24 Temmuz 2015 01:00

Vahşeti görmek istememek

Vahşeti görmek istememek

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Suruç katliamı ertesinde basında yer alan bütünlüğü bozulmuş ölü beden fotoğrafları bilhassa Türkiye’nin batısında tepkiyle karşılandı.
Sıradan medya izleyicisi adeta basın etikçisi kesilmiş.
Ege’nin plajlarında güneşlenirken gazete okuyanlar, İstanbul kafelerinde olan biteni tartışanlar, sosyal medyada olaylara yorum getirmeye çalışanlar rahatsızlıklarını dile getiriyorlar: “Bu fotoğraflar yayınlanmamalı!”, “Gazetecilik etiği nerede kaldı?”, “Basın sorumsuz davranıyor ve ölen canlara, onların ailelerine saygısızlık yapıyor.” Kobane’deki Kürtlere yardım götürmek için Türkiye’nin Suriye sınırında bir kente giden ve orada kendilerini bekleyen sinsi bombalarla vücutları darmadağın olan gençlerin katliam sonrası görüntülerini görmemek, o ana bakmamak için ciddi bir direnç var.
Kuşkusuz, bakan kişiyi travmatize eden görüntüler bunlar. Bir yandan hepimizi ölümün ontolojik gerçekliğiyle korkunç bir şekilde yüz yüze bırakan, ama diğer yandan da ölü bedenlerin bir saniye evvel kanlı canlı bireyler olarak yaşamakta oldukları gerçeğini unutturan, az önce canlı olduğu anlaşılan özneyi nesneleştiren fotoğraflar.
Suruç katliamı görüntüleri medyada yayınlanmalı mı? Yayınlanmayacaksa, o an orada olmayan ve öldürülen insanların acısına tanıklık etmeyenler bu büyük insanlık suçunun derecesinden nasıl haberdar olacaklar? Yayınlanacaksa, nasıl yayınlanacak? Bir yanıyla teknik, bir yanıyla da gazeteciliğin etik yanına vurgu yapan bu tartışmanın temelde olumlu olduğunu düşünüyorum ve kendimce bu tartışmaya katılmak istiyorum.
Savaş ve felaket fotoğraflarının basında yayınlanması meselesi uzun yıllardır tartışılan konu. Kathryn Harakal, “Tanık ve kanıt olarak fotoğraf: Kosova’nın kayıp insanları” adlı çalışmasında şunu sorar: “Savaş koşullarında yaşananları bilmek, anlamak, hatırlamak, idrak ve kabul etmek için önce görmek gerekmez mi? Bunun için ille de kışkırtmaya, ölenlerin ailelerine saygısızlık yapmaya gerek yok.” Dün ve bugün, ölen ile geride kalan arasında bir simgesel bağ kurmak gerektiği açıktır. Savaş, soykırım, insanlık suçları ve benzeri travmatik olayların ardından travmanın görsel olarak temsil edilmesi, kurbanların hatırlanması ve sağ kalanların yas tutabilmesi için öncelikle acının yaşanmışlığının hissedebilmesi gerekir. Yaşanan acının büyüklüğü idrak edilebilmeli ki, hem bu acıyı yaşatan sorumlulardan hesap sorulması gerekliği idrak edilsin, hem de geride kalanların bundan böyle benzer acılar yaşamamaları için gerekli önlemler alınsın.
Lakin Barbie Zelizer’e göre vahşet görüntüleri ve benzer imgeler yaygın söylemle medyanın tiraj ve reyting tutkusuyla aşırı kullanıldığında izleyicide bıkkınlık ve bakmama hissi yaratabilir. Nitekim Ege plajlarından ve İstanbul kafelerinden yükselen “ay göstermesinler şu fotoğrafları” nidaları buna alâmettir. Lakin günün sonunda bu haklı serzenişin yan etkisi vahşetin gerçekliğine bakmama, görmeme, hatırlamama, sorumlulardan da hesap sorulması için harekete geçmeme olarak tezahür edebilir.
Gazeteciler vahşet görüntülerinin nasıl ve ne derece yayınlanıp yayınlanmayacağına işte bu sorunlu alanda karar vermek zorunda. Bir yanda ölümün mahremiyeti... Ölen canın bedenine ve ruhuna saygı söz konusu. Elbette yaşama hakkına duyulan hassasiyet ölene ve yakınlarına da duyulmalıdır. Öte yandan, fotoğrafın kanıt teşkil etme değeri var. Birileri yaz tatilinde gezdikleri, yedikleri, içtiklerinin fotoğraflarını Facebook’ta paylaşıp birbirlerini like ederken; Türkiye’nin tatil beldelerine “çok uzakta” bir yerlerde meydana gelen bir katliam ve kurbanlar söz konusu. Orada, o an, gerçekte ne olduğu ile devletin ne olduğunu kamuya dikte ettiği şey arasındaki karanlık alanı şeffaflaştırmak için gazeteciler bazen hoşa gitmese de katliam görüntülerini yayınlamak durumundalar.
Peki, Suruç katliamı haberlerinde medya etikçilerinin sıkça vurguladığı “ölü sevicilik” var mı? Kanımca yok. Suruç haberlerinde kamunun maalesef maruz kaldığı ölü beden görüntülerine karşı bakmak istememe, görmekten çekinme, dolayısıyla da acıyı es geçip, gerekirse hiç hatırlamak istememe tavrı var. Toplumumuzda Suruç katliamında öldürülenlerin beden mahremiyetine ve yakınlarının acısına karşı gerçekten bir hassasiyet olsaydı, evlatlarının cenazelerini polis baskısıyla gece yarısı, gizlice kaldırmak zorunda kalan insanların düştüğü duruma karşı da geniş tepkiler yükselirdi. Oysa, yine çoğunluğu Alevi olan kurbanların ailelerine destek yine sadece solculardan, Kürtlerden ve Alevilerden geliyor. Toplumun geride kalan “büyük” kesimi ise sadece görmemek, bakmamak, anlamamak için direnç sergiliyor.
Toplumun büyük bir kısmı yaz günü işi gücü yokmuş gibi kalkıp savaş içinde büyümüş çocuklara okul yapmak, oyuncak götürmek için yola çıkan gençlerle empati kuracak duyarlılığa sahip değil. Bombalarla parçalanan bu insanların ölümlerinin içerdiği gerçekliği anlamak için onlara bakmaya hazır değil. Orada, o anda tam olarak ne olduğunu anlamaya da istekli değil. Kobane’ye yardım götüren insanların bir zamanlar kanlı canlı bireyler olarak var olduklarının, ama artık bir daha asla geri gelmeyecek şekilde yok olduklarının kanıtı olan o fotoğraflar çoğunluğu rahatsız ediyor. Çünkü o fotoğraflarda yer alan cansız bedenler kendilerine veya yakınlarına ait değil ve hiçbir zamanda başlarına böyle bir şey gelmeyeceğinden eminler. Olay yeri fotoğraflarına bakıp da rahatsız olanlar “Benim başıma gelmez, ben güvendeyim” duygusuyla uzakta yaşanan acıyla empati kurmuyorlar. Son günlerde etrafımda gözlemlediğim “etikçi” görünümlü bireylerin gerçek ruh hali kanımca budur.
Peki, Suruç’taki ölümleri sıradan, seyirlik bir nesne haline getiren medya kurumları yok mu? Var. Bu medya kurumları ölümün içerdiği dehşetin içini boşaltıyor mu? Evet. Ama bütün bunlar olmasa halkımızın çoğunluğu Suruç’ta öldürülenlere karşı daha büyük bir empatiyle mi yaklaşacak? İşte bundan kuşkuluyum. Ölü bedene saygı, ölen öldüğüyle kalmalı, biz bakmayalım, görmeyelim, işimize dönelim mantığı değildir. Bu nedenle, durduk yerde medya etikçisi kesilen bir kısım medya izleyicisinin haklı tepkilerini anlamakla birlikte, fotoğrafın kanıt teşkil etme gücünü de es geçmemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ancak toplumca yaşadığımız acıların kanıtları olduğu müddetçe o acıların bir daha yaşanmaması için duyarlılık geliştirilebiliriz.
Özellikle bizim de içinde bulunduğumuz, şiddetin, ölüm ve katliamın çok fazla yaşandığı Ortadoğu coğrafyasında acı ve umutsuzluk birlikte yol alan duygular. Bahar Balcı’nın “Savaş fotoğrafları bağlamında ölüm ve mahremiyet” konulu tezinde çok güzel ifade ettiği gibi, “savaş alanlarında, vahşetle ve ölümle yüz yüze gelen sivil insanların tutunabileceği tek umut ışığı, savaşın sona ermesi ve eski normal günlerine dönebilme ihtimalidir. Bu umut, bazen uzaklarda bir yerlerde birilerinin bu çaresizliklerini görerek kendilerine uzatacağı bir eldir. Bu nedenle haberciler bazen bu umuda ışık tutacak insanlar olarak görülmektedirler. Normal şartlarda hiç kimse, çaresizliklerinin ya da kendi yakınlarının ölmüş bedenlerinin teşhir edilmesine izin vermezken, bu görüntülerin vahşete son vermesi umudu, yakınların çaresizce gazetecilere izin vermelerine neden olmaktadır.”
Vahşet görüntülerine bakmak veya bakmamak kişinin kendi tercihidir ayrıca. Bakanın baktığı görüntüye dair hissiyatı ve tepkileri geçmişteki hatıralardan ve o andaki duygulanımlarından süzülerek oluşacaktır. Asıl mesele vahşet görüntülerine bakanların onu gördükten sonra olan bitene karşı nasıl bir tepki verdikleri, verecekleridir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...