkisiyle dağa çıktılar.
NURHAKLAR’A
12 Mart 1971’de yaşanan askeri müdahalenin ardından ilan edilen sıkıyönetim, ülkeyi kuş uçmaz hale getirdi. 16 Mart’ta Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın yakalanmasından birkaç gün sonra Hüseyin İnan da yakalandı. THKO’nun önder kadrolarının yakalanmasıyla eylem planı değişti ve Kürecik NATO Radar Üssü’nün basılması kararı alındı. Bunun üzerine 7 kişilik grup, 1971 Mayısında Nurhak Dağları’na gitti. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan, Metin Güngör ve Hacı Tonak’tan oluşan grup, 31 Mayıs 1971’de pusuya düşürüldü. Yaşanan çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan yaşamını yitirdi.
İDAMLA YARGILANAN 18 KİŞİDEN BİRİ
Çatışmanın ardından yakalanan Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan, Metin Güngör ve Hacı Tonak, tutuklanarak THKO ana davasında yargılanmaya başladı. Hakkındaki idam kararı Askeri Yargıtay’dan dönen 18 kişiden biri olan Hacı Tonak, Denizlerin idamının 38’inci yılında “Aradan 38 yıl geçti, ama ne eskidi, ne küllendi acımız” diyor ve avukatları Halit Çelenk’in, geçtiğimiz haftalarda boğularak ölen, Denizlerin idam kararını onaylayan Askeri Hakim Ali Elverdi’ye hakkını helal etmeyeceğini söylüyor.
‘BİZİM ‘68’İN DENİZ ÜZERİNDEN PORTRESİ’
Bir dergiye verdiğiniz bir röportajda ilk olarak “Hikayeye, ‘68 ne zaman başladı?’, ‘Nasıl başladı?’ sorularıyla başlamak gerekir belki” demişsiniz, isterseniz sizin sorunuzla başlayalım?
68’i tüm dünya yaşadı… Bizim ‘68’imiz bir istisna değil bu bakımdan. Belki şunu, vurgulamak gerekir kuvvetle: Saf ve katışıksız haliyle, dünyayı değiştirme, daha güzel bir dünyayı kollarının, beyinlerinin ve güzelim yüreklerinin gücüyle elde etme isteği ve düşü olan ‘68’i, tüm kıtaların halkları yaşadı. Dünyasını da sarsan bu coşkulu atılımda, gençliğin özel yeri tüm dünyaya özgüydü.
Pek çok özelliğinin yanında bu süreçte, dünyanın Denizleri’nin, aşağı yukarı, bizim Deniz’le aynı kaderi paylaşmaları da bunu doğrulamaktadır. Her ülkenin, her kıtanın politik koşulları, demokrasi düzeyi, sorunlarının ağırlığı ve sorunları çözebilme yeteneğinden bağımsız olmayan 68’inin içeriği, kesinlikle evrensel bir dili, evrensel bir çığlığın dilidir.
Bir benzetme yapmak gerekirse, Munch’un ünlü “çığlık” tablosunun, Piccaso’nun “Guernika”sının dilidir. Bu iki tablonun çağrıştırdığı, “Haydi, gör işte!” dediği tüm şeylerin dilidir.
Ortak dil meselesine tablo ile girdiğimizle kalmayalım, devam edelim: Deniz’in bir fotoğrafını hatırlıyorum, örneğin... Raif Ertem’de görmüştüm… Sonrasında, sanıyorum ‘68’ sergilerinde filan da göründü o fotoğraf. Yerini ünlü bir otelin işgal ettiği Sultanahmet Cezaevi’nin avlusunda çekilmişti… Bakıyorsun, bir grup genç var fotoğrafta. Deniz de aralarında... Biraz daha durmuş oturmuş arkadaşlarının aksine, gençle çocuk arası bir yerde görünüyor. Dizlerine doğru çekilmiş pantolonu da bu izlenimi trajik şekilde güçlendiriyor. Giysinin tedavülden kalkma, eskime, demode olma hızı ile sahibinin boy atma hızı arasındaki oransızlık, Deniz’in yaşam serüvenini bilenleri irkiltecek bir yalınlık sergiliyor. Fotoğraftaki Deniz: Tutuklu, devrimci bir militan ve çok besbelli ki tutukluluğundan gururlu. Çocukluktan çıkma çabasındaki “kendisi” ile gururlu. Üniversitenin kapısından adımını atar atmaz, o kapıyı tüm dünyaya açma, tüm ülkeyi üniversiteye dönüştürme ve üniversiteyi ülkenin yığılmış sorunlarının çözümü için bir koçbaşı olarak kullanma isteğindeki on binlerce genç insandan biri olmaktan gururlu. Artık, “büyümüş” olmaktan ve artık ülkesinin geleceğini yeniden kurmak için sırayı almış olmaktan gururlu…
Dimdik ileriye bakan gözlerinde, arkadaşlarına, dostlarına, inançlarına, dahası kendisine olan müthiş güveni okunuyor. Mamak Askeri Cezaevi’nin avlusunda, Yusuf ve Hüseyin’le birlikte olduğu fotoğrafında da aynı izlenimleri edinir insan: Objektife doğru dimdik ve gururlu bir bakış... An’ın dondurulup raptedilmiş görüntüsüne sığmamış bir eylemlilik... Yenilmez görünen bir güven duygusu...
İşte, bizim ‘68’in Deniz üzerinden bir portresi! Bizim ‘68, ilk fotoğraftaki Deniz’le başladı, ikinci fotoğraftaki Denizle de, belki tamamlandı…
‘BU GÖMLEK BİZE BOL’ DİYORLARDI
Bu günlerde mecliste süren ve ‘tarihi’ atfı yapılan anayasa değişiklikleri gündemde hayli yer tutuyor. ‘68’de de gençlik hareketinin en önemli taleplerinden biri ‘61 anayasasının uygulanmasıydı. Bu iki dönemi karşılaştırırsanız neler söylersiniz?
Şöyle başlayabiliriz: Yasanın durağanlığı, sabitliği, toplumun ise canlılığı, devinimi ifade ettiğini söylemek sanıyorum çok yanlış olmaz. Basite indirgemek bakımından biraz yanlıştır tabii… Şunu söylemek istiyorum: Yasa yapıcı yahut yasa koyucu; ne denli uzak görüşlü olursa olsun, sonuçta “görünmeyen zaruret” diyebileceğimiz bir ufukla sınırlanacaktır, yasayı yaparken. Bu ufuk, toplumsal devinimin de çevreleyenidir aynı zamanda… Ama bir an için; öngörülebilen veya öngörülemeyen bir zaman aralığı için... Demek ki her yasa, daha baştan zamana yenilmeye yargılı olacaktır. Yaşam karşısında eskiyecektir ve önce yaşam tarafından eylemsel anlamda yürürlükten kaldırılacak, sonrasında da yasa koyucu tarafından yerine yenisi konularak mülga kılınacaktır…
1961 Anayasası da, kuşkusuz yaşama “dar” gelmeye, yaşama ve zamana yenilmeye yargılıydı. Buna karşılık yaşamın eylemsel olarak yürürlükten kaldırdığı bir anayasa olmadı. Yaşamın canlılığını, renkliliğini, coşkusunu, sevincini kabullenmeyenlerin hışmı ortadan kaldırdı onu. Belki hatırlamak gerekir: Yaşam hep ileriye doğru bir akış, hep bentleri yıkmaya doğru bir atılım değildir. Kimi zaman yasa kadar durağanlaşabilir; kimi zaman da soğuk bir canlının kendi üzerine kıvrılması gibi aynı yerde helezonlar çizebilir, yahut düpedüz kendi üstüne çökebilir. Nesnel sebeplerden de olabilir bu; onların yerine geçebilecek “zor” gibi başka sebeplerden de… 12 Mart ve 12 Eylül, bu anlamda toplumsal akışı bozdular, dağıttılar, dizleri üzerine çökerttiler. Anayasalarını da buna göre yaptılar. “Bu gömlek bize bol” diyorlardı, yerine dar bir gömlek yaptılar ve topluma zorla giydirdiler. AKP o darlığın, o zorluğun sebep olduğu hoşnutsuzluğu, “seçenek” gibi sunduğu, ama tarihsel, kültürel kökleri nedeniyle havada da kalmayan politikalarla gütmeyi başarabiliyor. Galiba, anayasa değişikliğine ilişkin çabasını da bu çerçevede düşünmek gerekiyor…

‘BU BİZİM YOLUMUZDU VE AÇILMAK ZORUNDAYDI’

Nurhak’a ‘Denizleri kurtarmak için çıktınız’, peki o dönem nasıl yaşandı? Arkasında sadece öğrencileri değil köylüleri ve işçileri de sürükleyen bu gençler ne istiyordu?
Hayır!… Hayır!… Nurhak’ta, Denizler’i tutsaklıktan kurtarmak için bulunmuyorduk!.. Böyle olsaydı, kişisel olarak, bunu anlamaya hazır olurdum şimdi… Oysa iyi açıklayamadığım bir şeydir… Niçin oradaydık?
Sizin sorunuz, orada bulunuşumuzun nedeni ile değil bir bakıma sonucu ile ilgili. ABD üssüne baskın planı, Denizleri kurtarmayı hedefliyordu. Bu doğru… Galiba, her şeyimizi o plana adamıştık… Bu da doğru…
Nasıl yaşandı o süreç?.. Şimdi, memleketin genç kuşağı; açarsak üniversitelisi, liselisi, işçisi, işsizi okuyor, tartışıyor… Ağırlıklı olarak sosyalist olduğu için başta Marx, Engels, Lenin’e ilgi duyuyor. Onları tanımak, anlamak istiyor. Ama Mustafa Kemali de, yeni baştan okuyor. Mustafa Kemal’in Büyük Söylev’ini edebi bir eser sayıyor. Cihanlar, mesela: İstanbul’da yargılandıkları 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde askeri savcının, Mustafa Kemal’in “Bursa Söylevi” diye bilinen sözlerini “Komünist uydurması” diye nitelemesi yüzünden büyük olay çıkardılar. Her biri, o sözleri ayrı ayrı tekrarladı. Savcı veya komutan, her kimse, engellemeye kalkışınca da, bir bölük askerle yaka paça kapıştılar. Sonunda da Harbiye’ye götürülüp belki Osmanlı’dan beri kullanılmayan hücrelere atıldılar. Yaraları bereleri iyileşinceye kadar, yanılmıyorsam on beş gün gerekmişti bunun için, kaldılar orada…
Bu tutum, aslında, gericiliğin saldırdığı ne varsa, ona sahip çıkma; onunla ittifak oluşturma bilincinden doğuyordu. Yoksa, bugün kimilerinin kolayca öne sürdüğü gibi, “darbecilikten” filan değil.
Devam edeyim: Bu arada yalnızca sosyalist kuramla ilgileniliyor da değildi. Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Goethe, Hugo, Steinbeck, Hemingwey de okunuyordu. Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in kitapları kadar, Nâzım’ın şiiri, M.Makal’ın, Talip Apaydın’ın, Fakir Baykurt’un yazdıkları da herkesin dilindeydi. Kuvvayı Milliye Destanı’nı, Şeyh Bedrettin’i, Bizim Köy’ü, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi ve Türkiye’nin Düzeni’ni, Doğu Anadolu’nun Düzeni’ni, Malraux’un İnsanlık Durumu’nu, Kanton’da İsyan’ını, Umut’unu, Fuantes’in ABD yönetimine yazdığı Açık Mektup’unu, Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarlar’ını, Bitmeyen Kavga’yı, Gazap Üzümleri’ni, Uçurum İnsanları’nı okuyup tartışmayan pek de ciddiye alınır sayılmıyordu. Bunlar gibi birçok kitap siyasi tartışmalarda açımlayıcı rol oynadı zaman zaman... Kişisel ilişkilerimizin doğru olup olmadığının sağlamasını bile siyaset kadar edebiyatta aradık. Siyaset ilacının dindirmeye yetemeyeceği kadar çok ağrımız vardı. Dün okuyup bugün unuttuğumuz, bugün okuyup yarın unutacağımız bir şiir, bir öykü, bir romandan bir bölüm, bir paragraf kolayca simya taşımız olabildi.
Hep doğru mu olduk; doğru mu yaptık?.. Hayır!...Elbette hayır; çok, çok fazla yanlış yaptık. Bu gün, “İyi” diye, ya da “yeterince iyi” diye aklımızda kalanlar bile, aslında hiçbir zaman yeterince iyi olmadı. Ne yapmalı ki, kafa göz yararak, çamlar devirerek de olsa “kendi” yolumuzu açmamız gerekiyordu. Bu, bizim yolumuzdu ve nasıl olursa olsun açılmak zorundaydı. Onu, başkası değil “biz” açmak zorundaydık...

‘NASIL BİLİRSİNİZ’ DİYE SORMAMIŞ İMAM CEMAATE…

Son olarak, Denizlerin idam kararını veren Ali Elverdi geçtiğimiz günlerde boğularak öldü. Cenaze töreninde siyah tabut kullanılması, imamın bile helallik istememesi çok tartışıldı. Bugün bile gündem olmayı sürdüren bu tartışma için neler söylemek istersiniz?
O mahkemenin asker başkanı öldü, evet. “Nasıl bilirsiniz” diye, sormamış imam cemaate… Yahut “ Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye helallik istememiş… Gazetelerde okudum ben de… Halit Bey, “İyi bilmezdim” dedi… Öldüğünü biliyordum, öyle kalmıştı aklımda.
Helallik istenmemesini nasıl yorumlamak gerektiğini bilmiyorum. İmam, böyle bir inisiyatifi kullanabilir mi? Böylesi bir yetkisi var mı? Onu da bilmiyorum… Daha farklı bir hadise ama, Denizlerin cenazesini kılmak istemeyen imamın çok eleştirildiğini hatırlıyorum... Bu olayda, dikkatli bir zat olduğu besbelli imam efendi, anlaşılıyor ki, Halit ağabeyinki gibi bir itirazla karşılaşmak istemedi. Halit Çelenk ağabeyime katılmamak mümkün mü? Bir yargıçlar kurulunun başında oturan o asker şahısı, “iyi” bilecek olan, bu memleketin acılı tarihinden hiçbir şeyi anlamamış demektir.
Aradan 38 yıl geçti, ama ne eskidi, ne küllendi acımız. Bunu amaçladılarsa, amaçlarına ulaşmış sayılabilirler. Öfkeden çıldırmamızı, katılaşmamızı, intikamcılara dönüşmemizi bekledilerse, öyle olmadı. Oğlunun demeci ilk gün, “tehdit alıyorduk” diye, ikinci gün “almıyorduk” diye verildi gazetelerde. Doğrusu şudur: Deniz’in, Hüseyin’in, Yusuf’un arkadaşları, yoldaşları, ardılları siyasal bir uğraşının içinde oldular hep. Hiçbir zaman ilkel intikamcı tutumları siyaset diye benimsemediler. Bunun tersini iddia eden kimseyle karşılaşmadım bu güne kadar…
YARIN: Denizlerin yoldaşı Aydın Çubukçu anlatıyor

Evrensel'i Takip Et