Herkes aynı hayali kurmak zorunda değil
17 yıl geçmiş bu ülkede “savaşa hayır” deme yasağıyla uğraşmaya başlayalı Yaşar Kurt. İki koca savaşın gölgesinde evler büyüdü, büyüdü pabuçlar, yollar büyüdü... ‘Korkuyorum anne’yi annesinin karnında duyan bebek şimdi asker çağında...
Yaşar Kurt 8 yıl ara verdikten sonra yeni albümü ‘Güneş Kokusu’ ile döndü. Savaşa karşı söylenmiş en güzel şarkının sahibi Kurt’la savaşa, ırkçılığa, nefrete dair konuştuk.
Alacaksın eline gitarı, ilk kaydı bitireceksin ve savaş gibi bir tanımın altını dolduran, askerlik çağına gelmiş gençlerin dillerine düşen bir şarkı doğacak... ‘Korku’nun savaş karşıtlarının ‘marşı’ haline geleceğini düşünemezdin herhalde…
‘90’lı yılların başıydı. Körfez savaşı meselesi vardı. Özal, ‘Savaşa gireceğiz, bir koyup üç alacağız’ diyordu. O zaman etkili bir şey yapmaya karar verdim. Savaştan kimsenin kazanamayacağını, en azından insanlığını orada bırakacağını ve savaşı ‘faydalı’ göstermenin korkunç bir ihanet olduğunu anlatacak bir şarkı yazmalıydım. O günün duyguları içerisinde ‘korku’ çıktı. “Korkuyorum anne” diyerek başladım. Şarkılar korkuyla başlamaz genelde. Hele erkek adam hiç korkmaz. Kadıköy’de küçük bir kafemiz vardı arkadaşlarla orada bir araya geldiğimizde çalardım. Daha hiçbir kayda geçmeden çok etkili olduğunu gördüm, gözyaşlarına boğulanları hatırlıyorum. Kafede çalıyoruz dışarıdaki bir ayakkabıcı gelip tebrik etmişti, ‘Ne güzel bir şarkı’ diye. O zaman çok değerli bir şey yaptığımı anladım. Ama onu kendi özüne uygun bir yalınlıkta sunmak gerekiyordu. Büyük laflar edip sahici olamamak yaptığım işe zarar verecekti. O sokak atmosferini verebilmeliydik albümde. Elimde gitar, rastgele, gelen geçenlere çalmışım gibi olmalıydı. Böyle doğdu ‘Sokak Şarkıları’… O kendi peşinden ‘Haydi Erkekler Savaşa’yı getirdi. ‘Deniz Feneri’ni getirdi. İlk albümüm 1994 yılında yayınlandığında henüz 20’li yaşlardaydım ve o güne kadar biriktirdiğim her şeyi ortaya koymaya çalıştım. Ve bence albüm falan değil, çok başka bir şey oldu.
KONSERLERDE ‘EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER’ SALDIRILARINA UĞRADIK
‘Korku’yu yazmak ve söylemek korkutmadı mı seni? Şimdi değilse de o günler için bir hayli ‘sertti’ çünkü…
Çevremden sürekli ‘Bu şarkı yüzünden çok canın sıkılır’ deniliyordu ama ben şarkıma sansür uygulamak onu ‘yumuşatmak’ istemedim.. O günlerde güncel şarkıları birlikte çaldığımız bir grup vardı, bende grubun solistiydim. ‘Haydi erkekler savaşa’yı söylemek istediğimde itiraz ederlerdi; ‘Bir iş gelir başımıza’ gibi tedirginlikler oluyordu. ‘90’lı yıllarda ortam çok gergindi bir çok açıdan. Bana göre bu şarkıların tam da söylenmesi gereken günlerdi yani. Baskının sonucu değil mi başkaldırı.
Vicdani retle Türkiye ‘90’larda tanıştı ki medyanın hedef alan söylemlerinin de etkisiyle lince kadar varan saldırganlıklarla karşılaşıyordu savaşı reddeden gençler. Savaş karşıtı olmak yasaktı.. Herhangi bir savaşa değil de savaş kavramına karşı olduğunu anlatmak güç olduğundan “PKK yanlısı” olmak da dahil pek çok yafta ile boğuşmak zorunda kalınıyordu. Senin payına ne düştü bu ortamda….
Şarkıyı yapmak kadar onu taşımak, yayınlamak da çok zordu. Albümün ilk yayınlandığı günlerde konser veremiyordum mesela. ‘En büyük asker bizim asker’ nidalarıyla saldırılara uğruyorduk. Her şeye rağmen sessiz kalmam mümkün değildi.
2. Dünya Savaşı’yla ilgili bir çok tiyatro oyununda yer aldım, o korkunç yıkımı iliklerimde hissettim. Bush’un Irak’a müdahale açıklamasıyla anladık ki, Amerika toplarıyla tüfekleriyle girecek buraya. Bir farkındalık yaratmak gerekiyordu ama öte yandan savaş karşıtı olmak yasaktı, “savaşmayalım” diyen vatan hainliği ile suçlanıyordu. Ben de yargılandım vatan haini suçlamasıyla. Savaş karşıtlığımızın herhangi bir orduya karşı düşmanlıktan kaynaklanmadığını anlatabilmek bu şartlarda çok zordu. Gençliğimizde yaptığımız, ‘Birini öldürür müsün?’ tartışmalarında ‘Hiçbir zaman, hiçbir koşulda kimseyi öldürmek istemem’ diyenlerin tarafında olduğumu hatırlıyorum.
‘Korku’nun ilk kaydından bu yana geçen yaklaşık 20 senede bütün o alkışlar, yuhalamalar, mahkemeler sana ne kattı?
Güzel soru. Bunlar benim hayatımın bir parçası oldu. Beni tanımlayan bir şey oldu. Yaptıklarımdan tabii ki pişman değilim. Cem karaca ile ilk sohbetimizde ‘Aman evlat konuya sakın sert girme canını çok sıkarlar’ dedi. Ama geç kalmıştı. Koskaca Cem Karaca yaşadığı sürgünler var, uğradığı saldırılar var. O gün “Kim bilir neler gelecek başıma” dedim. Geldi de... Belki başka türlü geçecekti yaşamım ama bu şarkılar yaşamıma bunları getirdi.
HERKESİN GIRTLAĞINI SIKARAK KÜRT SORUNUNU ÇÖZEMEZSİNİZ
Bugün yaşanılanları özellikle Kürt sorununun geldiği noktayı görünce yine ‘Korkuyorum anne’ diyor musun?
Diyorum. Tabii ki 1000 yılda inilen kuyudan bir günde çıkılmıyor. Bu bir süreç… belki nesiller boyu boğuşmak zorunda kalacağız. Benim şarkım da bir nebze olsun bu işin barış tarafına hizmet edecek. Çünkü ben insana yakışır olanın bu olduğunu düşünüyorum. İnsan olduğumuzu unutmamamız lazım. Bizim zaaflarımız var, hatalar yapabiliriz. Ama özür dileyebiliriz, vazgeçmek zorunda kalabiliriz. İnsan fleksibıl; eğilip bükülebilen bir canlı, değişebilen bir yaratık. Biz değişebilirsek sistemi de değiştirebiliriz. Sorunlar dev gibi önümüzde dururken ve biz bunları görüyorken bir çırpıda çözüme neden karar veremiyoruz, bunu anlayamıyorum. Barış kelimesi güçlü bir kelime. Barış hep zaferle gelen bir şey değil, aynı zamanda kendinden vermeyi de gerektirir. Belki çok değerli şeylerinizi vermek zorunda kalacaksınız ama barış verdiklerinizden çok daha değerli olacaktır. İnatlaşmaktan değil barıştan yana olmanın bugün çok daha değerli olduğunu düşünüyorum çünkü gitgide terörize oluyoruz. Bu devletin ideolojisi insanı ön plana koymamıştır. Bir insan tarifi yapmıştır ve bu tarife uyanları insan olarak kabul etmiş geri kalanlarını yok saymıştır. Devlet bu mantıktan, statükodan vazgeçmek zorundadır. Çünkü bu coğrafyada hoşgörü olmaksızın barış olmaz. Farklı kimliklerin, farklı kültürleri bir zenginlik olarak kabul etmeyip, tek tipleştirirsen huzur ve özgürlükten bahsedemezsin. Bu ülkede herkesle aynı hayali kurmak zorunda değilsiniz. Biz toplum olarak gerekli şekilde örgütlenebilirsek, fikir hürriyeti içerisinde kendimizi ifade edebilirsek iç barışı sağlayabiliriz. 1980’de ‘Terörü bir anda bitirdik’ dediler. Nasıl bitirdin? ‘Herkesin gırtlağını sıktık’… bu modelle bir yere varılmıyor. On yılda bir bu model Türkiye’de uygulandı. ‘Toplumsal barış’ asker sopasıyla sağlandı. Ama zorla güzellik olmuyor işte, on yıl sürüyor hepi topu. Sorunları çözmek için insani bir çözüme ihtiyaç var. O da nedir; akıl ve diyalogdur. Diller, kültürler, dinler kendilerini özgürce ifade edebilecek bir noktadaysa niye sorun çıksın ki? Türkiye’de Kürt sorunu 200 yıldır var. Bu sorunların çözümü demokratikleşmekten geçer. İnsanların demokratik alanlarda kendilerini ifade etmelerinin önü bu ülkede her zaman kapalı olduğu için şiddet kendine meşru alanlar buluyor.
40 yıl sonra Ermeni olduğunu öğrendin. Alışabildin mi yeni kimliğine?
Alışabildim mi? Ben kendi mikro tarihimle makro tarihi daha iyi anladım. Ailemin yaşadığı travmaları, sürgünleri görünce daha net gördüm bu ülkenin içinde bulunduğu durumu. Bu herkes için geçerli. Balkanlardan buralara sürülen insanlar için de geçerli. Baktım ki bizim ülke sürgün bölgesi. Herkes bir yerlerden sürülmüş. Bizim sosyal travmalarımız kökleri bu. Bu yüzden bazı adaptasyon sıkıntılarımız var, mutsuzluklarımız var, üretken olamamamız var. Biz bu gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya koyarsak, çözümde de samimiysek, doğruyu daha kolay bulabiliriz. Bu yalan perdesini kaldırmamız lazım. Ben kendiminkini kaldırana kadar 40 yıl geçti.
BİR ‘KORKU’ DAHA YAZMANIN ANLAMI YOKTU
10 yıla yakın bir süre geçti albüm yapmayalı neden bu kadar uzun bir ara verdin?
Bunun bir çok nedeni var; o dönemki piyasa koşullarından tutun da sağlık durumuma kadar. Kendimi daha çok konserlere verdim. Yeni albüm 2005 ile 2011 arasında yaptığım bütün kayıtları içeriyor. ‘Güneş kokusu’ 2006’da çıkması gereken bir proje aslında ama bir takım olumsuzluklardan dolayı yarım kaldı. Cem Karaca’yı kaybettik, Engin Baba’yı(Yörükoğlu) kaybettik. Güç kaybettiğimizi düşünüyorum, çünkü onların varlığı ile biz bir cepheydik. Onlar gidince o kadar daraldım ki hiçbir şey yapmak istemedim, 2005’te başladığım iş 2011’de ancak tamamlanabildi. Uzun sürdü ama çok da güzel oldu. Rock soundunu tekrar gündeme getirmiş olmaktan yana da memnumum. Çok güzel tepkiler alıyorum.
Sokak Şarkıları’nın büyük başarısının ‘baskısını’ hissediyor musun? İnsanlar çok kolaylıkla ‘Eski şarkıları daha iyiydi’ diyebiliyorlar…
Baskı hissettim tabii, bunu yadsıyamam. Ama bu baskı bende fikir olarak yoktu. Yani bir ‘Korku’ daha yazmanın anlamı yok. John Lennon beş tane ‘İmagine’ yazmak zorunda değildi. Baskı özgürlüğü kısıtlayan bir şey. Ben kimse beğensin diye yapmadım o şarkıları. Bilakis önce ben beğendim, önce ben savundum ve insanlara savunduklarımı anlatmaya çalıştım. Şimdi onların oldu. Fakat bu sefer yenileri dinlerken bir kıyaslamaya giriyorlar. Çünkü eski sevgililerini terk etmek istemiyorlar haklı olarak. Böyle bir itiş kakış sürüyor. Ama ben yine de kendimi şanslı hissediyorum. Deneysel müzik yapabilme özgürlüğü sadece alternatif müzik alanında var çünkü.
ALTERNATİF MÜZİK YAPMAK YETMEZ ALTERNATİF SANATÇI OLMAK GEREK
Alternatif müzik yapan grupların sayıları bir hayli fazla… Ne kadar alternatif sence müzikleri?
Pek çok grup var. Ama birbirlerine de alternatif olmak durumundalar. Alternatif müzik yapıyorum diyen ama birbirine benzeyen bir sürü grup var. Bu kadar çok grup olduğunda, üsluplarının da farklı olmasını bekliyor insan. Kimse risk almıyor, bir şey tutulduysa herkes aynısını yapmaya çalışıyor. Bunun tabii ki yaptığımız işin piyasasıyla da ilgisi var. Markette yer bulabilmek için bir takım soundlar herkes tarafından taklit ediliyor. Alternatif iddiasından olanların daha cesaretli olmalarını bekliyorum çünkü alternatif müzik yapmak yetmez, alternatif bir sanatçı da olmak gerekir. Geçmişe baktığın zaman, Moğollar’, Cem Karaca’ya, Barış Manço’ya… hepsinin ayrı soundları var.
NEFRET SUÇU İŞLEYENLERİN VATANSEVERLİĞİ ÖLÜ SEVİCİLİĞİ GİBİ
Arto Tunçboyacıyan ile bir grubunuz var. Yash-Ar adında. Nasıl oluştu bu grup?
Nefrete, kine karşı bir proje. Bu sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı savaş karşıtı olmakla beraber aynı zamanda nefret suçları diye bir şeyin varlığından toplumları haberdar etmek istedik. Tam da şu gördüğümüz yaşadığımız şeyler gibi. Deprem yaşayan insanların bir de böyle şeylere maruz kalması gibi. Ama bu yeni değil. Ermenistan’da 1987’de yaşanan depremde Hürriyet gazetesi ‘Allahlarından buldular’ başlığı atmıştı. Nefret suçu bu ülkede sakız çiğnemek gibi basit bir şekilde işleniyor. Ve bu suçu işleyenler de vatansever oluyor.
Çok korkunç değil mi bu! Böyle insanların sevdiği bir vatan nasıl bir şey olur ki; Ölü seviciliği gibi bir şey bu. İnsanlar nerede ve kim olarak doğacağını seçemiyor. Bundan dolayı suçlanmak çok korkunç. (İstanbul/EVRENSEL)
Evrensel'i Takip Et