09 Haziran 2019 00:30

Bayram gelir ellere...

Bayram gelir ellere...

Görsel: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Bir bayram daha geçti ömrümüzden.

9 günlük bayramlarda İstanbul tenha olurdu, burada kalmayı tercih edenler bir yerden bir yere kolay ulaşabilmenin ve şehrin tadını çıkarırdı.

Bu sefer pek öyle olmadı. Üzerine düşünmek gerek, ya ekonomik krizde insanların tatil yöresi fırsatçılığına kaptıracak parası olmadığı içindir ya da belki tatil motivasyonuna sahip olmadıklarından.

Bayram dediğin barışmakla eş tutulurdu bir zamanlar, seçim gündemi malum, pek barış rüzgarı da esmedi zaten üzerimizden.

Hatta bunca sene sonra kendimizi bayramın “şeker” olup olmadığını tartışırken bulduk.

Feuerbach demişti ki:

Çağımızın, tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden şüphe yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar.

Hakikatler kenarda beklerken, kutsal addedilen üzerinden döndü yine birtakım mesnetsiz tartışmalar.

Hayretle izledim iktidar mensuplarının muhalefet adayı için söylediklerini. Bayram mesajlarını duymadım bile parti liderlerinin, şu hengamede kaynayıp gitti.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanını seçeceğiz. Bu cümleyi etrafa ve kendimize sık sık tekrarlamamız gerek sanırım.

Çünkü İmamoğlu’ya biçilenler içinde İstanbul’u Konstantinapol yapmak da var Rum Pontus Cemiyeti destekçiliği de. “FETÖ” iş birliğinden de bahsediyorlar PKK ile diyaloğundan da.

Bir aklıselim de çıkıp demiyor “Bir insan evladı tüm yasa dışı örgütlerin hepsi ile ittifak yapmayı nasıl başarmış olabilir, saçma sapan konuşmayalım?” Rakibin başarısına bakıp özeleştiri yapmak yerine, bu başarının anahtarını bir illegaliteye bağlamak, halkla olan kopuşu daha da hızlandırmaktan başka şeye yaramıyor. İktidar kendi diliyle kendi halkını suçlu ilan ediyor.

Sürekli tehdit altında, azar kıyamet içinde yaşarken biz de izanı kaybediyoruz. Bir mitingde belediye başkan adayını alkışlarken kendinizi Rum Pontus Cemiyeti üyesi bulabildiğiniz bir ortamda, kafaların gitmesi normal.

Eskilerde bir erdem olan nahiflik şimdilerde “Lan mahalle yanıyor sen niye hâlâ iyimsersin” öfkesiyle karşılık buluyor. Küçük zevklere sığınmak insana iyi geliyor ama “sardunyam açmış ona sevindim” diyebilmek cesaret istiyor. Sırası mı sardunyaya sevinmenin? Sen Trabzon mitingini duymadın mı?

“Bayramda badem ezmesi getirmişlerdi nereye koydun?”, “S-400’leri nereye koyacaklar diye bakıyordum, ne dedin duymadım?”

Kimin nerede neye patlayacağı belli değil, geziyoruz öyle barut fıçısı gibi.

Bir film seyrettim: The Purge

Arınma Gecesi diye geçiyor. Gelecekte bir tarihte, Amerikan yönetimi değişmiş, yeni bir kurucu başkan var. İşsizlik yüzde 1, suç oranı sıfır.

Senede 1 gün, akşam 19.00’dan sabah 07.00’ye kadar tam 12 saat boyunca her suçu işlemek, cinayet dahil serbest. Emniyet, askeriye, itfaiye, hastane hizmetleri verilmiyor.

Buna içlerindeki nefreti bir günde boşaltıp arınma diyorlar, toplumun şiddetten uzak kalışını buna borçlu olduklarına inanıyorlar.

Bu geceyi sorgulamak zaten iktidarı sorgulamak olduğu için çok da mümkün değil.

Ekonomiyi de canlandırmış, çünkü güvenlik sistemleri sektörü almış başını gidiyor. Her sene yıkılan yakılan evlerle inşaat işlerine de can gelmiş, yoğun ölümlerle cenaze tarafında da iyi rant var.

Kapitalizm tam gaz, haliyle bu arınma gecesi de en çok fakirleri vuruyor; güvenlik sistemi yaptırma şansı olmayanları.

Film boyunca, o komşularına karşı nazik, o çimlerini biçerken kokusuyla huzur dolan, geleceği için iyi üniversiteler planlayan, ailesiyle akşam yemeklerinde neşeyle şakalaşan insanların içinden çıkan nefret ve öfkenin şaşkınlığını yaşadım.

Dışarıdan ideal görünen bu toplum, bir katman altında nasıl bir öfke gizliyordu?

Bu insanlar bütün sene güler yüzle gezebilmelerini “Seni öldürmeme 210 gün kaldı aslanım” diye düşünmesine mi borçluydu?

O kadar sıradanlaştırmışlardı ki ölümü, arınma gecesinin ertesinde, o gece ölenlere anma yapıp, toplumun arınmasına olan katkıları sebebiyle vatanseverlikleri için teşekkür ediyorlardı.

Film bir korku filmi. Çünkü insanların içlerinde gizledikleri öfke korkunç. Dışarıdan sakladıkları iç yüzleri, hırsları.

Dillerini tutmak zorunda kalmadıklarında, ortadan yargı kalktığında, suçlanmayacaklarını bildiklerinde, suç devlet eliyle desteklendiğinde ortaya çıkan sonuç: korkutucu.

Bunu “arınma” olarak adlandırmak, sonsuz bir özgürlük gibi lanse etmek ancak filmlerde olur gibi gelse de bazı anlar çok yaşanası olmasıyla dehşete düşürüyor.

Sosyolog Zygmunt Bauman, Özgürlük kitabında bu kavramı toplumların ve rejimlerin çizdiği sınırlar etrafında irdelerken felsefi kabulün ötesinde özgürlüğe toplumun bir kısmı tarafından ulaşılabildiğini anlatır.

“Kişinin koşullarına ne kadar hakim olduğuna dair öz farkındalığı, insanoğlunun kolektif bir kazanımı olarak ifade edilir. Amaçlı, kendini bilen, mantık tarafından yönetilen insan davranışı toplumun böyle ussallaştırılmasıyla tanımlanır. Nihayetinde belirsiz bir “insan”ın edinimleri hakkında açıklayıcı değil kafa karıştırıcı açıklamalarda bulunur.

Şu açıklama buna güzel bir örnektir: “Dünya hakimiyetini ya da en azından bunun olasılığını insan ussallaştırma yoluyla kavramıştır. İnsanlar kaderlerinin efendileri olarak Tanrı’nın yerini almışlardır. Tanımlanmamış olarak bırakılan şey, efendiler olarak Tanrı’nın yerini alan insanlar ile kaderlerine hükmedilen insanların aynı olup olamayacağıdır.”

Özgürlüğün tanımı ve kapsamı iktidarlar elinde değişiyor. Ancak hükmedenin de değişebileceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Şu an için kontrol edilemez bir kadına şiddet sorunu, çocukların suiistimali söz konusuyken buna acil bir önlem alınmamasına inanamazken, öte yandan da birileri en uç noktada tehdit ve ispatı imkansız iftiraları rahatça savurabiliyorken tüm dünyanın kabul etmeye uluslararası antlaşmalarla zorunlu kılındığı “barış”ın iyiliğini söylemek, savunmak cezaya tabi olabiliyor.

Norbert Elias “Dikkat çekici olan şey, yanlış eylemleri ya da apaçık adaletsizlikleri gördüğümüzde onları tanıyabilmemizdir. Bizi şaşırtan, her birimiz yalnızca zararsız eylemlerde bulunurken tüm bunların nasıl meydana geldiğidir. Hepimizin tiksindiği bu korkunçlukları açıklamak için tezgahlar ve suçlayacak birilerini ararız. Tüm bunları planlayan ya da bunlara neden olan bir kişi ya da grubun olmadığı fikrini kabullenmek zor gelir” diyor.

Kendi dünyamızdan, tanıdığımız hiç kimsenin bir kara lekesi olmadığına inanan ufak dünyamızdan bakınca, kimdi bunca kötülüğü gerçekleştiren? Sadece ekmeğinin derdinde olduğu için yakındığı sisteme çalışanlar mı? Topluma karşı hassas söylemlerde bulunup özel hayatında karşısında durduğunu söylediği şiddeti yaşatanlar mı? Fikir özgürlüğünü savunduğunu söylerken bunun kapsamına kendisi gibi düşünmeyenlere hakaret hakkını dahil edenler mi? Bir market sırasında kaynak yapıp öne geçmeyi maharet sayıp, kadrolaşmayı eleştirenler mi?

Ya bu yaşananlar tek bir kişi ya da grubun yüzünden değil bizim de esnettiğimiz kuralların sayesindeyse?

Bunu hem iktidar hem muhalefet kendi açısından sorgulamalı.

İmamoğlu’nun gördüğü ilgi bir dış güç ya da illegal yapıların desteği yüzünden değil, toplumun yönetime tepkisinden olduğu gibi, bu iktidarın 17 yıla yayılan hükmü, iktidar ile benzer tahammülsüzlüğümüzün ve büyük bir kesimin buraya çalışmayı sadece “ekmek” parası olarak görmesinden değil miydi? Bizim büyük umutsuzluğumuzun ve kabuğumuza çekilmemizin de katkısı olmadı mı? Herkesin o kadar kesin ve net doğruları vardı ki çoğu zaman kimseleri birlikte yürüyecek kadar kendine yakın ve yeterli doğrulukta göremedi.

Guy Debord hem sinemacı hem de tarihin en karamsar filozoflarından. 1967 senesinde “Gösteri Toplumu” isimli bir eser yayınladı. Okuyup ikna olursanız düşündüreceği şey şudur:

Gösteri toplumunda kurtuluş vaatleri de bir gösterinin parçasına dönüşür, sahteleşir. Tüm dünya aynı gösterinin sahnesine, bizler de hem oyuncu hem de seyircisine dönüşürüz.

Çıkış göstermez, Debord’a göre çıkış yoktur.

Velev ki çıkış yok, yine de gösteri dünyasında en azından şovun kalitesine ve yaşam alanının genişliğine oynamak mümkün.

Bunca seçim geçti 5 yılda, kazanım için ortak paydaların en küçüğü, ortak bölenlerin en büyüğü üzerinde uzlaşmak yeterli olacaktı. İnandığımız değerlerin köşelerinin dahi törpülenmesine izin vermeden bir adım yol kat etmek mümkün değildi.

Daha önce yazmıştım: haklı ve iyi olmak kazanmak için yeter şart ve koşul değil, dünya adil değil. Güçlü, inatçı, planlı, öngörülü ve hırslı da olmak şart. O yüzden umut kelimesini kullanırken iyimserlik yanını değil, direngen kısmını kullanırım.

En karamsarlardan Debord dahi Sun Tzu’dan alıntı yapmadan edememiştir kitabında:

İçinde bulunduğunuz durum ve koşullar ne kadar tehlikeli olursa olsun, umutsuzluğa kapılmayın: asıl her şeyden korkulacak durumlarda korkulacak hiçbir şey yoktur.

Tehlikelerle kuşatıldığınızda bu tehlikelerin hiçbirinden korkmayın, çaresiz kaldığınızda elinize ne geçerse ona güvenin. Gafil avlandığınızda, düşmanı gafil avlayın.

Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz daha var, birbirimiz: çaresizlik anında güvenebileceğimiz.

Artık korkunun verdiği suskunluğun sonuca bir faydası yok, yasak ve cezanın nereden geleceği belli değil. Konuşmak için kocaman bir buzdağı mevzusu dururken suyun ph değerine kafayı takmak gibi gereksiz konularla birbirimizi yıpratmak değil, bir arada durabilmek gerekli.

Tahammülsüzlüklerimizde söz ağızdan çıkmadan önce bir kez daha düşündürmek dileğiyle yazdım bunca yazıyı.

Yeterince yıpratıldık, hırçınlığımız normal. Ama derin bir nefes alıp asıl mücadelenin barışçıl ve insan kalabilmek olduğunu unutmamalı. Baskıcı bir rejimin çizdiği özgürlük sınırlarına direnirken başkalarının yaşamına, bakış açısına şahsi özgürlük sınırları koymak ne kadar mantıklı?

Biraz esneklik, rahatlık ve hayat gerek bize.

Dönüş yolundaki tüm tatilcilerin ruhunun dinlenebilmiş olması ve selametle evlerine varmaları dileğiyle, daha mülayim bir pazar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...