Kapıdan giren her hasta adeta canıma okudu
Bazı kitaplar en azından bir süre dünyayla ilişkinizi bozar. Fabrika ayarlarınıza geri döndürür demek daha doğru olabilir. İnsanlarla aranızdaki fiber optik olmayan bağlara ilginiz artar, gogıl’ın arama motoru değil gözleriniz dindirir merakınızı. Sizi izleyen küçük kız çocuğunun farkına varırsınız, simitçinin davetkar bakışlarının... Telefonunuzu cebinizden çıkarma ritminiz bile düşer bakarsınız. İbo devam ediyor, “Kapılmışız onun devran seline”...
Ercan Kesal 30 yıldır hekim, 10 yıldır oyuncu, 5 yıldır senarist. İlk kitabı “Peri Gazozu” geçtiğimiz hafta yayımlandı. Kesal, tamamı gerçek ve merkezinde olduğu hikayelerden öyle ustaca sıyırmış ki kendini, bazen onun varlığını dahi unutuveriyorsunuz. Nazım Hikmet’in “destanımızda yalnız onların maceraları vardır” mısrası ve Neşet Ertaş türküleri akıyordu zihnimde sadece. Memleketinden insan manzaralarını okuruna okutmayan, seyrettiren, kalemini tezenesi gibi kullanan bir bozkır yazarı Kesal. “Hepsi geçer, hepsi geçer, neler de geçer” dememiş, alışmamış, yıkıntıların başında sebatla nöbet tutmuş bir “sır kâtibi”.
Babanız Mevlüt Bey, sahibi olduğu gazoz markasının bir kitaba isim olduğunu bilse ne düşünürdü?
Okumaya, politikaya, gezmeye, giyinmeye fazlasıyla meraklı bir adamdı babam. Kitabı görse çok mutlu olurdu, gurur duyardı. Dört erkek kardeşin en küçüğüyüm ben, ilk üçte kafasındaki şeyleri pek gerçekleştirememiş. Diğer abilerim kasabanın hay huyu içerisinde, okumak yerine sürekli çalışmak zorunda kalmışlar. Benim üzerimden kafasındaki üniversite hayallerini gerçekleştiren bir adamdı.
Sizinle diğerlerinden daha çok kavga etmiş olabilir. Malum solculuk meseleleri…
İlk okuduğum okul Ankara Siyasal’dı. Yıl 1976. Mülkiye rozeti taşımak, öldürülmek için geçerli sebepti. Korunaksız bir şekilde aileden kopup büyük kente gidiyorsunuz. O dönemin bütün babaları gibi, “bunu öldürecekler” diye düşünüyordu. Çok okuyor, mitinglere gidiyor, kendini tutamıyor, sağda solda konuşuyor… Bunlar bir baba için korkulacak şeyler. Anlıyorum onu tabii. “Ne alakası var” isimli öyküde yazmıştım. Uzunca bir süre ona “Baba ne alakası var baba!” diye çıkıştıktan çok sonra anladım; söylediği şeylerin çok alakası olduğunu. “Yahu oğlum, niye sürekli çay sigara içiyorsunuz, hepinizin beti benzi sapsarı, böyle devrimcilik olmaz” diyordu. Haklıydı adam. (Gülüyor)
Siz de öyle düşünüyorsunuz artık…
Şimdi sağlam kafa sağlam vücutta olur diye düşünüyorum açıkçası. Çaya sigaraya gerek yok sanki devrim için.
ONLAR BENİM ARKADAŞIM BEN ONLARIN KÂTİBİ
“Tüm bunları ben mi yaşamışım tanrım” sözleriyle şaşkınlığınızı dile getiriyorsunuz sununuzda. Alâmeti farikanız çok yaşamak mı yoksa yaşadıklarınızın üzerindeki bilinç ve bellek mi?
Bellek ve bilinç tabii... Küçük bir örnek sana; “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın senaryosuna çalışırken avukat, savcı, hâkim, doktor anıları aradım. Yok denecek kadar az anı vardı. Savcıların, hâkimlerin yaşadıklarına ilişkin anı yazmadıklarını fark ettim. Konuştum da meslekten insanlarla. Onlar işlerini yaptıklarını düşünüyorlar. Hemhal olma, diğerkâm olma durumu olmuyor, bir mesafe koyuyorlar. Bu mesafeyle suçu ve suçluyu ayırt etmeye çalışıyorlar. Bu da kendi içinde yaşadığı duyguları kâğıda dökmesini engelliyor.
Şart mı bu?
Ben hekimlikte tam tersini yaşadım her seferinde. Kapıdan giren her hasta tabir-i caizse adeta canıma okudu, acısıyla ve anlattıklarıyla. Ben soğukkanlı bir şekilde, “Ne kadar ağrıyor?”, “Şu ilacı al”, “Hemşire, sıradaki hasta” diyemedim. Bunu bir hikâyemde de anlatmıştım. Kadının bir oğlu açlık grevinde ölmüş, diğeri cezaevinde. Burada, Okmeydanı’nda yaşıyor, Tuncelili bir anne. Size geliyor, romatizma ya da bilmem ne şikâyetiyle. Onun derdi sadece romatizma mı ki, romatizma ilacı verip göndereceksiniz! Bu bana çok tuhaf geliyor. Galiba ben hastalarımın “sır kâtibi” oluyorum. Her hasta anlattıklarıyla benim arkadaşım, ben de onların kâtibi oluyorum. Bunları ortaya çıkartıp yazmaya başlayınca şaşırıyorum. Yavaş yavaş emilmiş çünkü vücut ve akıl zamanla hazmetmiş. Yoksa birileri benden çok daha uzun süre mecburi hizmet yaptı. Birileri benden çok daha fazla otopsi yaptı. Ama mesele nerede durduğunuzla, vicdanınız ve bilincinizle ilgili bir şey.
Öğrenciyken acilde sabahladığınız geceler için “Kapıdan giren her hasta benim için film hikâyesi gibiydi” diyorsunuz. Bu, bugünden bakarak söylediğiniz bir şey mi, yoksa o gün de bu duyguda mıydınız?
Galiba öyleydi. Ben anlatmayı seven bir adam olduğum için, yaşadıklarımı, gördüklerimi arkadaşlarımla, meslektaşlarımla da paylaşıyordum. Bir de tıp fakültesindeyken de yazan çizen bir adamdım. İlk şiirlerim henüz öğrenciyken İzmir’deki bir dergide yayınlandı. Galiba aradaki bu rabıtayı kuran benim edebiyatçı kimliğim oldu. İster film olur, ister edebi bir metin… bir hikayesi olması önemli. Aranızdaki mesafeyi kaldırmadan, hemhal olmadan da o hikâyeyi öğrenemezsiniz. Öğrenciyken de, Anadolu’ya giderken de aynı duyguları yaşadım hep.
İki ülke var Peri Gazozu’nda. Biri imrenilesi güzelliklerin, dayanışmanın, sevginin; diğeri alçaklığın, namertliğin çirkin ülkesi… Bu iki ülkenin kuzu kuzu bir arada yaşaması çok acayip değil mi?
Hep öyle değil midir? O kadar aynilik var ki, bazen insan “Peki ne yapmak lazım?” diye sormadan edemiyor. 1890’lı yıllarda Çehov’un Rus köylüsü Mujik’le ilgili anlattığı hikâyenin aynısını 1984 yılında Anadolu’nun ortasında yaşadım ben. Aynısı… Bürokrasiyle ilişkileri aynı, çaresizlikleri, garip kurnazlıkları, tuhaf üçkâğıtları, yıkımları, acıları, o kadar benzer ki. Dostoyevski, “İnsan karakterinin en bayağı olanla en kutsal olan arasında hızla yer değiştirme kabiliyeti var” diyor. İnsan bunlarla iç içe yaşayan bir varlık. Ama bunu fark etmek, kabul etmek de iyi bir başlangıç bence. Yoksa hayal kırıklıklarıyla ümidinizi kaybedebilirsiniz. Oysa bunların içinde yaşama dair bir ümit hep var. Ondan da hiç vazgeçmeyeceksiniz.
Tam da bu nedenle bir öyküsünü yıkılarak diğerini umutlanarak bitiren iki ayrı yazar var sanki kitabınızda…
Yıkıcı değil de, alıngan ve iç geçiren bir ümitsizliğim var diye düşünüyorum. Bir hikâyede anlattığım gibi, adama 18 yıl sonra oğlunun kemiklerini veriyorlar, sevinçten ağlıyor. Ben de, “bundan sonra bütün sevinçlerim bu ülkeye haram olsun” diyorum. Diğer yandan kıyamıyorsunuz bu topraklara, komşularınıza… Onları bir şey bu hale getirdi, biliyorsunuz.
Ne acaba o? Bir yerde “ülkeyi koca bir sessizlik kulesi yaptık” diyorsunuz? Kim yaptı, nasıl yaptı?
Sessizlik kulesi gerçek bir tarif. Bir zamanlar İran’da ölüler büyükçe bir kuleye konuluyor ve yırtıcı kuşlara bırakılıyor. Bu kulenin rahipleri var. Onlar bu yırtıcı kuşlardan kendilerini korumak için kuledeki bir odada duruyor, bir delikten izleyerek kuşların gelmesini bekliyorlar. Kuşlar ölüyü yiyip, içindeki kötülüklerden arındıracak. Daha sonra kemikler toplanıp kuleye konacak. İçi kemiklerle dolu bir kule düşünün. Yırtıcı kuş cesedin ilk önce hangi gözünü yemeye başlayacak? Göz sulu olduğu için bütün yırtıcı kuşların emmek için ilk teşebbüs ettikleri organdır. Eğer sol gözden başlarsa –buradan kendine göre sola dair bir şey çıkartabilirsin (gülüyor)- cehenneme gideceğine, sağ gözden başlarsa cennete gideceğine hükmediliyor. Ve rahip ölü yakınına haber veriyor, cennet ya da cehennem diye. Sanki saklanmışız, rahip gibi, yırtıcı kuşun gelmesini bekliyoruz. İzleme rolü biçmişiz kendimize, bizimle alakası yok ya! Ülkenin hali bu. Yırtıcı kuşların kim olduğu belli, tabii ki egemenler, zalimler. Başka kim olabilir! Onun için kocaman bir sessizlik kulesi ülke. Rahip rolündeyiz çünkü.
Babayla başladık yine babalıkla bitirelim, ama bu sefer sizin babalığınızla. Babanızın sizinle ilgili hayallerini az çok biliyoruz kitabınızdan. Gezi Parkı sonrası bir kez daha düşünürseniz sizin oğlunuzla ilgili hayalleriniz nedir?
Slovakya’da Uluslararası Art Film Festivali’nde bana, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verdiler, Küf filmindeki rolümle ilgili. Küf’te oğlunu arayan bir baba var, ben onu oynuyorum. Ödülümü, oğullarını kaybetme pahasına, onlara haysiyet ve onuru öğretmekten geri durmayan babalara ithaf ettim. Bu sorunun cevabı belki orada duruyor. “Kaybetmek pahası” insanın içini yakan bir şey mutlaka ama Türkiye’de bazı şeylerin bedeli ağır olabilir. Dilerim böyle bir bedel ödemek zorunda kalmaz benim oğlum. Başka ne diyebilirim ki!
YAZARLIĞIM İNSANLARIN HİKÂYESİNİ GÖLGELEMESİN
Kitabınızı okurken sık sık Nazım’ın “destanımızda yalnız onların maceraları vardır” mısrası gelip geçti aklımdan. “Tüm yazdıklarımız bizim olsa ne fark eder, üzerindeki kan başkasının” dediğiniz şey Nazım’ın derdinden başkası değil, yanılıyor muyum?
Açıkçası böyle bir benzetme beni onurlandırır, mutlu eder. Orada ise asıl derdim şu, ben okuyucu ile yazar arasındaki mesafeden çok haz etmeyen bir adamım. Meslekten oyuncu olmadığım halde oyunculuk yapan bir adamım ya, işi bu olmayan da bir yazarım aslında. O mesafeyi kaldırırsam yazar duruşunun da bozulacağını düşündüm, bozulsun istedim hep. İnsanların hikâyesini gölgelemesin istiyorum yazarlığım. Birinden söz ettiğiniz zaman bir başvuru merkezi gibi duruyorsunuz, hâlbuki öyle bir şey yok. Ben onların, fark ettiğim o hallerine kamera tutarak, gördüklerimi gösteriyorum okuyucuya. Böylelikle dildeki o edebi yükten kurtuluyorum.
Böyle bir anlatım seçmeniz tüm anlattıklarınızın gerçek bir adamın gerçek hikâyeleri olmasıyla ilgili değil mi?
Aynen öyle. Başka türlü de yazamıyorum zaten. Kurguyu en fazla bunu biçimlerken kullanıyorum, bir filmi kurgular gibi. “Şu şöyle olsa” diye uydurmaya başlarsınız ya, bu aslında sizin edebiyatçı olduğunuzu da gösteren bir şeydir. Ben oralarda değilim hâlâ, yaptım birkaç kez fakat hoşuma gitmedi. Ben bildiğimden, gördüğümden, yaşadığımdan hiç vazgeçmeyim dedim.
İç Anadolulusunuz, hikâyeleriniz bozkır kasabalarında geçiyor çoğunlukla. İçine doğduğunuz kültürel coğrafya AKP’nin en kararlı tabanını oluşturuyor. Gezi’deki gelişmeler üzerinden hemşehrilerinizin tavrı ne olabilir?
Ben umutsuz değilim. İnsanlık tarihi karşısında ülkelerin kısa dönemli politik meselelerinin önemi yoktur. ANAP nasıl gittiyse bu da gidecek, bu kadar basit… Türkiye’deki sağ iktidarlar zaten hep böyle davranmıştır. Ümidimizi kaybetmememizi sağlayan bir şeyler de hep filizlenmiştir. Ben yine böyle olduğunu düşünüyorum. Taksim’de iktidarı şaşırtan çocuklar bizim çocuklarımız. Ben geç baba oldum ama benim arkadaşlarımın çocukları onlar. Onlar babalarının çocukları aslında. Hiç şaşırtacak bir şey yapmıyorlar, sadece başka türlü yapıyorlar. Babaları başka türlü zannetmişti, olmadı filan (Gülüyor). Bu yaşananlardan kalıcılık adına bir şey çıkarmak lazım, önemli olan o. En çok seyahatname okurum ben. Onlara baktığında insanlık tarihinde bazı şeylerin kolay değişmediğini görürsün. Bir Asur tabletinde, “Yahu bu memlekette dayın olacak, dayın yoksa işin zor” yazısı okudum, düşünsene.
Yok artık...
Aynen öyle (gülüyor)! Yakınıyor alt sınıftan adam, “dayın olacak” diyor.
KÖY DE DEĞİL KENT DE; KASABA
“İnsan denen canlı en iyi kasabalarda tanınır” diyorsunuz. Neden öyledir?
Çünkü bir geçiş yeri, bir ara yüz kasaba. Bir köy değil, kent de değil. İçe dönük, yalnız hayatlar kentteki, köydeki ise ortalık yerde, koca bir aile gibi. Kasaba bu ikisi gibi de değil. Kentli olma hayali var ama bu bir türlü gerçekleşmez, köylüyü aşağılar kasabalı, arasında mesafe vardır. Kasabada ciddi bir bürokrat ağırlığı ve ilişkisi vardır bir kere. Siz Şişli Kaymakamını tanır mısınız ya da Kâğıthane? Adını dahi bilmezsiniz, yolunuz da düşmez. Bir tek Valiyi bilirsiniz. Ama kasabada kaymakam, ağır ceza reisi, cumhuriyet savcısı, hükümet tabibi, nüfus müdürü, mal müdürü… Devletin sağlam bir uğrak yeridir kasaba. Burada insan ruhunun temas ettiği yerler çoğalıyor. Kasabada bir şekilde toprakla bağ kopmuş oluyor, esnaflık başlıyor. Rantı keşfediyorsun. Zanaat, üretim… makine ile ilişki başlıyor. İnsan ruhunun geçiş dönemindeki fark edilme coğrafyası tam da burası oluyor bence. Her türlü numara, kaygı, keder, dedikodu, cinsel bastırılmışlık yaygındır bu yüzden kasabalarda. Ve insanı tanımak kolaylaşır.
Evrensel'i Takip Et