29 Eylül 2014 19:10

Kobanê namustur

Fulya ALİKOÇ
“….

NAMUSTUR”
Yaklaşık 4 saati bulmuştu Kobanê içindeki yürüyüşümüz. Üç dört yaşında eliyle zafer işareti yapan, çıplak ayaklı çocukların gözleri olmasa… Zaten kıtlıkla boğuşan Kobanêli kadınların ellerindeki sınırlı miktardaki suyu kovalara doldurup sokakta bardaklarla bizimle paylaşan (kız)kardeşlikleri olmasa… Yanımızda, kılımıza zarar gelmesin diye -belki de cepheyi bırakıp gelmiş- kadın erkek YPG-YPJ’liler olmasa… Evet, belki tüm bunlar olmasa Türk Silahlı Kuvvetleri ve içi dışı çirkinlik dolmuş, halkın vekillerinin çağrılarına cevap dahi vermeyen bakanlıklar amacına ulaşabilir ve pişman olabilirdik sınırı delip geçtiğimize. Ama… O çocuklar vardı. O kadınlar vardı. YPG-YPJ vardı. Ve biz sınırları tanımamıştık; Kobanê’deydik. Birkaç adım sonra, Türkiye tarafında tepeye yazılmış yazı daha net görülüyordu artık: “HUDUT NAMUSTUR”. Devletin, tüm o kadın ve halk düşmanlığı, tüm o eril aklı, tüm o eril dili en militarist biçimiyle karşımızda duruyordu. Biz hududun namusuna halel getirmiştik. Sınırın bir yakasından öbür yakasına sürülerek, bir nevi, “namus” diyeti ödetiliyordu bize…

İSTANBUL’DAN YOLCULUK

Halel getirişimiz İstanbul’dan başlamıştı bir gün önce. İstanbul’dan kalkan tüm araçlar arandı, tarandı; kılın tüyünden bahaneler bulunarak bağlandı. Çevik kuvvetin kontrol ettiği araç muayeneleri… A4 kağıda alelacele el ile yazılmış, Urfa valiliği tarafından gönderildiği iddia edilen ve İstanbul’dan çıkışın yasaklandığını bildiren tebligatlar… Gerçek bir saçmalığın karşısında aklın söyleyebileceği pek az şey vardır. Biz de pek bir şey söyleyemedik zaten. Kendi yöntemlerimizle başımızın çaresine bakacaktık. Beyoğlu’ndan yaklaşık 60 kişi parça parça özel binek araçlarla Kurtköy’deki buluşma noktasına ulaşmaya çalıştık. Biz, 18 kişilik bir ekip hayvan taşıyan bir aracın kasasında, kımıldayacak bir santim bile olmadan, oksijensiz kalarak 1,5 saatlik bir yolculuğun ardından buluşma noktasına vardık. İnsan yazarken bile yoruluyor. Kararlılık ve inanç olmasa çekilecek eziyet değil anlayacağınız. Sonrası bildik tanıdık. Güç bela çıkabildiğimiz yolculuk boyunca engellemeler, aramalar… Terörle Mücadele’nin söyleyip Trafik Şube’nin yazdığı cezalar…

SURUÇ’A VARIŞ

Urfa’ya girdiğimiz andan itibaren, özellikle Birecik’ten Suruç’a kadar, yol üstündeki köylerde pencerelere, damlara koşup zafer işaretleriyle bizi selamlayan kadınlar ve çocuklar… Çobanlar… Esnaf… Devletin her direnç kırma hamlesi, her eziyeti bir adım sonrasında halkın umut dolu bakışlarında şifa buluyor gibiydi. Kürdistan halkı bizden, biz Kürdistan halkından umut ve inanç tazeliyorduk. En çok da ilkokul bahçelerine yerleştirilmiş Suriyeli sığınmacıların selamları… Biraz da şaşkın bakışları… Uzuuun bir süre yalnız kalmışlığın dost eli bulduğu zaman yaşadığı anlam verme çabası okunuyordu. Bir yandan batı kentlerinin sterilliğinde topladığımız yardımların ne denli hayati olduğunu ama öbür yandan ne kadar yetersiz olduğunu görebilirdiniz. Sınır köyü Bethe’ye (Eğrice) varana kadar defalarca tekrar eden iç sesim buydu: “Başka bir şey de yapmak lazım”. Bir nevi “o” şeyi yapmak için buradaydık ama… Ama’lı idi işte.

SINIRDA NÖBET

Bethe’ye vardığımızda HDK-HDP bileşenlerinden oluşan komite, bizi 40-50 kişilik gruplar halinde 20-30 metre aralıkla sınırın 500 metre uzağına yerleştirdi. Savaş tam karşımızdaydı. Roket, top, silah sesleri… İlk gittiğimizde yadırgadığımız çatışma seslerine biz bile alışır olmuştuk bir süre sonra. Gece boyunca sabaha kadar sınırda nöbet tutuldu. Sınırdan gelen ya da sınıra giden her araç durduruldu, arandı; Türkiye’den IŞİD’e katılan, IŞİD’den Türkiye’ye geçen olmasın diye. İdeal koşullarda halkın güvenliğini sağlaması beklenen devletin işini Kürdistan halkı yapıyor, biz de onlara omuz veriyorduk. Ara ara, bir umut, sesimiz karşıdan duyulur diye… Biz buradayız, demek için, “BijîBerxwedana YPG” sloganları atıyorduk hep birlikte, binlerce kişi.

26 Eylül sabahı oldu. Her sabah gibi o sabah da IŞİD vahşetinden kaçan aileleri taşımıştı. Bir kısmı köydeki Eğrice İlkokulu’nun bahçesindeydi. Savaşın gölgesinde hâlâ çocuk mudur bir çocuk? Tarama seslerine alışkındılar sanki. Küçücük bedenlerini hala titreten roket sesleriydi. Suruçlu çocuklardan Türkçe öğretmelerini istemişlerdi gelir gelmez. “Senin adın ne”, “Acıktın mı”, “Acıktım”, “Ekmek”… İlk öğrenilen kelimeler. “Merhaba”dan bile önce geliyordu öğrenilecekler listesinde.Kadınlar biraz daha ürkek, binlerce insanın burada ne aradığını merak ediyor gibiydi fotoğraflarını çekmek istediğimde. “Rojnamerojname” deyince, içlerinden yaşlıca bir teyze bir şeyler söyledi. Kürtçe bilmediğim için hiç bu kadar canım yanmamış, kendime hiç bu kadar kızmamıştım. Genç bir kadın çat pat Türkçesiyle çevirmeye çalıştı: “diyor ki yaz, yaz”

Köylülerden pek bir şey talep etmemeye çalışıyorduk. Hem, zaten Kobanêlilerle birlikte 3-4 katına çıkan hane nüfusuna yük olmamak için hem de bize yardım ettikleri gerekçesiyle baskı yapan devletin eline koz vermemek için. Ama az buçuk Türkçe konuşan bir ablanın ısrarına dayanamayıp davetine icabet ettim. “Erkekler başının çaresine bakar. Gel, tuvalet, su ihtiyacını gör” dedi. Girdim. İstanbul’dan gelen başka arkadaşlar da oradaydı. 8-9 yaşlarında bir erkek çocuğu çayımı koydu. Kobanê’den geleli 10 gün olmuş. Babasını ve abisini cepheye gönderip annesi ve kardeşleriyle gelmişti. Bir çocuğun hikâyesi hepsinin olunca hangi birini anlatmalı? Savaş bir çocuğun gözlerinden, yere değen çıplak ayaklarından okunabiliyorsa hangi kelimeleri kullanmalı?

SINIRLARI SIFIRLAMAK

Öğleye doğru çatışmalar yoğunlaştı haberi geldi. İstanbul’dan gelenlere otobüslere binme çağrısı yapıldı. Sınıra gidiyorduk, sıfır noktasına. Yüzlerde en ufak bir tereddüt bile okuyamazdınız. Sıfır noktasındaydık. Ciğerin bir yarısı yanıyorsa öbür yarısı n’etsin? En önde kardeşleri cephede IŞİD denen çeteye hepimiz için, insanlık adına savaşan Kürt gençleri, hemen arkasında biz… Tüm o çatışma sesleri arasında TSK’nın koyduğu tel örgüler teferruattı. Her teferruat gibi bir anda yıkılıverdiler zaten. Oradaki birkaç asker bile ne yapacağını şaşırmıştı. Tel örgüleri aştık. Kobanê sınırını belirleyen demiryoluna kadar yaklaşık 300 metrelik mayınlı arazinin ortasındaki patikadan yolu bilenlerin rehberliğinde bizi bekleyen Kobanêlilere kavuşmamız çok kısa sürdü. Sınır, binlerce kişinin “BijîBerxwedana YPG”, “BijîBerxwedanaKobanê” sloganlarıyla inliyordu.

“Bu sınır kalkacak, Kürdistan birleşecek” demişti bir genç köye ilk vardığımızda. O gelecek zaman kipinin bir provasını yaşıyorduk. Akrabalarına ve yakınlarına kavuşanlar, kucaklaşanlar… Köylerinden kaçıp sınırın yakınına çadır kuran, her an Türkiye’ye geçmeye hazır aileler, kadınlar, çocuklar… Kobanê sokaklarında merkeze doğru sloganları bir an bile kesmeden ilerliyorduk. Evinin kapısında, sağ elinde henüz bir yaşını bile doldurmamış bebeği, sol elinde silahıyla dimdik duran Kobanêli kadındı, “özgür vatan savunması” dedikleri. Çıplak, tozlu ayaklarıyla, gözlerindeki ışıkla, zafer işareti yapan ve bize slogan attıran, tüm o yoksulluğuna rağmen umudun vücut bulmuş hali olan 5 yaşlarındaki çocuktu. YPG’li gençlerin dimdik duran, direngen ve kararlı bedenleriydi. Bir ciğerin iki yarısının buluşmasıyla bayram yerine dönmüştü Kobanê merkezinin sokakları.   

MAYIN TEHDİDİYLE TERBİYE ETMEK

Yandaş medyanın “1 saat içinde fikir değiştirip geri döndüler” diye komik bir çaresizlikle itibarsızlaştırmaya çalıştığı bu kavuşmadan geri dönme vakti geldi. Geldiğimiz yoldan aynı coşkuyla geri dönüp demiryolunu aşarak mayınlı araziye vardık. TSK, topunu tankını tüfeğini toplamış, asker yığmış bizi bekliyordu sıfır noktasında. Patikadan ilerledik. Bir ucumuz Türkiye sınırının sıfır noktasında, bir ucumuz Kobanê sınırındaki demiryolunda, binlerce kişi T.C.’nin bizi içeriye almasını bekledik. Komik gerekçeler konusunda yaratıcılığı tecrübeyle sabit olan devletimiz, bu kez bizi içeri alırsa sınır ihlali suçu işleneceğini söylüyordu. Oturma eylemi başlatıldı, vekiller araya girdi, pazarlıklar yapıldı. Birkaç saat önce geçtiğimiz sınırı ihlal ettirmeme inadı tutmuştu TSK’nın. “Her ihtimale karşı” patikanın kenarlarında insan zinciri oluşturuldu ki insanlar panik halinde mayınlı araziye kaçışmasınlar. “Yok artık, bu kadar insanı mayınların içine sürmezler” diyen dünyanın en iyimser sağduyusunun hiçbir karşılığı yoktu sınırın Türkiye tarafında. Bize gösterilen geçiş kapısına doğru gitmeye yelteniyorduk ki biber gazlı müdahale başladı. T.C., “ya mayınlara atlarsınız ya da bu gazı solursunuz” diyordu apaçık. O nasıl bir soğukkanlılıktır! Binlerce kişi, biber gazının ardından gerçek mermi gelecek mi endişesine rağmen patikanın kenarlarında oluşturulan zincirin dışına taşmadan Kobanê’ye doğru geri yürüdü. O gaz bulutunun arasında belli olsun diye etrafı taşlarla çevrelenmiş bir mayına silme geçildiğini gördüm. Bu birkaç santimdi devletimizin bize tanıdığı yaşama şansı. Mayına basıp parçalanmakla terbiye etmeye çalışıyordu bizi.

Kobanê sınırı boyunca batıya doğru yürüyüşümüz başladı. Yeni binaların inşa edildiği mahallelerden, köylerden, bostanlardan, çorak arazilerden geçiyor, devletimizin bizi içeri almaya razı geleceği bir sınır kapısı bulmaya çalışıyorduk. Devlet o gün pek nazlı çıktı. Belli ki bizi saatlerce aç susuz yürüterek terbiyesine devam edecekti; sınır tanımamamızın diyetini böyle ödetecekti. Yorgun muyduk? Evet. Yılgın mıydık? Asla!Bize eşlik eden YPG güçleri, her geçtiğimiz mahallede, köyde bizi sloganlarla karşılayan çocuklar, bir tas su uzatan kadınlar yılgınlığa izin vermiyordu. Oradan oraya sürükledikten sonra Suriyeli sığınmacıların alındığı sınır noktasına yaklaşırken geçtiğimiz çorak bir arazide kafamı kaldırdığımda gördüm o “heybetli” yazıyı: “HUDUT NAMUSTUR”. Belli ki namusu sadece erkeğine hizmetle mükellef kadının bedenine, daha doğrusu kadın bedenini namusa hapseden, her gün “namus” adına işlenen kadın cinayetlerini görmezden gelen, meşru kılan devletimiz namusuna leke sürülmüş hissediyordu; bu lekeyi derhal temizlemeliydi. Durdum ve geri dönüp Kobanê’ye doğru baktım. Emperyalist güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirme plan ve çabaları, bu uğurda güçlendirdikleri çeteler, mengenenin öbür ucundan sıkan bölge diktatörleri, Türkiye’nin bu pastadan pay kapmak hevesiyle hortlattığı IŞİD vahşeti… Tüm bu zulme karşı sadece var olmak için değil, insanlığı ayaklar altına alan bu şirazesi kaymış “güçler dengesi”nin oyununu bozarak tek başına, kendi öz gücüyle direnen Rojava, Kobanê…  Zikredildiğinde bile tüylerimi ürpertmeye yeten bu kelimeyi istemsizce cümle içinde kullandım o an: “Kobanê namusumuzdur artık”.

HER ŞEYİ DİZE GETİREN GERÇEK

En sonunda TSK’nın bizi almaya razı geleceği sınır noktasına vardık. Binlerce araba, kamyon, hayvan sürüleri Türkiye’ye alınmayı bekliyordu. İlk önce T.C. vatandaşları alınacaktı, yani biz. Akşamın karanlığı inerken bekleyişin gerginlik dozu artıyordu. Ne de olsa yüzümüze tank namluları çevriliydi. Öte yandan top sesleri, IŞİD’in yakınlarda bir yerlerde olduğunu söylüyordu. Gece çökmüştü, devlet hâlâ nazlanıyordu. İnsanlar en öndeki heyetin görüşmelerini duymak, bir an önce sınırı geçebilmek için tel örgülere doğru yaklaştı. Bir kez daha… Biber gazı. Art arda. Arabaların altına ardına saklananlar, kaçışanlar... Birbirini kaybedenler… Gece karanlığının yuttuğu çığlıklar… Yeryüzünde canlı canlı mahşer günü. Zaman mevhumu yitip gitti ama sanırım bir saati buldu yeniden sakinliğin sağlanması. Keyfe göre bazen yirmişer bazen beşerli gruplar halinde içeri alınıyorduk. Kadınlara öncelik tanındı. İlk adım kimlik tespiti; adımız ve kimlik numaramız kaydediliyordu. İkinci adıma yani üst aramaya geçerken sözlü tacize uğramak gibi bir ara adım düşünülmüş. Kadınların çantaları aranırken tüm eşyaları yere dökülerek ifşa ediliyordu. Türkçe bilgisinin emir kipinden ibaret olduğundan şüphelendiğim çevik kuvvet mensubu kadının yüzüne baktım. Sadece Türkiye-Suriye değil, ezilen cinsiyet paylaşımımızın sınırındaydık; o bir tarafında, ben karşı tarafında. Üst aramasına geçince başında erkek bir çevik belirdi; “Bu öğrenci galiba” dedi. Kadın polisin elleri,vücudumun adamın gösterdiği bölgelerinde geziniyordu. Dördüncü aşama bu esnada gerçekleşmişti zaten; herkesin tek tek fotoğrafı çekildi. Paylaştıkları bu hastalıklı fantezinin bitmesini beklerken sınırı aştığımız anı, Kobanêli çocukları getirdim gözümün önüne. “Ne yaparsanız yapın bugün sınırları yıktığımız gerçeğini değiştiremeyeceksiniz” dedim içimden, “sınırları bir daha asla konmamak üzere kaldıracağımız gerçeği gibi”.

\"\"

\"\"


 

Evrensel'i Takip Et