27 Ağustos 2013 20:19

3 kız kardeşin dayanışma hikayesi

Ercüment Akdeniz

Kırdan kente göçün ve köylülerin işçileşme serüveninin bir trajik öyküsü de silikozis hastası işçilere ait. Bu öykü ise Muş’un merkeze bağlı köylerinde başlıyor. Şehirden gelen hemşehriler onların ‘elinden tutuyor’ ve İstanbul’da kot taşlama işinde çalıştırmak üzere arabalara bindiriyor. Sonucu çoğumuz biliyoruz; beşinci yılında işçilerin ciğerleri iflas ediyor!
Hikayemiz yine Varto’nun köylerinde başlıyor. Bu hikayeyi dinlemek üzere, İstanbul Gazi Mahallesinde Güzeldağ kardeşlere misafir oluyoruz. Bizi üç kız kardeş karşılıyor. Tuba, Hülya ve Pınar; üçü de evin direği durumunda ve tekstil işçiliği yapıyorlar.  

DAYANIŞMAYLA SÜREN İŞÇİ YAŞAMLARI

Güzeldağlar aslında 9 kişilik kalabalık bir aileler. Anne ve baba köyde ve üç ineğe bakarak ayakta durmaya çalışıyor. Kış şartları Varto’da çok zor olduğu için kızlar anne ve babayı İstanbul’a almak istiyorlar. Dokuz kardeşten ilk dördü evlenmiş ve kendi hayatlarını kurmuşlar. Geriye kalan 5 kardeşten; Tuba, Hülya ve Pınar dışında iki de öğrenci var; Seher ve Deniz… Her ikisi de ülkenin birbirinden uzak iki şehrinde işletme okuyorlar.
Güzeldağlarda yatırım daha çok okuyan kardeşlere yapılmış! İşçi olarak çalışan kardeşler, yaşça geriden gelen kardeşlere kol kanat gererek adeta ömürlerini onları okutmaya adamışlar.

PATRONA AÇILAN DAVADA SONUÇ YOK

Güzeldağların Varto’dan çıkıp işçilik hayatına başlamaları ilk Bilecik’te gerçekleşiyor. Yıllarca düşük ücretle sömürüldükten sonra İstanbul’da çalışmaya karar veriyorlar. Ama bu kez birikmiş tazminatlarını almaları mümkün olmuyor! Karşılığında senet vererek işi geçiştiren patronlar Bursa’da başka bir yer açarak adeta kayıplara karışıyor. Ne var ki aradan 7 yıl geçmesine rağmen ne ortada sonuçlanmış bir dava var, ne de işçiler gerçekten davanın akıbetini biliyorlar!
Köyden kente doğru işçileşerek akan insanların ilk dönemleri oldukça hazin oluyor.


ERKEK İŞÇİDEN KADIN İŞÇİYE: ALDIĞIN ÜCRET NASIL YETMİYOR?

Hülya 33 yaşında ve emekliliğine sadece bir yıl var. Yani çocuk yaştan beri çalışıyor. Hülya emekliliği hak etse de çalışacak çünkü emeklilik yaşını beklemek zorunda. Fabrikada aksayan her işi yaptığı için “joker” rolü görüyor ve bu nedenle ücreti diğerlerine göre biraz daha yüksek.
Pınar, altı yıldır köye gidemediğini söylüyor çünkü sigortası olduğu halde senelik izni yok! “Bir rahatsızlığın olsa?​” diye sorunca “Bir saat dil dökmen lazım” cevabını veriyor.
Tuba da tıpkı Pınar gibi yıllardır asgari ücret seviyesinde ücret alıyor. İşyerleri bir aya kadar kapanacak ve mecburen yeni bir iş bakmak zorundalar.
Biz sohbet ederken, laf 12 bin tekstil işçisinin grevine geliyor. İşçi kız kardeşlerin sendikalı işyerleri hakkında pek bilgileri yok. Evrensel okuduğu için biraz Tuba haberdar gibi. Üç kardeş, işyerlerinde en büyük sorunun işçilerin birbirine güvenmemesi olduğunu söylüyor. Bütün işçi röportajlarında olduğu gibi onlar da “Bizim işyerini siz bilmezsiniz, orada hiç kimsenin birbirine güveni yok” sözünün altını çizmeyi ihmal etmiyorlar! Ama işin ilginç tarafı işyerindeki her işçi, bir diğeri için aynı şeyi söylüyor. Bu nedenle belki de iş yerlerinde birleşmeye dair atılması gereken ilk adım, güvenmemeyi değil güvenmeyi öğrenmekten geçiyor. Güvenmeme güdüsü ve güvenmeyenlerin sayısı olması gerektiğinden oldukça fazla çünkü!
Güven demişken, peki kadın işçilere nasıl güven duyulacak? Hülya bu soruya şöyle açıklık getiriyor; “İşyerinde erkek işçiler bize diyorlar ki; siz kadın işçisiniz neden daha fazla hak istiyorsunuz? Aldığınız ücret size nasıl yetmez?​” Bu sözlere bakınca erkek işçilerin, kadın işçilerin kendilerinden hep aşağıda ücret almalarını istedikleri görülüyor. Burada iki sorun öne çıkıyor; Birincisi, kadın işçiler ücret yükseltince bunun kendileri içinde bir kazanım olduğunu göremiyorlar. İkincisi ise, kadın işçilerin de tıpkı kendileri gibi bir ailenin geçim sorumluluğunu üstlenebileceklerini idrak edemiyorlar. Kadınların işyerlerinde genel olarak erkek işçilerden düşük ücret aldıkları bir gerçek… Bu patronların işine yarıyor ve ücretlerin düşmesini sağlayan bir baskılanma yaratıyor.
TEKSİF Sendikasının grevi 1972’den beri ilk defa gündeme gelirken, kardeşlerden en büyüğü olan Hülya’nın yaşı bile bu greve yetişmiyor. Dolayısıyla bu grev, nasıl sonuçlandığından bağımsız olarak ve çokça sözüne edildiği gibi, yıllar içinde itibarı kaybolan tüm tekstil işçileri için büyük önem taşıyor.

KURTULUŞ DÜŞÜ…

Üç kardeşe hafta sonlarını nasıl geçirdiklerini soruyoruz. Anlaşılıyor ki, birçok işçi gibi onların da sosyal ve kültürel etkinlikleri takip edecek olanakları yok. “Dışarı çıksan bütçe sarsılır” diyorlar ve ekliyorlar; “O yüzden hafta sonları evdeyiz!”
Misafiri olduğumuz tekstil işçisi kardeşler, iş kolunda artık bıçağın kemiğe dayandığını söylüyorlar. Bu sözler, tüm genç işçilerin dipten gelen dalgaya işaret ettikleri bir manifesto gibi. Kurtuluş düşü, artık ‘hayırsever’ hemşehrilerin ellerinden çıkıp kentleşmiş işçilerin kendi kollarına geçmeye başlıyor… (İstanbulEVRENSEL)

Evrensel'i Takip Et