22 Ocak 2014 07:11

Medyanın mutfağından sansür hikayeleri

Medyanın mutfağından sansür, otosansür hikayelerinin anlatıldığı '5NE 1KİM' bugün raflardaki yerini aldı. Biz de Mustafa Alp Dağıstanlı ile 5NE 1KİM kitabını ve medyanın bugününü konuştuk. Dağıstanlı, 'Medyada olan biteni okurlar, seyirciler de bilmeli, öğrenmeli. Haberleri, yorumları aldıkları yerin nasıl işlediğini bilmeleri hakları' dedi.

Medyanın mutfağından sansür hikayeleri
Paylaş

Çağrı SARI
İSTANBUL

Gazeteciliğin ilk dersi 5N1K kuralı...  Ne? Ne zaman? Nerede? Nasıl? Neden? Kim? Soruları haberin ana  ögelerini oluşturuyor. Gazeteciliğe adım atan kişiye ilk öğretilen bu kural günümüz medyasında yerini çoktan terk etmiş durumda. Şimdilerde bir haber hazırlanırken “O bakan ne der?​” “Başbakan rahatsız olur mu?​” soruları daha çok soruluyor.
Gazeteci Mustafa Alp Dağıstanlı, ekranlarda izlediğimiz bir haber ya da okuduğumuz bir yazı yazılırken gazetecilerin nasıl baskı ve sansürle karşılaştığına dair örneklerle bir kitap hazırladı. Bu baskıyı yaşayan gazeteciler ile tek tek konuşularak hazırlanan bu kitap medyanın nasıl içler acısı bir hale geldiğinin bir belgesi niteliğinde...

Medyanın mutfağından sansür, otosansür hikayelerinin anlatıldığı 5NE 1KİM, Postacı Yayınevinden çıktı ve raflardaki yerini de bugün aldı. Biz de Mustafa Alp Dağıstanlı ile 5NE 1KİM kitabını ve medyanın bugününü konuştuk.

­Kitabınız bir gazetecinin Türkiye’deki mevcut medya ortamı ve pratikleriyle hesaplaşması/yüzleşmesini gösteriyor. Neden yüzleşmeye gerek duydunuz?

Yüzleşecek yüzüm vardı da ondan. Bunca yıl, birçok gazeteci gibi, ben de yapılan işten ve işin yapılış tarzından rahatsızlık duyarak çalıştım. Belki bazı arkadaşlardan farklı olarak her vesileyle bunlar için itiraz ettim, kavga ettim. Kavga edecek imkanım oldu, diyelim. Mevcut gazetecilikle yüzleşme sayılabilecek bir kitap yazma fikri en az 10 senedir vardı aklımda, ama formatı biraz daha farklıydı. 2000’lerin ortalarıydı sanıyorum, NTV Genel Müdürü Cem Aydın’a da bir keresinde şunu söylemiştim: “Gazetecilik, bir bakıma, her günün tarihini yazmaktır. Benim bu yazılan tarihe de, bu tarihi yazanlara da itirazım var ve bu itirazımı da bir gün yazacağım.” İşte yazmış oldum. Türkiye’de riyakarlık düzeyinin en yüksek olduğu ortam belki de medyadır. Gazeteciler meyhanede kükrer, işlerini yaparken sünepeleşirler. İrili ufaklı yöneticiler koltuk kavgası yapar, kişilik çekişmelerine girer ... ama gazetecilik için kavga veren pek az yönetici vardır. Yükseldikçe gazetecilik ilkeleri unutulur, bir tarafa bırakılır, kuralı işler sanki. Gazeteciler bunları bilir, içinde yaşarlar. Ama bu memleketteki genel kural işler durur: Kol kırılır yen içinde kalır. Kalmasın.
Medyada olan biteni okurlar, seyirciler de bilmeli, öğrenmeli. Haberleri, yorumları aldıkları yerin nasıl işlediğini bilmeleri hakları. Medya temizlenecekse eğer, bunları açık açık konuşup tartışırsak temizlenebilir.

Siz Türkiye’deki medyayı kısaca nasıl nitelendiriyorsunuz?
Muzır neşriyat. Zararlı yayın.

5N1K’den ne zaman vazgeçildi. Ne geldi bu habercilik kuralının başına?

Yavaş yavaş oldu bu iş. 28 Şubat’ta medyada kurulan emir komuta zinciri (hoş ondan önce de vardı bu zincir, gerektiğinde belirginleşiyor) ne hoş mücevhermiş! AKP bunu fark etti. Hükümet ve medyası, 28 Şubat darbesinin medya ayağının da yargılanmasını istiyor. Aynı emir komuta zincirinin bugünkü ayağı da Star, Akşam, Yeni Şafak, Sabah, vs. Yani Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan, İbrahim Karagül, Erdal Şafak ve bu gazetelerdeki sürüsüne bereket köşe yazarı... Askerin siyasete müdahalesi ile AKP’nin siyasi hamlelerini aynı tutuyor değilim. Gazetecilik bakımından aynı rezil ilişkinin içinde olduklarını söylüyorum. Bugün bu gazetelere “gazete” denemez. Medyadaki kamplaşma, tarafları tamamen propaganda aygıtlarına dönüştürdü. Başlıklara bak anlarsın. Haber başlığı değil, slogan görüyoruz. AKP’nin vahşi baskısı da “Kim ne dedi” haberciliğini yarattı. Yani artık bir haber yazmak için 5N1K’ye lüzum yok. Duruma göre Başbakan’ın, duruma göre Fethullah Gülen’in, duruma göre Kılıçdaroğlu’nun konuşması haber yerine geçiyor. Baskı altındaki medya kuruluşları, bunu daha emniyetli buluyor bir yandan da. “Ben ne yapabilirim, bunu söylemiş” edasıyla sıyrılıyorlar işin içinden. İkincisi, haberi bu derekeye düşürdünüz mü gazeteciye, iyi gazeteciye ihtiyaç yoktur; her istediğinize her işi yaptırabilirsiniz çünkü. Bu durum, hem daha kötü yazılan haberlere yol açar hem de işini bilen gazeteciler üzerinde baskı oluşturur, çünkü bilgisinin hiçbir kıymeti olmadığını görür. Bilgisini “yanlış” bir yerde veya zamanda konuşturursa kapı önüne konulabileceğini ve yerinin hemen bilgisizce biri tarafından
doldurulacağını bilir. İşte böylelikle haber, gazetecinin yazdığı şey olmaktan çıkıp birilerinin söylediği şeyler haline geldi asıl olarak. Haber diye yazılan öbür metinler de genellikle propaganda metinleri.

­90’larda haberleri yanlı da olsa gazete ve televizyonlar kısmen veriyordu ancak şu son 10 senede medyada egemen bir otosansür refleksi oluştu. Bu sadece mevcut iktidarın baskısıyla mı yoksa medya çalışanlarının da siyasi/ideolojik olarak taraf haline gelmesinden mi?

Sansür ile otosansür ikiz kardeştir. Sansürün, yani dışarıdan baskının içselleştirilmiş halidir
otosansür. Medyada yaygın bir itaat kültürü var ve bu giderek güç kazandı. AKP’den önce oldu bu. AKP, özellikle ikinci döneminden Gezi’ye kadar kendi gücüne tapan güçlü bir tek­parti iktidarı olarak daha fazla baskı uyguladı; tam saha pres ve adam adama markaj...
Bu baskı medyada alt kademelere otosansür olarak yansıdı. Merkez medyada çalışanların çok büyük çoğunluğu siyasi/ideolojik olarak, yaşam tarzı ve üslubu olarak AKP’ye yakın değildir. Kusa kusa çalışan birçok gazeteci olduğunu biliyorum. Yöneticilerin çoğu da siyasi/ideolojik olarak, gazetecilik olarak yaptıkları işi doğru bulmuyor ki... Yukarıdakilerin kaybedeceği çok şey var ve yerlerini bırakamıyor, aşağıdakilerin de geçim derdi var. Nihayetinde, örgütsüz, beraberce bir şey yapamayan, son on yılda “İslamî” medyanın hükümet eliyle palazlandırılmasıyla daha da bölünmüş bir güruh, gazeteciler.

 - Medyanın özgür olup olmadığını köşe yazarlarının yazabilmesi ya da TV programlarındaki konukların konuşabilmesi olarak mı görmeliyiz?

 Göremeyiz. Böyle bir büyük ve yaygın yanılgı olduğunu anlatıyorum işte. Gerçek, yani haber, bu yanılgı perdesinin ardında her gün boğazlandı. Bugüne geldik.

­Gezi sürecine gelelim... Halkın medya ile yüzleştiği ve belki de bu kadar karşı karşıya geldiği bir zaman dilimi yaşanmadı. Ne oldu o ekranın arkasında?

Merkez medyada çalışan insanların, en tepedeki yöneticisinden stajyer muhabirine kadar, tamamı, ruhen diyelim, Geziciydi bence. Fakat yöneticiler, o mevkilerde bulunmalarını hak edecek şekilde davranmaya alışık oldukları için, yani kendileri olmaktan çıkıp iktidarın taleplerini uyguladıkları, iktidarın ruhuna uygun hareket etmeyi alışkanlık haline getirdikleri için kendi ruhlarını, benliklerini ezdiler. Haber merkezlerinde çalışan arkadaşlar feci şekilde rahatsızdı. Kitapta da anlatıyorlar işte, haberler geliyor ve yayımlanmıyor. Mesai biter bitmez de gözlüğünü, maskesini kapıp Taksim’e koşuyorlar. Ben Taksim’de meydanda ve ara sokaklarda orta kademe bazı medya yöneticilerine de rastladım. Muhabirler, editörler doluydu... Dolayısıyla, TV yöneticileri, her şeyin daha sıkı kontrol edilerek verilmesi gerektiğini anladı ve onu yaptılar. Gazeteciler de isyan edecek noktaya yaklaştı, diyelim...

- Kitapta Gezi eylemleri medyada gerçekten verilseydi başka bir durum söz konusu olurdu demişsiniz. Ne demek istediniz burada?

NTV, CNN Türk, Habertürk başta olmak üzere merkez medya doğru haber verseydi, haberi verseydi, halkın büyük çoğunluğu durumu görecekti. Polisin, neye nasıl saldırdığını görecekti,
anlayacaktı. Bu olmayınca ortalık Başbakanın kuyruklu yalanlarına kaldı ve peşinden iktidarın mümin medyası bu yalan kraterlerini doldurdu. Toplumda büyük bir kamplaşma yaşandı. Merkez medya asgari gazetecilik yapsaydı, Başbakan’ın yalan söyleme, yalanlarını sürdürme fırsatı kalmayacaktı. Başbakanın ve medyasının yalanlarına iman eden büyük bir kitle var şimdi.

-Gençlerin hayatını kaybetmesinde ve Gezi’deki şiddet olaylarında medyanın payı var mı demek istiyorsunuz?

Evet, var bence. Medya asgari gazetecilik yapsaydı başından itibaren, polis ve Hükümet o vahşi şiddeti öyle fütursuzca uygulayamazdı. Medyanın eli kanlı bence Gezi’de. O yöneticilerin sorumluluğu olduğunu düşünüyorum bu insanların katledilmesinde. Gazeteciliği katletmeselerdi o gençler de katledilmeyebilirdi. Ama Türkiye’de medyanın eli zaten kanlıdır. Kürt meselesini nasıl ele aldığını hatırlamak yeter.

CNN Türk için penguen benzetmesi bir haksızlık mı. Zira önceden hazırlanan bir yayındı deniliyor. Penguen belgeseli için.

Evet, öyleymiş. Fakat bu kurtarmıyor onları tabii. Haber kanalısın ve ortalık ayağa kalkmışsa, penguenleri o akşam biraz erken yatırabilirsin ve ayaktakilere bakarsın. NTV’de de güzellik
yarışması vardı. CNN Türk öbürlerinden rezil değildi, belki de üç büyük haber kanalı içinde Gezi’yi en “çok” verendi. Fakat penguenler aslında CNN Türk’ü aşıp medyanın durumunu
simgeler bir maskot hale geldi. Benim anladığım, işi muhabirlere bıraksalardı, çok daha düzgün bir yayın görecektik ekranlarda. Yöneticiler de zaten bunu anladığı için kimseye bırakmadı işi.

­Peki merkez medya CNN Türk ve NTV özelinden bakarsak Gezi’den ders aldı diyebilir miyiz?

Bilmem; sence almış gibi mi görünüyorlar? NTV almış gibi görünmüyor. CNN Türk ise 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonlarıyla birlikte sanki biraz daha eleştirel bir ton benimsedi. Ama bu, Gezi’den çıkarılmış bir dersin sonucu mudur, emin değilim. Doğan Grubu’nun AKP hükümetine Gezi öncesinde de diş bilediğini bilmek için özel bir kaynağa ihtiyacımız yok... Uygun fırsat bulduğunda iğneleyecektir en azından.

­Gazeteciler, haberciler sansürü bizzat yaşayanlar olarak ne olduğunu görebiliyor ancak sade bir gazete okuru, televizyon izleyicisi sansürü ve haberdeki tahrifatı nasıl anlayacak? Bir reçeteniz var mı bununla ilgili?

Anlayamaz. Doğru ve kaliteli haber veren yerler olmalı ve gelişmeli. İyi gazetecilikten başka reçete yok.

Peki gerçekten gazetecilik yapmak, gerçek haberi halkla buluşturmak imkansız mı?
İnternet yaygın ve giderek daha da yaygınlaşıyor. Dolayısıyla, halka daha ucuza ve daha kolay ulaşma imkanları artıyor. Galiba buralarda yollar aramak lazım. Geleneksel medya kontrol altında; sermayenin ve iktidarların sıkı denetimi altında. İnternet’te de para kazanma zorluğu var belki. Ama şu anda en az olan şey, haber ve iyi habercilik kendi ekonomik şartlarını da yaratabilir belki.

BU ANLATTIKLARIMIN BİLİNMESİNE DEĞMEZ Mİ?

Kitabınızda işten çıkarılan köşe yazarlarının hep çıkarıldıktan sonra medyayı ve sansürü eleştirdiğinden bahsetmişsiniz Bu kitapta bulunan eleştirileri siz de bir TV kanalında çalışırken yaptınız mı? Aynı eleştiri sizin için geçerli mi?

Şunu diyorum: Köşe yazarları evet, genellikle işten çıkarıldıklarında sansürden şikayetçiler ve asıl olarak köşe yazarlarının sansürlenmesinden rahatsızlar. Söyledikleri şey bu. Yani, onlar işlerinden atılana kadar veya bir yazıları sansürlenene kadar her şey iyi miydi? Yazdıkları gazetede çıkan haberlerin gayet doğru ve sansürsüz olduğunu mu düşünüyorlardı? Asıl dikkat çekmek istediğim nokta bu.
Gelelim bana... Demin de söyledim biraz işte, ben kavga etmeden çalışmadım. Aklıma yatmayan, gazeteciliğe yakışmayan her şey için itiraz ettim ve bunu hep yaptım. İşe yarayıp yaramadığı ayrı bir şey. Hep bir özerk alanım oldu belki bu sayede ve yaptığım işe patorunu, müdürü falan karıştırmadım. Kendi bildiğim gibi yapamayacağım bir işi yapmadım gazeteci olarak. Ben köşe yazarı veya program yapan biri değildim, yani öyle bir kürsüm yoktu. Ama bu kitapta yazdığım konuların pek çoğunu birçok yazıda ele dile getirdim bir şekilde.
Yakın bir arkadaşım, bir sene kadar önce, “Adama sorarlar, neden daha önce, çalışırken yazmadın diye” dedi bana, böyle bir kitap yazmakta olduğumu söyleyince. Ona da söylediğim şey şu: Birincisi, demin de dediğim gibi, şimdi yazdığım şeylerin kavgasını çalışırken yaptım, kitabı okuyanlar görecektir. Kaç gazeteci vardır acaba dokuz, on kişinin önünde genel müdüre “Ben varken burada böyle bir şey yapılamaz, izin vermiyorum” diyen? İkincisi, evet, ima ettiğin şey doğru, benim de geçim derdim var ve bunları yazsaydım çalıştırmazlardı beni. Hoş, şimdi de geçim derdim var ve çalışacağım yer yok, ama yine de yazdım işte. Üçüncüsü, o zaman yazmadım diye hiç mi yazmasaydım? Yazma hakkını ve ehliyetini mi kaybetmiş oldum. Bu anlattıklarımın bilinmesine değmez mi yani?

CEZALANDIRMA, SUÇ İŞLEMEYENE MESAJDIR
­Sadece Gezi değil elbette Roboskî de medyanın sansür uyguladığı gelişmelerden bir tanesiydi. Medya Mahallesi’nde Ayşenur Arslan’ın canlı yayında uyarılması ve sonrasında başına gelenler, diğer gazetecilere de verilen bir mesaj mıydı?

 
Tabii. İtiraz eden her gazetecinin başına gelen şey öbürleri için de ibret alınacak bir derstir. Medya dışında da böyledir bu zaten. Cezalandırma, suç işlemeyenlere de bir mesajdır. Herkesi caydırmayı hedefler yani.

GAZETECİLİĞİ BAŞBAKANLIK TESCİLLİYOR NE MÜNASEBET!
­Anadolu Ajansına gelelim...Bir haber ajansı nasıl oldu da propaganda ajansı haline geldi?

Nasıl olduğunu, o mekanizmayı kitapta anlatıyorum. Burada uzun uzadıya girmeyeyim.
Kadrolaşma ve eski kadroları tasfiye etme yöntemiyle. AA’nın hükümet borazanı haline gelmesi çok önemli, çünkü yurt sathına yayılmış irili ufaklı bütün tv, radyo ve gazeteler asıl olarak onun haberleriyle besleniyor. Cürmünden büyük bir yer yakıyor yani AA. Bu bakımdan çok önemli.

­Sendikalaşma gazeteciler için her zaman zor olmuştur. AA’da olduğu gibi yandaş sendikalar türetildi. Gazetecilerin sansüre boyun eğmemesi için sendika bir dayanak noktası olabilir mi?

Tek başına yetmez herhalde ama olmazsa olmaz. Fakat sendika, benim bildiğim, hep sorunluydu. Ben gazeteciliğe başladığımda gazetelerde sendika vardı. Ben hiç sendikalı olmadım ama. Benim genel olarak örgütlere güvenmememle ilgili bir şey belki, ama benim “takıntım” dışında sorunları vardı. Sonra biliyorsun işte büyük medyanın tamamını kaybetti sendika. Gazetecilerin payı var bunda tabii. Hep söylenir ya, Hürriyet’te patron, “Sendikanın toplusözleşme görüşmelerinde talep ettiğinin fazlasını vereceğim, sendikayı bırakın” demiş ve bırakılmış. Gazeteciler neyi feda ettiklerinin farkında değildi yani. Gazetecilerle patronlar arasındaki bu alışveriş her iki taraf için de hala “kazan­kazan” durumunu koruyor, gazetecilik için ise tek seçenek “kaybet­kaybet” bu şartlarda. Şimdi Gazeteciler Sendikasında yeni ve genç bir ekip kolları sıvadı. Heyecanlılar. Neler yapabileceklerini göreceğiz. Fakat gazeteciler destek vermezse, sahip çıkmazsa dişe dokunur bir şey yapmaları zor. Gazetecilerin basın kartlarını Başbakanlık (Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü) veriyor. Benim gazeteci olduğumu Başbakanlık tescilliyor yani! Ne münasebet!
Gazeteciler ilk adım olarak buna itiraz edebilir mi acaba? Gazeteciliğimizin sorunları çok fazla, dolayısıyla çok cepheli bir çaba gerekiyor. Fakat Tuğrul Eryılmaz’ın Gezi yazındaki bir toplantıda genç gazetecilere söylediği gibi, gazetelerimizde, televizyonlarımızda sesimizi çıkarmamız, yükseltmemiz, itiraz etmemiz, bunların yollarını aramamız gerekiyor. Hiçbir şey yapmazsak hiçbir şey düzelmez.

AKP - CEMAAT YARILMASININ MEDYAYA YANSIMASI
-AKP ve Cemaat arasındaki yarılma bugün eski dostları düşman haline getirdi. Bu yarılmanın medyadaki yansımaları nasıl oldu?

Yarılma, Cemaat ve AKP medyasının ne kadar ilkesiz olduğunu gösterdi öncelikle. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat gibi meselelerde ne kadar gazetecilik yaptıklarını da itiraf etmiş oldular. Fakat bunlardan bir ders de çıkarmış görünmüyorlar. Gazetecilikle hiç bağdaşmayacak şekilde yayınlar yapıyorlar. Eski merkez medyanın iki büyük grubunun (Doğan ve Sabah) kavgalarından daha şedit bir çatışmanın içine girdiler. O çok eleştirdikleri eski merkez medyanın bütün hatalarını misliyle tekrarladılar, tekrarlıyorlar. Fakat Cemaat medyasının hükümetin hedefi haline gelmesi, sanki Doğan Grubu’na biraz daha cesaret verdi. Hedef sayısı çoğaldığı için. Aslında Milliyet’te de benzer bir şeyi gözlemek mümkün. Biraz daha mesafeli bir çizgide durmak istiyorlar gibi. Ve bu hükümeti ve medyasını rahatsız ettiği için özellikle Hürriyet’e saldırıyorlar. Buradan Doğan Grubu’nu ak kaşık olarak çıkarmak yersiz tabii. Gazetecilerin de hafızası iyi değil galiba. 10 yıl önce gazetecilerin en nefret ettiği kişi Aydın Doğan’dı. Ertuğrul Özkök, medyadaki bütün olumsuzlukların timsaliydi. Ne dersi aldı acaba Doğan Grubu? Gerektiğinde penguenlere kolaylıkla sığınabiliyor işte.

-Dünün yandaş medyası (Zaman, Bugün vs) bugünün muhalifi mi sizce? Oradaki gazeteciler bu durumdan nasıl etkileniyor?

İşte bu yarılma, Cemaat-AKP ittifakını bitirdi ve ortalıkta gazete ve gazeteci kisvesiyle dolaşanlar da nasıl birer müsvedde olduklarını göstermiş oldu. Üzerine gidilmesi gereken meselelerin üzerine gitmediklerini itiraf ettiler. Ve hemen sahiplerinin sesi oluverdiler. Herkes kendi cenahının hoparlörü olmaya soyundu. Bunlar dışarıdan gözlemler. Cemaat ve AKP medyası ayrıca incelenmeye layık bir konu bence. Basit anketlerle işe başlanabilir. Yukarıdakiler matah bir iş yaptıklarını düşünüyor kesinlikle, fakat muhabirler, editörler oralardaki işin gazetecilik olduğunu sahiden düşünüyor mu, merak ediyorum. İyi yabancı gazetelerle kendilerininkini karşılaştırmıyorlar mı mesela hiç? Gazeteciliğin temel prensipleri bakımından bir mutabakat yok bence. Bunları konuşmuyoruz, tartışmıyoruz bile. Ben Karaalioğlu veya Ocaktan veya Karagül ile yaptıkları gazeteleri önümüze koyup tartışmayı çok isterdim. Bu tür tartışmalar yapılmalı. En azından iletişim fakülteleri bu insanları davet edip öğrencilerinin tartışmayı yapmasını sağlamalı.
İttifak çatladı ve medyada da kendini gösterdi işte bu çatlak. Neler olacak göreceğiz. Gazeteciliğimi ayağa kaldırmak için gazetecilerin bilinçli çabası gerekir.

KİTAPTA YER ALAN SANSÜR HİKAYELERİNDEN KISA ÖRNEKLER
-NTV’den bir arkadaş şöyle anlattı durumu: “31 Mayıs Cuma öğlen insanlar gaz yiyor, biz ‘Yakın Plan’da 2020 Olimpiyatları’nı konuşuyoruz! Benim dişlerim ağrıdı gıcırdatmaktan. Bir arkadaşın ağzının içi yara oldu. Ve ekrana bakıp sürekli küfrediyoruz. Paydos olur olmaz da maskeyi, sirkeyi, deniz gözlüğünü alıp Harbiye’ye gittim.

 - CNN: Gezicileri ekrana çıkaran birkaç kişiden biri olan “360 Derece” programının sunucusu Şirin Payzın, yıllık izin bahanesiyle uzaklaştırıldı. Olayın tüm sıcaklığıyla sürdüğü o günlerde, merkez medyadaki tek muhalif sesi, Rıdvan Akar’ın “Hayatın Tanığı” programının Gezi bölümünü ise basın bültenleriyle ilan etmelerine rağmen yayınlamadı CNN Türk. Fakat mesele dışarı taştı ve sosyal medyada vaveyla koptu Gezi belgeselini yayınladı ve çok yüksek reyting aldı!

-Habertürk: Genel Yayın Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın en esaslı işlerinden biri rejiye inip sunucuların kulağına bağırmak mesela: “Niye böyle sorular soruyorsun, niye sıkıştırıyorsun? Savcı mıyız biz?​”

-NTV: Günün birinde Bülent Arınç kanala gelmişti. Haber merkezinden geçerlerken Arınç’ın gözü, bir mizah dergisini karıştıran muhabire takılıyor. Dergiye bakıyor, önemsiz birşeyler mırıldanıyor. Arınç’ı yolcu ettikten sonra Nermin bir hışım haber merkezine dalıyor: “Bir daha böyle dergiler görmeyeceğim!”

-Habertürk kanalında Gezi protestoları başladıktan biraz sonra editör masasında büyük değişiklikler oldu. Nasıl geldiklerini haber merkezindekilere şöyle anlattılar: “Bir telefon geldi, ‘Yarın Habertürk’te başlıyorsun’ dediler.” Atamalar yukarıdan “merkezi” olarak yapılmıştı.

ÖNCEKİ HABER

2 bin yıllık tarih çöpten kurtarıldı

SONRAKİ HABER

‘Klasik müzik yeni bir rant kapısı yapılmak isteniyor’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...