08 Şubat 2015 04:30

Çoğaltılan çaresizlikler

Akif Kurtuluş’un ‘Ukde’si, üç bölümden oluşuyor: Şüphe, Utanç ve Yalan. Neredeyse yas sürecinin evreleri olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme aşamalarını izleyen bir yapısı var bölümlerin. Zaten konu edilen mesele de bir nevi yas değil mi?

Paylaş

Cem ZAMUR

En sonda söyleyeceğimi baştan da söyleyeyim: Ukde sarsıcı, yoğun, tek sözcüğü fazla yazılmamış şiir inceliğinde ilmek ilmek örülmüş, hem konusuyla, hem üslubuyla, hem de dokunduğu ve sağalttığı -veya sağaltmayı umduğu- yaralarla dikkate değer bir roman.
Akif Kurtuluş’un bir önceki romanı Mihman -ki onu da okumanızı öneririm- çoğunlukla Kürt meselesi üzerinden değerlendirilmişti. Mihman’a o açıdan haksızlık edilmiş, edebi başarısı yeterince anlatılamamış gibi gelmişti bana. Keza Ukde’nin de Ermeni meselesi üzerinden böyle değerlendirilmeye çalışıldığını görüyorum. Şüphesiz Kurtuluş bu meseleleri özellikle görüyor, tanımlıyor ve bunlarla hesaplaşıyor ama sadece konusuyla sınırlı kalamayacak bir edebi değeri, hikâye ediş biçimi ve dili de var Ukde’nin. Kurtuluş’un yazdıklarını takip edenler için çok da şaşırtıcı değil aslında bu durum. Yazdığı pek çok şeyde -şiirleri dahil- bu hesaplaşmaların izdüşümleri görülebilir zaten. 
Ukde, üç bölümden oluşuyor: Şüphe, Utanç ve Yalan. Neredeyse yas sürecinin evreleri olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme aşamalarını izleyen bir yapısı var bölümlerin. Zaten konu edilen mesele de bir nevi yas değil mi?

ŞÜPHE

İlk bölümde hem hikâyeyle tanışıyor hem de bizi neyin bekleyebileceğini görüyoruz. Şüphe’de önce kapaktaki defterin sahibi Nuri’den başlıyoruz okumaya, ardından Nuri’nin eşi Cavidan’ın iç sesiyle devam ediyoruz. Bölüm boyunca Nuri, Benjamin, Cavidan ve Cavidan’ın fakülteden sınıf arkadaşı Hamiyet dolaşıyor sayfalarda. Nuri’nin dört aylık Londra macerasında bir briç turnuvasında tanıştığı Benjamin Ağabey’iyle arasındaki incelikli dostluğun temelini ve gelişimini takip ediyoruz. Nuri hem onun hem kendisinin yaralarını -herkesin kendi yarasının üstüne kapaklandığını bilerek- sağaltmanın yollarını ararken, tuttuğu düzensiz günlük notları ve Benjamin Ağabey ile sohbetleri eşlik ediyor okura. Üstelik Nuri’nin anlamak ve hesaplaşmak amacıyla tuttuğu o notları, bizler de Cavidan gibi okurken anlamaya çalışıyoruz. Bu süreçte Cavidan’ın iç sesi belli belirsiz yönlendiriyor bizi. Yanlış tanıyacak kadar vaktimiz yok çünkü. Romanın kırılma, açılma noktaları hep ikili konuşmalarda öne çıkıyor. Nuri-Benjamin ve Cavidan-Hamiyet diyaloglarında karakterleri tanıyoruz.  Bazıları, konuşma cümleleri rahatlığıyla yarım bırakılıyor. Anlatan, anlaşılabilecek kadarını muhayyilemiz ölçeğinde dolduracağımızı tahmin ederek yapıyor bunu.  

UTANÇ

İkinci bölüm Utanç, Gurbet’in hikâyesiyle başlıyor ve Gurbet’in diğer karakterlerden farklı olarak kullandığı zamanımızın diliyle, bir anda günümüze ışınlanıyoruz. Cavidan ve Hamiyet anlattıklarıyla her ne kadar sarih bir resim ortaya koysalar da, Gurbet hikâyeye dahil olunca meseleler bir anda bugüne taşınıyor. Gurbet, Bedik, Gurbet’in babası (son bölümde adının Ahmet olduğunu öğreniyoruz), Ulaş ve yine Hamiyet’le, Cavidan arasında gidip geliyoruz. Gurbet’in hikâyesine başlarken ortada bir tuhaflık olduğunu sezsek de, yeni karakterlerin bizi nereye götüreceğinin merakıyla o dolambaçlı yola bile isteye giriyoruz. Girdiğimiz yol bu kez gerçekten de “Gurbet’in yolu”; karmaşık, çetrefilli, baş edilmesi zor. Gurbet, etnik kimliğinden bağımsız olarak da toplum tarafından kolaylıkla ayrıştırılıp kenara konanlardan. Akıllı, yeri geldiğinde doktorluk mesleğindeki uzmanlığı terk edebilecek kadar özgürlüğüne düşkün bir kadın. Bu özellikleriyle bile ürkütücü bir simge kişilik. Babasının halası Bedik’ten duydukları, sevgilisi Ulaş’tan duydukları, Cavidan’dan duydukları ve buna mukabil söyledikleri var. Ama hep az söylüyor Gurbet. Romanda en çok konuştuğu Cavidan’a bile neredeyse iç sesi kadar cümle kuruyor. İki kadının Sivrihisar’da buluşması ise, bir anlamda hesaplaşmanın başkentini Sivrihisar olarak işaret ediyor. 

YALAN

Son bölüm Yalan’da sadece kadın sesi duyuluyor. Kurtuluş, yerinde bir sezgiyle kadınlar üzerinden tamamlıyor anlatısını. Romanın son bölümünde Cavidan, Gurbet ve Hamiyet arasında gidip geliyoruz. Üstelik kitabın sonunda cümleyi yine yarım bırakarak “Siz tamamlayın,” diyor Kurtuluş bir bakıma. Bilen, bilmeyen, duyan, duymak istemeyen, yok sayan, saptıran hep birlikte cilasız ama sarsıcı cümlelerin arasından geçip, çoğaltılan çaresizliklerin arasında bir yol arıyoruz.
Bu noktada, sinema ile edebiyat arasındaki geçişkenliğin patikasında ipuçları bulmak ümidiyle sinemaya uzanmak istiyorum biraz.
Sinemada ait oldukları filmlerin önüne geçerek klasikleşen kimi kült sahneler vardır. Bunların ikisinden bahsetmek istiyorum. İlki, Michael Mann’ın senaryosunu yazıp yönettiği Heat (Büyük Hesaplaşma, 1995) filminden. Filmde yer alan türlü aksiyon ve akıl oyunu sahnesine rağmen çoğu izleyiciyi daha çok etkileyen, Robert De Niro ve Al Pacino’nun bir restoranda karşılıklı oturup konuştukları sahnedir. Eyleme geçecek olanla ona engel olmak isteyenin yüz yüze konuştukları masa başı müzakeresi. İki büyük aktörün karşılıklı olarak oynadıkları bu ilk filmden, nefis omuz üstü çekimlerle bezeli, harika bir oyunculuk gösterisi. Sadece diyaloglarıyla değil, mimik, jest ve vücut dilleriyle de oyunculuk sanatının zirvesinde bir sahne. Bir masada, iki adam karşılıklı konuşurken…
İkinci film ise daha farklı bir kategoriye oturuyor. Aksiyon yok, bir biyografik anlatı. IRA’nın bayrağı olmuş bir isim olan Bobby Sands’in ve cezaevindeki arkadaşlarının mücadele  hikâyesinin anlatıldığı, senaryosunu Enda Walsh’la birlikte yazan Steve McQueen’in yönettiği Hunger (Açlık, 2008). Filmde, “ölmeye yatan” Bobby Sands, Michael Fassbender’in harika oyunculuğuyla verilir, üstelik pek çok etkileyici plan ve sahne eşliğinde. Yönetmen ölüm döşeğindeki Bobby Sands’i Hz. İsa’ya benzer bir tasvirle bile izletir bize, benzerlik gerçekten ürkütücüdür. Ama o filmden de tüm çarpıcı ayrıntılara rağmen esas olarak tek bir sahne yer eder akıllarda. Bobby Sands’in hapishanede görüştüğü Peder Dominic Moran’la (Liam Cunningham) olan diyaloğu. Bir masada oturan iki adam ve neredeyse yirmi dört dakika süren, tek planla çekilmiş enfes bir sahne. Harika bir ışık kullanımı, bir çakmak, bir paket sigara ve unutulmaz cümleler. Eyleme geçecek olanla onu engellemeye çalışan arasında bu defa bambaşka bir diyalog geçer. Bir masada, iki adam karşılıklı konuşurken…
Her iki filmde de engellemeye çalışanların eylemsizlik davetleri bile isteye reddedilir; eylemcileri yollarından çeviremezler.
Bu iki filmden bahsetmemin nedeni, Ukde’deki kimi bölümlerin bana bu filmleri çağrıştırması. İlki, Cavidan ve Hamiyet’in yazlıkta sezon hazırlığında olan çay bahçesinde çayla başlayan, konyakla devam eden konuşmaları, romanın daha da açıldığı, edebiyatın söz söyleme gücüyle, ölçülü bir tavırla meselenin adını koymasıyla eşik atlatmış bir bölüm. Aynı bölümde Akif Kurtuluş’un Hamiyet üzerinden aktardığı özür dileme/affetme/affetmeme meselesi, gerçekten çok ustalıklı. Hamiyet’in geçmiş -ama yakıp da geçmiş- bir gönül ilişkisinden sonra o ilişkinin diğer öznesi üzerinden kurduğu cümleler, hayatınızın neresine koyarsanız koyun sırıtmayacak türden. O sözcükler, romanın ana temasının üzerinden daha da anlam kazanıyor. Hem Nuri’yi, hem Benjamin’i, hem Gurbet’i, hem Cavidan’ı, hem Hamiyet’in kendisini hem de tüm romanı haleleyen genel havayı betimleyerek, çözümüne ışık tutuyor. Hamiyet’in sözlerini roman bittikten sonra bir kez daha okursanız, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ama tüm bunların anlatıldığı yer bir çay bahçesi, sahne öyle kurulmuş. Bir masada, iki kadın karşılıklı konuşurken…
Diğeri romanın açıldıktan sonra rüzgârını alıp, yelkenini şişirip uçtuğu bölüm: Gurbet ile Cavidan’ın otelde yedikleri akşam yemeği. Yemekte söylenenlerle, itiraflarla, nasihat basitliğine düşmeyen hatırlatmalarla ve etkileyici iç seslerle desteklenen bir edebi başarı. Bir masada, iki kadın karşılıklı konuşurken…
Ve son olarak Cavidan, Nuri’nin defterini Gurbet’e verirken, dinlenme tesisinde yine bir masayı seçer. Masada verir defteri, orada anlatır son kez anlatacaklarını. O masada eski, yeniye verir hesaplaşmanın çetelesini. Nuri’nin defteri el değiştirir, o artık gelecekte yani Gurbet’tedir. Cavidan o yarayla, şüpheyle, utançla ve yalanla hesaplaşmayı iyi kötü başarmıştır. Gurbet kendi gerçeğiyle yüzleşmeye zaten hazırdır artık, değil mi ki Sivrihisar’a kadar gelmiştir. Cavidan o ipin ucunu defterle birlikte ona verip “Al,” der “yalansız bir hayat için bağla artık şu düğümün ucunu.” Gelecek gerçekten de uzun sürmüş müdür? Nuri’nin -kendi derdine de derman arayarak- sessizce anlama, onarma, özür dileme çabası -hatta Benjamin Ağabey bile- tekrar vücut bulacak, bu çaba yıllar sonra başkasının yarasına merhem olacaktır. Bir masada, iki kadın karşılıklı konuşurken…     
Yazının başından beri kitaptan alıntı kullanmamaya dikkat ettim, ama bitirirken Gurbet’in ya da bir anlamda geleceğin bize söylediklerine kulak verelim isterim: “Tamamlanmamış cümleler, kurarız bazen. Öznesi bellidir, yüklemi yerindedir hatta yazım kurallarına göre kusursuz cümlelerdir bunlar. Gerçektirler gerçek olmasına. Yine de bir büyük yalanın üstünü örterler. Bu kusursuzluk içinde, açığa vurulmamış, dilden kaçırılmış duyguların o sözcükler arasında yarattığı boşluğun adıdır yalan.”  
En başta ne demiştim: Ukde sarsıcı, yoğun, tek sözcüğü fazla yazılmamış şiir inceliğinde ilmek ilmek örülmüş, hem konusuyla, hem üslubuyla, hem de dokunduğu ve sağalttığı -veya sağaltmayı umduğu- yaralarla dikkate değer bir roman.

ÖNCEKİ HABER

Aile ve çalışma kıskacından aile kapanına

SONRAKİ HABER

Akdeniz’in Oğlu: Ahmet Erhan

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...