11 Mayıs 2014 06:59

Pencere pervazlarına sığınan kuşları kovalamak ya da insaniyet

Suriye’den Türkiye’ye göçüp gelen yüz binlerce mülteci gibi, tek ayaklı kuşlar görünmez kabul edilir. Yahut alıklaşmış vicdanların ihtiyaç duyduğu ölçülerde görünür olmalarına razı olunur. Zira modern insan da, ‘bağışlayan’ olma hazzını, sadaka vererek, ekmek kırıntısı fırlatarak yaşamak ister.

Pencere pervazlarına sığınan kuşları kovalamak ya da insaniyet
Paylaş

Eylem ŞEN
 
Yemyeşil bir park düşünün içinde çocuklar neşeyle oyunlar oynuyor, kibar beyefendiler kitaplarını okuyor, şık hanımefendiler neşeyle modadan bahsediyor.  Her şey olması gerektiği gibi yerli yerinde, modern, estetik, yeterince ağırbaşlı… Ve tabi ki bu neşeli parkların olmazsa olmaz parçası olan kuşlar… Kibar beyefendilerin çocuklarına verdiği paralarla havaya savrulan yemleri kapmak için yarışan kuşlar, neşeli hanımefendilerin kahkahalar savurarak fırlattığı simit parçalarını havada kapmak için tek ayağının üzerinde zıplayan kuşlar… Tek ayaklı, kanadı kırık kuşlar… Dünyanın en modern kentlerinin en ihtişamlı parklarında neden tek ayaklı kuşlar olur biliyor musunuz? Çünkü o kentte yaşayan modern insanlar pencerelerinin pervazına pisleyen kuşları uzak tutmak için kuş kovucu yöntemler geliştirmiştir.

TEK AYAKLI KUŞLAR

Suriye’den Türkiye’ye göçüp gelen yüz binlerce mülteci gibi, tek ayaklı kuşlar görünmez kabul edilir. Yahut alıklaşmış vicdanların ihtiyaç duyduğu ölçülerde görünür olmalarına razı olunur. Zira modern insan da, ‘bağışlayan’ olma hazzını, sadaka vererek, ekmek kırıntısı fırlatarak yaşamak ister. Alıklaşmış vicdan rızanın üretim merkezi olarak devreye girer ve kendi kendini haz içinde aldatır. Fakat sadaka verilenin yerini ve haddini bilmesini arzulayan rasyonel çıkar sürekli denetim halindedir. Sadaka verilen kendisine sunulandan fazlasına el uzattığı anda devreye girer, hem seven hem döven hem bahşeden hem de yok eden olan insan, kudretini, saldırarak gösterir. Kuşlar da, mülteciler de, kendisini yüceleştirmek isteten vicdanın nesnesi ve kurbanıdır.

YABANCI OLANLA EMPATİ KURMAK

Geçtiğimiz günlerde Ankara - Altındağ’da Suriyelilerin evini yakmaya varan saldırı ve linç modern insanın kibarlığını bir kenara bırakarak penceresinin pervazının korumaya kalkışmasının basit bir örneğidir. Her ne kadar basit bir örnek olarak vücut bulsa da, gerçekleşmesi için gerekli olan nesnel şartlar ve öznel koşulları sağlamak hiç de basit değildir. Bunun için uzun yıllar boyunca, devlet ve devletin ideolojik aygıtları canla başla çalışmıştır. Yasalar, sosyo-politik atmosfer, devlet kurumları, sivil toplum kurumları bu koşulların hazırlanması için müsait olmalıdır. Zira Ankara’da olan, tam da budur. Türkiye’de kurumlar, yerli malı Türk’ün malı herkes onu korumalı, melodisiyle ahenk içinde yabancı olanla empati kurmaz.
Bu yazı, mültecilerin karşılaştığı tüm bu sorunları ele alamasa da, konu ile ilgili yapılmış bir belgesel çalışması (Asfur) sayesinde mültecilerin dünyasına açılan kapıdan gördüklerimin rehberliğinde ırkçı saldırının nedenlerini görünür kılmayı amaçlamaktadır. Her musibetin sebebi olan AKP’nin suçlarını sıralamak tek başına yetersiz olduğu için ben daha çok sol-sosyalist-devrimci-demokrat kamuoyunun üzerine düşen sorumluluğun altını çizmek istiyorum.
Önümüzdeki yakın zamanda Suriye’deki savaşın son bulacağı beklenmemekle birlikte 2014 yılının sonuna bir buçuk milyon Suriyelinin Türkiye’ye gelmiş olacağı tahmin edilmektedir. Bu coğrafyanın demografisindeki bu önemli yenilik, elbette ülkedeki tüm sosyal ve politik kurumları ilgilendiren sonuçlar doğuracaktır. Irkçı, faşist saldırılar da bu sonuçların başında gelmektedir.

SAVAŞ ULUSLARARASI BİR SAVAŞTIR

Sınırların Suriyelilere açılmış olması konusunun öncelikli olarak ele alınması gerekir. Yanı başınızda insanların üzerine bombalar yağarken, “bu onların sorunu” demek, başlı başına bir insanlık dramıdır. Zira dünyadaki tüm gelişmelerin birbiriyle ilişkili olduğu bu çağda, emperyalizm çağında, hiçbir savaş sadece o ülkede yaşayan insanları ilgilendirmediği gibi aynı zamanda sadece o ülke içindeki çatışmalardan dolayı da çıkmaz. Suriye’deki savaş uluslararası bir savaştır ve son 10 yılın en uzun savaşıdır. Bir iç savaş olarak cereyan ediyor bile olsa, orada çarpışan güçler irili ufaklı dünya ülkelerinin çıkarları arasındaki çatışmanın da bir yansıması olarak gerçekleşmektedir. Başından itibaren bu savaşta taraf olan Türkiye,  fiili olarak savaş nedeniyle yaşanan yıkımın müsebbiplerinden biridir. AKP hükümeti, emperyalist zincir içinde konumunu güçlendirmek üzere insanların kanından beslenmeyi kendisine helal görmüş ve savaşı somut olarak körüklemiştir. Fakat bunun karşısında dikilmesi gereken muhalefet de üzerine düşeni yapmamış, hükümetin bu savaşa müdahil olmasını engelleyecek savaş karşıtı bir mücadeleyi layıkıyla örgütleyememiştir. Tüm bunlara bakarak sınırların Suriyelilere açılmasını sorun olarak göstermeye kalkmak, AKP karşısında savaş karşıtı güçlü bir muhalefeti örgütleyememe durumunun sıradan faşizme dönüşen basiretsizliğine delalettir. AKP’nin geriletilmesi uğruna sıradan faşizmi temsil eden seçim ittifaklarının eğlenceli bir muhabbet gibi kabul gördüğü bir siyasi atmosferde kabahatin çoğunun kime ait olduğu değil herkesin kendi kabahatinin muhasebesini yapması önem kazanmıştır.

KATLİAMCI, KAN EMİCİ, AYRIMCI, NEFRET SÖYLELERİ

Bununla birlikte sınırlar sadece mültecilere yardım amacıyla açılmamıştır tabi ki. Sınırdaki kontrolsüz geçiş hükümetin,  savaşın tarafı olan el Kaide çetelerine silah ve mühimmat desteğinde bulunması için fırsat sunmuştur. Hükümetin savaşa müdahil olma ısrarının Rojava devriminin kazanımlarını yok etmek arzusu ile ilgili olduğu, silah ve mühimmatın da hangi kesimlerin katline vacip kullanıldığı da sır değildir. Hükümetin bu katliamların ortağı olduğu açıktır fakat Suriyeli mültecilerin bu katliamların ortağı gibi muamele görmesi doğru değildir. Çünkü Suriyeli mülteciler, savaştan, bombalardan, Esad’dan, El Kaide’den kaçan Kürtler, Araplar, Ermeniler, Ezidileri de kapsamaktadır. Toptancı bir biçimde hepsine El Kaide mensubu gibi yaklaşmak doğru olmaz. Ayrıca el Kaide’nin katliamlarına karşı mücadele Suriye’den sefalet içinde gelen insanları hor görerek değil; AKP’nin savaş ve katliam politikalarına karşı mücadele ederek yapılabilir. Zira sınırdan geçen sınırlı sayıda çeteciden daha büyük ve güçlü bir savaş çetesi gibi çalışan AKP’dir. AKP’yi durdurmak Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan yerli halkların görevidir ve bunun yolu gerici, faşist siyasi eğilimlere yaslanarak oy toplamaya çalışmaktan geçmez. AKP’nin katliamcı, kan emici, ayrımcı, nefret söylemini teşvik eden politikaları karşısına evrensel insan hakları ve güçlü bir eşitlik- adalet – özgürlük –barış ittifakı ile çıkmak gerekir.

KANAT ÇIRPAN YÜZ BİNLERCE MÜLTECİNİN

Sığınmak için bu coğrafyaya doğru kanat çırpan yüzbinlerce mültecinin yaşam ve çalışma koşulları ve yerli halkla ilişkileri konusunda politika geliştirmek yerine kısmi pansumanlarla çığ gibi büyümekte olan sorunları ertelenmektedir. Hükümet, sınırları açmıştır ve tabi ki açması isabetlidir. Fakat Suriyeli mültecilerle ilgili politikası yoktur. Doğru politikalar geliştirilemediği ve buna uygun yasal düzenlemeler yapılmadığı için bu sorunlarla baş etmek giderek zorlaşmaktadır. Örneğin Suriye’den gelen mülteciler, “mülteci” statüsünde değildir. Geçici bir özel statü ile bu coğrafyada bulunmaktadırlar. Bu nedenle yasal olarak, kendilerini temsil edemezler. Bu bile başlı başına yaşamsal temsiliyet sorunu haline gelmektedir. Mültecilerle ilgili politika oluşturmak sadece AKP’nin görevi değil, hükümeti – devleti insan haklarına uygun bir politik tutumu benimsemeye zorlayacak demokratik kamuoyunun da görevidir.  Ne yazık ki, politikasız olan sadece hükümet değildir. Yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar sürecin bir öznesi değil nesnesi gibi davranmakta; adeta ‘Dur bakalım ne olacak?​’ der gibi süreci izlemektedir.
Kapitalistler ise ellerini ovuşturarak ayağına gelen ucuz işçi cennetini iliğine kadar sömürmekle kalmayıp sınıf içindeki rekabeti de kızıştırarak emekçilerin kazanılmış haklarını da elinden almaya çalışmaktadır.  Bugün sadece yerli işçilerin ücretleri düşüyor fakat zaman içinde işçilerin haklarına ve sendikal örgütlerine yönelik saldırıların kuvvetleneceğini öngörmek gerekir.  Peki, sendikaların bu yönde bir hazırlığı ya da çalışması var mıdır? Türkiye’deki çalışan sınıfın küçük bir azınlığının sendikalı olma haklarına sahip olduğu ve sendikaların da bu hakka sahip olmayanların sorunları ile uzak mesafe ilişki kurmakta olduğu hatırda tutarak bu konuda pek de ümitli olmak doğru olmaz. Nitekim sendikaların, emekçilerin sendika üyesi olamayan kesimlerinin örgütlendirilmesi ve sendikalarla ortak bir zeminde mücadele etmesi için bugüne dek ortak platformlar yaratamamış olması başlı başına bir sorun olarak kendini göstermektedir.
Doğrusu net olarak şunu ifade etmek gerekir, bugün emekçiler arasında ırkçı ve şoven tutumların artması öncelikli olarak sendikaların sorumluluğudur. Çünkü kapitalistler ve onların partileri bu rekabetten yararlanmak ister ve memnuniyet duyar. Sendikalar, sol-sosyalist- devrimci-demokrat yapılar işçilerin birliğine ve dayanışmasına muhtaçtır. Bu nedenle emekçiler arasında kardeşlik ve dayanışma ağları örmesi gereken sendikalar, sadece kendi alanıyla sınırlı ve bu alandan sorumlu davranarak emekçilerin en çok sömürülen kesimlerine yüz çevirmiş olurlar. Bu da sahici bir birlikten yoksun, kendi arasında düşmanlaşan, bu düşmanlaşma ve çatışmalar nedeniyle yazgısını emeğin kurtuluşuna değil kapitalistlerin partilerinin aldatıcı propagandalarına bağlayan bir emekçi sınıfı oluşmasına neden olur. Daha doğrusu mevcut olan durumu, derinleştiren ve pekiştiren bir rol oynar.
Sığınmak isteyen bir kuşu sevmekle başlayacak her şey….
Ve dünyayı, tek ayaklı kuşlara kanat geren diğer kuşların gökyüzüne elbirliği ile yükselecekleri düşünün gerçekleşmesi, kurtaracak…

ÖNCEKİ HABER

Biz ayrı dünyaların sınıfıyız bayım

SONRAKİ HABER

Fikirtepe’de inat*

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa