25 Ocak 2015 05:03

Yolun yarısında yoldan çıkmak mümkün mü?

DOT’un yeni oyunu İki Kişilik Yaz, romantik komedi severleri ziyadesiyle mutlu eder. Ama yazar David Greig’in romantik komedi klişeleri içine yerleştirdiği eleştiriyi, kullandığı klişeyi de gömen metni romantik komediye gıcık olanları da sevindirir. Yani size ne lazımsa o var oyunda. İstediğinizi alıp gidebiliyorsunuz. Bir defa umut var ki her eve lazım. Yönetmen Serkan Salihoğlu ve oyuncular Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek’le konuştuk.

Paylaş

Devrim ACAROĞLU

Helena, boşanma avukatı, şarap dolabının gümüş rengi kapağında yansımasına bakıyor. Bu gece yalnız olmak istemiyor. Bob, boşanmış, yasadışı işler peşinde, bedeni düğüm düğüm, her yerinden negatif enerji fışkırıyor, neşelenmek için Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ını okuyor.”

35 yaşın keskin virajında bugüne kadar onlara dağıtılmış kağıtlarla artık oynamak istemeyen iki insan, -bir kadın ve bir erkek yani- bir anda kendilerini kariyerleri için hiç iyi olmayan şeyler yaparken bulurlar. Tahmin edeceğiniz gibi kariyerlerine kötü gelen onlara iyi gelir ve bayağı mutlu olur, bir hayli eğlenirler. 

DOT’un yeni oyunu İki Kişilik Yaz, romantik komedi severleri ziyadesiyle mutlu eder. Ama yazar David Greig’in romantik komedi klişeleri içine yerleştirdiği eleştiriyi, kullandığı klişeyi de gömen metni romantik komediye gıcık olanları da sevindirir. Yani size ne lazımsa o var oyunda. İstediğinizi alıp gidebiliyorsunuz. Bir defa umut var ki her eve lazım. 

Yönetmen Serkan Salihoğlu ve oyuncular Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek’le konuştuk.

Oyunda bir yerde şöyle deniyor“Hayat bize kağıtları dağıtıyor, biz oynadığımızı sanıyoruz ama yapabildiğimiz sadece kağıtlara bakmak”. Bob ile Helena’ya bir romantik komedi kağıdı dağıtılıyor oyunun başında ama onlar ne o kağıda bakıyor ne de oynuyor sanki...
Serkan Salihoğlu: İkisinin de yapması gereken günlük işler var. Bir şarap evinde karşılaşıyorlar ama bu onlar için bir kırılma noktası olmuyor. Normal hayatlarına geri dönüyorlar. Yani olması gereken yerde bir kırılma olmuyor. O kağıda bakıyor, kısa bir süre oynuyor, biri elinde daha fazla tutmak istiyor belki ama kağıtları atıp yaşamlarına geri dönüyorlar. 

Tuğrul Tülek: Bu iki karakter de bu yaşa kadar onlara dağıtılan kağıtlarla yetinmişler. Ama ikisi de nihayetinde aynı anda, birbirlerinin sayesinde oyuna girmeye karar veriyorlar. Birbirlerinden güç alarak “Hayır ben kendim oynayacağım oyunu” diyorlar. Asıl hikayenin başladığı nokta da o oluyor. 

Gizem Erdem: Risk almayı kabul ediyorlar, buna karar veriyorlar.

Tuğrul Tülek: “18 yaşında yapamadığım şeyi bu yaşta yapabilirim ben” diyen bir maceranın içerisine giriyorlar.

35 yaşına kadar parçası olduğun oyunu bozup “Ben bu şekilde oynamayacağım” demek biraz ütopik değil mi? 

S.S: 18 yaşında birinin yapması beklenen bir şey olurdu. Zaten 35 yaşında birisinin bunu yapması mükemmel olan.

T.T: Katılıyorum.

G.E: Ben de...

Ben de katılıyorum ama zor değil mi, ona katılmıyor musunuz? Mükemmel ama zor...
G.E: Yapmaya cesaret etmek lazım. Çok radikal olmasa da bir ucundan değiştirmek lazım. Eğer mutsuzsan tabii. 

S.S: Asıl hedefleri Avrupa’yı gezmek bu ikilinin. Beraber geçirdikleri gece yolculuğu aslında o hayalin küçük bir denemesi. 35 yaşında iki insan o kadar parayla gece dışarı çıkmaz.

T.T: Dibine vuralım şu paraları demez.

S.S: Vursan da başka türlü vurursun. Restoranda şarap açarsın falan... evsizlere para dağıtmazsın. 

G.E: Zor dediğimiz şeyi de eleştiriyor. Zor dediğimizden yapamıyoruz diyor. Tabii demesi kolay da.

T.T: Çok merak ediyorum, sen neden zor olduğunu düşünüyorsun? Neden simdi daha zor, daha önce daha mı kolaydı?

35’inde eyleme girişmelerini “mükemmel” yapan şey zor olması değil mi. Oyunda da deniyor ya “35’e kadar gidersin, sonra yokuş aşağı”...
T.T: Neden biz böyle düşünüyoruz ki. 35’e geldik artık evlenip barklanalım diye düşünmek zorunda mıyız. Anne babalarımızı bu yaşa kadar eleştirip sonra biz de o kafaya girmiş olmuyor muyuz.

Dünden daha zor oluyor çünkü eğilim insanın düne göre daha fazla  sisteme bağlanması yönünde. Ev kredileri, kariyer planları, emeklilik fonları falan... Sistemin periferisinde yaşıyorsan nispeten kolay ama merkezde bir yerlerdeysen öyle değil. 
T.T: Aynen öyle. Kredi borcundan dolayı hayattaki pek çok şeyi erteleyen bir sürü arkadaşım var etrafımda. Çünkü ev aldılar falan filan.

S.S: Çünkü öncelik verilen mutluluk değil, güven. Önce güvenli hissedeceksin sonra güvenli hissettiğin noktadan mutluluğu yerleştirmeye çalışacaksın.

T.T: Becerebilirsen tabii...

SS: Tabii. O da sanal bir yerleştirme gibi zaten. Güvenli hissediyorum, sınırlarım da belli. O sınırları aşmadan o mutluluğu elde etmem lazım. Belki salt mutluluk sınırların ardında ama ona erişemem.  

HAP GİBİ O KİTAPLAR, İNANIRSAN HAPI YUTARSIN

Peki oyunun söylediği ile ‘Kişisel Gelişim’ zırvalarının önerdiklerini nasıl ayırabiliriz? Migros’ta kiloyla satılıyor ya onlar, “kendini gerçekleştir”, “hayallerinin peşinden git”, “Ferrari’ni sat” falan... 
T.T: Dediğin şey çok önemli. Bu oyunda kişisel gelişim sloganları yok, herkeste geçerli formüller yok. O büyük laflar yok. Onlar da insanı sistemin içine dahil etmeye çalışan, herkese bir şey yüklemeye çalışan kitaplar. Aynı kağıtları dağıtıyor yine sana bir şeyler yüklemeye çalışıyor. Ama bu oyunun derdi “bu oyunu izledikten sonra hep birlikte değişeceğiz” değil. Büyük şehrin karmaşası içinde kaybolmuş herhangi iki insan bunlar. Yalnız değilsin aslında diyor oyun ki birçok oyun bunu demeyi dert edinir. Tiyatronun arınması bu aslında, izlersin yalnız olmadığını anlarsın, değişirsin ya da değişmezsin, o sana kalmış. Doğru olan budur demiyor oyun... Hap gibi o kitaplar, inanırsan hapı yutarsın.

S.S: Dediğin doğru. Romantik komedi olarak adlandırılan ve el altında binlercesi olan hikaye anlatımının öğesini içinde barındırıyor ve bunu kullanıyor İki Kişilik Yaz. Bunu kullanırken “eat, pray and love”, “ye, dua et ve sev” gibi bir sonuca ulaştırmıyor ama seyirciyi. Böyle bitirmiyor. Oyunun bittiği nokta hikayenin bittiği nokta değil. Daha sonra ne yaptıklarını bilmiyoruz. Helena’nın, bir avukatın, beyaz yakalının büyük bir değişime uğrayıp bir sene Avrupa’da Bob’la takılıp takılmadığını bilmiyoruz. Onlar erdi muradına gibi bir durum yok. “Böyle yap hayat daha güzel olsun, şöyle et hayat harika olsun” gibi bir mottosu yok oyunun. 

G.E: İkisi de bir şeylerden kaçarken karşılaşıyorlar ve birlikte kaçmaya başlıyorlar. Yüzleşme gibi değil ama birbirlerini buluyorlar gibi daha çok. Bunlar hep hayatın doğalında oluyor. Biz de belki kendimizi rahat bıraksak... Bu tip kitaplardan medet umuyoruz, yoga yapıyoruz, psikiyatra gidiyoruz falan ya... Sonunda hiçbir şey olmuyor aslında (gülünüyor). Biraz akışına bırakmak lazım, yapmak istediklerini biraz da olsa yapmak lazım. 

T.T: Tabii siz bu hikayeyi neresinden girmek isterseniz, neresi size iyi geliyorsa oradan görüyorsunuz. Herkes kendine lazım olanı alıp gidiyor oyundan. Aaa ne güzel tatlı bir romantik komediymiş diyen de oluyor. 

MUTSUZ İNSAN MUTLU ŞEYLER İZLEMEK İSTİYOR

Mortgagelar, kariyer ve emeklilik planları derken sinemaya, edebiyata, tiyatroya geldiğinde sıra ne çok seviliyor romantik çılgınlıklar, uçarı aşklar falan...Herkes “doğru” kadını, erkeği ararken kendi gibi dertleri olan insanların hikayelerini değil de çılgınlarınkine neden bayılıyor hâlâ... 
T.T: Ben pek katılmıyorum buna. Herkesin kafasında aşk, sevmek, birine sarılmak da var. Çoğumuzun ihtiyacı var buna. Kötü bir şey değil zaten bu, keşke bağıra çağıra söylesek. Bu yüzden bu hikayeler bizi bir yerimizden yakalıyor. Bizi temel içgüdülerimize yönlendiriyor. Nihayetinde insan değişecekse bir başkasının varlığıyla daha güçlü hissediyor kendisini. Bizi güçsüz kılan bir şey değil bu...

SS: Türkiye’de sadece insan olarak hak ettiğin bir şey yok. Her şeyi kazanmak zorundasın. Yatırım yap ki kazan. Bunları düşündürtüyor bu konuşulanlar bana. İki insanın birlikteliği de bir yatırım gibi düşünülebiliyor pekala.

T.T: Çoğunluk böyle düşünüyor tabii. Mantıklı bir birliktelik peşinde yani. Ama insan yanımızdan da vazgeçemiyoruz.

S.S: Yaşamadığımız hayatlar daha çok ilgimizi çekiyor diğer yandan. O kadar mutsuz ki mutlu bir şeyler izlemeye ihtiyaç duyuyor insan.

G.E: Guguk Kuşu’nda Jack Nicholson’ın yaşadığı durumu muhtemelen herkes evinde, televizyon ekranının karşısında yaşıyor, paralize olmuş bir şekilde... İlaçlanıyoruz... O yüzden dışarı çıkıp biraz bahçelerde, yeşilin üzerinde oturup toprağın enerjisiyle biraz etrafla, doğayla ilgilenmek lazım. Dediğim komik duyuluyor ama böyle. Para kazanmak, iş yapmak lazım elbette de hayata karışmak da lazım. Sevdiğin işi yapmak, sevdiğin insanlarla olmak lazım. Bu oyun bu nedenle iyi geliyor. Zaten sistem yeteri kadar köreltiyor, dağıtıyor, emrediyor. Bu arada unutuyoruz kendimizi. Romantik komedileri de bu yüzden tercih ediyoruz, iyi geliyor çünkü onlar bize. ü

DAVID GREIG SEYİRCİNİN ALGISINI BOZUYOR

Sevişmek, baş basa şarap içmek gibi iki kişiye ait işler yaparken değil hayata karıştıklarında birbirlerini ve belki kendilerini beğeniyor Bob’la Helena. Bu oyunun Holywood tipi romantizme çelme attığı nokta diyebilir miyiz?
T.T: David Greig’in oyunu kesip kesip, “Bu bir Holywood filmi olsa böyle olurdu ama değil” dediği birçok yer var. Adamın derdi arada bir tokat atarmışcasına başka bir şey düşündürtmek. Romantik komedi dediğimiz janrdan kendini bu şekilde ayırıyor ve derinlik katıyor. Holywood klişelerini de kullanarak yapıyor bunu, tam tava getiriyor, yok öyle bir şey diyor, sarsıyor seyirciyi. Çok zekice yazılmış bir metin bu yüzden. Bozuyor seyircinin algısını.

S.S: Çok komik olabileceğini düşündüğüm ama uzun olabileceği için attığım bir sahne var. Bob ile Helena çok pahalı şaraplar alıp, sokaktaki metalcilere dağıttıktan sonra metalcilerle çıkıp çok pahalı bir  restorana gidiyor uzun bir masaya oturup ıstakoz söylüyorlar. Sonra da ıstakozlarla dans ediyorlar. Bu mesela yazarın politik tavrını açıkça ortaya koyan bir sahne. 

YA KAHRAMAN OLURSUN YA UCUBE

Karakterlerin içinden geldiği gibi dobra dobra konuştuğu ama hemen ardından “tabii ki öyle demedi” diye devam edilen sahneler var ya... Hep “makul” olan ifade bulununca devam ediyor sahne. Toplum olarak nasıl ve neden hep makulu söylemeliyiz? İçimizdekini olduğu gibi söylediğimizde patavatsız, kaba oluyoruz? Nerde öğreniliyor davranışlar mesela?
T.T: Ana dilimizi ediniriz ama ikinci bir dili öğreniriz gibi, bunlar da edindiğimiz davranış biçimleri. Kimse karşısına alıp öğretmiyor bunları. Kendimizi yalnız hissetmemek için korkarak kabul ettiğimiz hareketler zinciri. Sanırım hepimizin en çok korktuğu şey yalnız kalmak, yalnız kalmamak için çoğunluğun bir parçası gibi davranabilmek lazım. Biraz kendi yolunu bulduğunda kendine yakın insanları seçme ve yalnız kalmadan seçtiklerinle birlikte yaşama şansın oluyor. Çemberin daralıyor ama sen, sen oluyorsun. Çoğunluğun içinde kalmak daha güvenli tabii. Göze batmadan devam ediyorsun. 

S.S: Ortalama olman isteniyor böylelikle.

G.E: Bütün bu maruz kaldığın şeyler seni bir kutunun içerisine hapsediyor. Fikrinin ne olduğunun önemi yok. Yapman gerekenler var yapıyorsun. 

T.T: Ortalamanın dışına çıktığında ya ucube oluyorsun ya da kahraman. Dahi bir sanatçı olduğuna delil de olabilir yaptığın çılgınlıklar.

S.S: Ne yapsa yeridir oluyor sonra...

T.T: Olsun, ben yapabileyim de öyle desinler. İnancınla ilgili cinsel kimliğinle ilgili ortalamanın dışına çıkarsan ucube oluyorsun. Besin zincirinin en altındaki yaratık oluyorsun (gülünüyor) 

S.S: Hayatımız boyunca kendimizden ödün vere vere...

T.T: Kalmıyor (gülünüyor) 

S.S: O yüzden herkes aynı oluyor. Ama o kitaplar “sen farklısın” diye gaza getirmeye çalışıyor. Yok ama öyle bir şey.

ÖNCEKİ HABER

Halk ‘kurtarıcı’lardan kurtulmak için sandığa gidecek

SONRAKİ HABER

2015’e dönüş: Eller geleceğe biz geçmişe

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...