Bir lobi arayacaksanız hükümete bakınız!
Kah duruma hakimiz, rezervlerimiz sağlam deniyor, kah “faiz lobisinin”, dış mihrakların ve “içimizdeki İrlandalıların” komplolarından dem vuruluyor. Hal böyle olunca sokaktaki vatandaş için durum daha da karmaşıklaşıyor. Bu kafa karışıklığını gidermek amacıyla son haftalarda sıkça karşılaştığım soruların birkaçını burada kısaca cevaplandırmaya çalışacağım. Kafanızdaki tüm soruları karşılayamayacağım muhakkak. Eksik bıraktığımı düşündüğünüz noktaları ve yanıtsız kalan sorularınızı bana mail yolu ile iletebilirseniz sonraki haftalarda onlara da birlikte cevap ararız.
Son dönemde borsanının keskin bir şekilde gerilemesinin ve TL’nin hızla değer yitirmesinin nedeni Gezi eylemleri mı?
Gezi eylemleri sonrasında Başbakan’ın açıklamalarıyla derinleşen siyasi istikrasızlık ortamının ülkeden yabancı sermaye çıkışına neden olduğu muhakkak. Şu unutulmamalı: Gezi eylemlerinin ülke çapında kitlesel bir eylem dalgasına dönüştüğü 31 Mayıs gecesi cuma gününe denk geliyordu. Piyasaların kapalı olduğu iki gün boyunca hükümetin gerginliği düşürmesi ve bu olayların piyasalara yansımasına engel olabilmesi mümkündü. Bu yol o veya bu nedenle tercih edilmedi. Madem öyle işte böyle denildi, sokaktaki halka rest çekildi. Piyasalar çakıldı.
Her ne olursa olsun altını çizmeliyiz ki, Gezi eylemleri ekonomideki mevcut tablonun asli sebebi değildir. Olsa, olsa ülkeden sermaye çıkışını hızlandıran bir etken olarak değerlendirilebilir. Türkiye ekonomisi uzunca bir süredir kısa vadeli yabancı sermaye girişleri tarafından fonlanan bir ekonomik büyüme süreci yaşamaktaydı. Bu büyümenin asli dayanağı FED’in sürdürdüğü genişlemeci para politikası ve düşük faizlerdi. Dünyadaki dolar bolluğu Türkiye gibi dış borçla dönen ekonomilere yaradı. Özel sektör düşük faizli dolarla borçlanarak yeni yatırımlara girişti. Ekonomi büyüdü büyümesine ama dış borç stoğu da tırmandı. Giderek kronikleşen bir cari açık sorunu ortaya çıktı. Bu pembe tablonun sonsuza kadar sürmeyeceği ortadaydı. FED’in parasal genişleme poltikasının sonlanması ve ABD’de faizlerin yükselmeye başlaması ile birlikte sıcak paranın yön değiştireceği ve bunun Türkiye gibi sıcak para girişlerine bağımlı bir ülke üzerinde yıkıcı etkiler yaratabileceği elbet biliniyordu. Yaşanan da bu oldu.
FED’in para politikasını sıkılaştıracağına dönük ilk sinyaller ile birlikte gelişmekte olan piyasalardan para çıkışı yaşanmaya başladı. Türkiye ise bu piyasalar arasında başı çekiyordu.
Tarihsel olarak baktığımızda da ekonomiye dönük olumsuz algının olaylardan önceki günlerde oluşmakta olduğunu görüyoruz. BIST 100 endeksi 22 Mayıs tarihinde 93.398 ile tarihi zirvesine ulaşmış ama bu tarihten itibaren düşüşünü sürdürmüş ve 31 Mayıs günü içerisinde olayların patladığı gecenin hemen öncesinde 85.000 seviyesinin altına kadar gerilemişti. Kısacası olaylar patlamadan önceki on günlük süre içerisinde borsada hali hazırda yüzde 9’luk bir gerileme yaşanmıştı. Hem de hükümet çevrelerinin orta-uzun vadede yerli varlık alımlarını artırır diyerek tasarruf sahiplerini borsaya çekmeye dönük beyanlarda bulunduğu 16 Mayıs tarihli Moodys’in kredi notu artırımı kararına rağmen.
Sonraki günlerde de borsadaki değer kayıplarının ve doların yukarı yönlü hareketinin büyük ölçüde FED’in açıklamalarından ve ABD’de açıklanan ekonomik göstergelerin sıkı para politikasına dönüş yönündeki algıyı güçlendirmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Kısacası, bir ekonomideki gidişatın bir sorumlusu var ise o da hükümettir. Yurt içi ve yurtdışındaki birçok iktisatçının uyarılarına kulak asmamış, kredi notunu yatırım seviyesinin altında tutan kredi derecelendirme kuruluşlarını ben de kendi kredi notumu kendim veririm diyecek noktaya işi vardırmıştır. Bugün de, yeni senaryolar icat ederek yaklaşan krizin sorumluluğunu üstünden atmaya çabalamaktadır.
Başbakan’ın sıklıkla vurguladığı faiz lobisi nedir, kimdir? Türkiye ekonomisini çıkmaza sürükleyerek ne elde etmeyi amaçlıyorlar?
Bu sanırım son günlerde en fazla karşılaşılan soru. Hükümet kuyuya bir taş attı, tüm kamuoyu el ele vermiş onu çıkartmaya çabalıyor. “Faiz lobisi” diyene sormak lazım ama medyanın hali de malum. O zaman akıl yürüterek ilerleyelim.
Üzerinde fazla düşünülmeden tümüyle politik bir refleks olarak yapılan bu açıklamanın öncelikli muhatapları bankalar gibi görünüyor. Özellikle hükümetin Koç Üniversitesi ve Divan Otel nedeniyle son dönemde sıkça eleştirdiği aileye ait banka ve yine yapılan protestolar karşısında çareyi eylemcilerle birlikte kapı önüne çıkmakta bulan genel müdürün bankası başlıca hedefler olarak ön plana çıkıyor.
Başbakanın bu açıklaması ile toplumun iki farklı kesitine sesleniyor. İlk olarak İslami kesimin faiz konusundaki hassasiyetlerine seslenerek kendi kitlesini mobilize etmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Diğer yandan ise özellikle gecelik repo faizlerinin yüzde yüzün üzerinde seyrettiği 2000 öncesi döneme referans veriyor. İşçi ücretlerinin gecelik repoda değerlendirildiği için gecikmeyle ödendiği, yatırımların durma noktasına geldiği bir dönem hatırlatılarak geçmişe dönüş korkusu yaratılmak isteniyor.
Bankaların faizlerin yükselmesinden kar edecekleri düşüncesi yanlıştır. Bankalar genel olarak açtıkları uzun vadeli kredileri kısa vadeli borçlanmayla finanse ettikleri için faiz oranlarındaki sert yükselişler bankacılık sektörü açısından büyük riskler taşır. Bu nedenle, büyük bankacılık krizleri faizlerin gerilediği değil aksine yükseldiği dönemlerde ortaya çıkmıştır.
Ortada bir faiz lobisi aranacaksa bu lobinin bizzat hükümetin kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle eylemlerin ilk döneminde Başbakan’ın her konuşması sonrasında faiz hadleri sıçradı.
Burada reel faiz hadlerinin sıfıra çekildiği iddiasıyla dindar kesime göz kırpan söylemi de kısaca cevaplamak lazım. Günümüzde halen pek çok ülkede bizde de politika faizinin sıfır seviyesinde olduğu görülmektedir. Bu demek değildir ki piyasada reel faiz oranları sıfır seviyesindedir. Denemesi kolay başvurun bir bankaya ihtiyaç kredisi için, dosya masrafı vs. gibi aslında faiz ikamesi olarak devreye sokulan ek maliyetleri katın toplam maliyetin içine. Bakın bakalım faiz sıfırlanmış mı, sıfırlanmamış mı.
Esas sorun şu, tüm dünyada faizlerin yükselmeye başladığı bir dönemde düşük faiz politikasının sürdürelemeyeceğini iyi bilen hükümet bu durumun faturasını muhaliflere kesmenin hesaplarını yapıyor.
Borsadaki sert gerileme IMF’ye olan borcumuzu kapatmamızı ve kredi notumuzun yükseltimesini çekemeyen, ülkemizde istikrarsızlık yaratmak isteyen uluslararası sermayenin bir oyunu mudur?
Öncelikle Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun kapatılması mitine değinelim. Bugün IMF’den yeni bir kredi arayışına girilmemesi Türkiye’nin yabancı kaynak ihtiyacının azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, ülkenin brüt dış borç stoğu 2002 yılında 129 milyar seviyesinde iken, 2012 yılı sonu itibariyle 336 milyar doları buldu. Bu rakamın 226 milyar doları özel sektöre ait. 2005 yılında dış borcun GSYİH’ya oranı yüzde 35.4 seviyesindeyken, yüksek büyüme hızına rağmen yüzde 42.8’e ulaşmış durumda. Kısacası Kronikleşen cari açıkla birilkte dış borç stoğumuz da katlanıyor.
Yabancı sermayenın Borsadakı (BIST 100 endeksindeki şirketlerin takasındaki) yabancı payı 23 Mayıs tarihinden bu yana 66.40 seviyesinden yüzde 63.50 seviyesine geriledi. Bu demektir ki borsadan hatırı sayılır miktarda bir yabancı çıkışı yaşandı. Ne var ki, görüldüğü gibi halen daha borsada aslan payı yabancılara aittir. Hal böyle iken, uluslararası sermaye çevrelerinin borsanın çakılmasına dönük bir komplo içerisine girmeleri düşünülemez. Aksine borsada yabancı fonların böylesine ağırlıklı yer tutması çıkışı zorlaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Yaşanacak bir panik dalgasının faturasını büyük oranda kendileri ödeyecektir. Aynı şekilde ülkeden çıkacak sermayeyi en rahatsız edecek durum TL’nin diğer para birimleri karşısında değer yitirmesidir. Son günlerde açtığı büyük miktarlı döviz satım ihaleleri ile Merkez Bankası ucuz döviz satarak ülkeden çıkacak fonların elini rahatlatmaktadır.
Hükümete yakın çevrelerin açıklamalarından eğer FED başkanı Bernanke kast ediliyorsa, ki artık suçlamaların nereye kadar uzanacağını kestirmekte zorlanıyoruz, o zaman konu farklı bir boyut kazanıyor. Bernanke’nin açıklamalarının diğer ülkeler üzerinde olduğu gibi Türkiye ekonomisi üzerinde de olumlu ya da olumsuz sert etkileri olduğu muhakkak. Bu açıklamaların Türkiye’ye ekonomisini aşağı çekmeye yönelik bir kasıt taşıdığını düşünenler, eğer ki varsa, bu durumda Türkiye ekonomisinin yabancı sermayeye bağımlılığını sorgulamaldır. Eğer başka bir ülkenin Merkez Bankası başkanı bir açıklamayla senin ekonomini alt üst edebiliyorsa, bu IMF’ye olan borcun kapatılmasının ülke ekonomisinin dışa bağımlılığı açısından en ufak bir değişimi işaret etmediğinin en belirgin göstergesidir.
EMLAK SEKTÖRÜ ETKİLENECEK
ABD Merkez Bankası FED’in açıklamaları Türkiye ekonomisini neden bu kadar ilgilendiriyor?
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de finans çevreleri soluğunu tutmuş FED’in kriz sonrasında ekonomiyi hareketlendirmek için devreye soktuğu genişlemeci para poltikasının sona ereceği tarihi bekliyor. Genişlemeci para politikası doları ucuzlattı, varlık fiyatlarını (hisse senedi, emlak, emtia fiyatları gibi) şişirdi. Önümüzdeki dönemde dolar arzındaki genişleme hızının gerilemesi ya da durması varlık fiyatlarında gerileme yaratacaktır. Dahası bunun yaratacağı faiz oranlarındaki artış hali hazırda aşırı değerli olduğu tartışılan TL’nin yabancı para birimleri karşısında değer kaybını hızlandıracaktır. Dolardaki yükseliş enflasyon rakamlarının yanı sıra yurt içindeki reel faiz hadlerini de yukarı taşıyacak ekonominin büyüme hızının sert bir şekilde gerilemesine yol açacaktır. Faizlerdeki yükselişin özellikle emlak sektörünü sert bir şekilde vuracağını söyleyebiliriz.
BREZİLYA’YA BENZEYEBİLİR
Merkez Bankası faizleri devreye sokmadan TL’nin değerini korumayı ne kadar sürdürebilir?
Merkez Bankası şu ana kadar döviz ihaleleri ile piyasaya müdahale ediyor. Bu müdahelelerin ne denli başarılı olduğu ise büyük bir soru işareti. 11 Haziran’dan itibaren TCMB 6.25 milyar dolar sattı (12 Temmuz itibariyle) buna rağmen dolar halen 1.96 TL civarında seyretmekte. Uygulanan politika doları geri çekmekte yetersiz kalsa da daha sert bir artışı engellediği bir gerçek. İşte bu noktada Merkez Bankası’nın ülkeden çıkmayı amaçlayan yabancı sermayeyi ucuz döviz satarak fonladığı, kurun uzun süre bu seviyede kalmasının imkansız olduğu vurgulanıyor.
Politikanın sürdürülebilirliğine gelince. Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi Mayıs ayı içerisinde 113 milyar dolar seviyesine yükselmişti. 5 Temmuz itibariyle ise 107 milyar seviyesine gerilediği görülüyor. Daha da önemlisi net döviz rezervi yani bu rezervin Merkez Bankasına ait bölümü 43 milyar dolar civarında. Geri kalan bölümü ise bankaların merkez bankası nezdine tuttukları zorunlu karşılıklardan oluşuyor.Geçmişte bankalar sadece döviz tevdiatına karşılık olarak Merkez bankasında rezerv bulundurmak durumundaydı. Son dönemde devreye sokulan ROK (Rezerv opsiyon katsayısı) uygulaması ile bankalara TL mevduatı karşılığında da döviz karşılığı bulundurma opsiyonu tanındı. Bu uygulama bankaların Merkez Bankası nezdinde tuttuğu döviz rezervlerinin atmasında önemli bir rol oynadı. Bundan sonraki süreçte, özellikle dolar faizlerinin tırmanması ile, bankaların ROK uygulaması çerçevesinde tuttuğu döviz karşılıklarının da azalması beklenebilir.
Görüldüğü gibi Merkez Bankasının döviz rezervleri yapılan müdahelelerin boyutu da düşünüldüğünde öyle büyütüldüğü boyutta değil. Özellikle net rezervin hızla azaldığı bir ortamda Merkez bankasının geçtiğimiz haftalardaki müdahelerini sıkça tekrarlaması mümkün olmayacaktır. Mevcut döviz talebi sürdüğü takdirde kur ve fiyat istikrarı açısından faizlerde bir artış kaçınılmaz hale gelecektir.
Şu an uluslararası sermayenin yüzünü tekrar ABD’ye dönmeye başladığı ve “gelişmekte olan piyasalar”dan çekildiği bir süreçten geçiyoruz. Bu eğilimin devamı ve güçlenmesi halinde Brezilya’da olduğu gibi faiz politikasının yabancı sermayeye yön vermekteki etkinliği de sınırlı kalacaktır.
ABD ‘TOPARLANDI’ DEMEK İÇİN ERKEN
Geçtiğimiz yıllarda ABD ekonomisindeki olumlu gelişmeler Türkiye ekonomisine de olumlu yansırdı. Son dönemde ABD ekonomisinden gelen pozitif verilerin borsa endeksinin sert bir şekilde gerilemesine, TL’nin yabancı para birimleri özellikle de dolar karşısında değer yitirmesine yol açtığını görüyoruz. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?
2008 krizinin hemen sonrasında ABD ekonomisindeki toparlanma sinyalleri dünya ekonomisine dönük olumlu beklentileri güçlendirmekte ve bu da içeride ihracatçı sektörler başta olmak üzere ekonominin geneline dönük olumlu bir algı yaratmaktaydı. Bu dönemde halen ABD’deki işsizlik haddi oldukça yüksek olduğundan genişlemeci para politikasının daha uzunca bir süre sürdüreleceği öngörülmekteydi. Dolayısıyla bu süre zarfında ABD borsa endeksleri ile Türkiye ve diğer “gelişmekte olan ülkelerin” endeksleri paralel bir seyir izledi.
Bugün ise durum farklı. ABD’den gelen son istihdam rakamları genişlemeci para politikasının sonuna yaklaştığımız şeklinde bir algı yaratıyor. Tarım dışı istihdam Haziran ayında piyasa beklentisinin (160 bin) oldukça üzerinde arttı (195 bin). Para politikası açısından yine saat başı ücretlerdeki yükseliş dikkat çekici. Bu haberler sonrasında bankalar başta olmak üzere BIST 100 endeksi sert bir şekilde gerilerken dolar TL karşısında 1.97 seviyesini gördü işsizlik oranının yüzde 7.6 seviyesinde kalmasının temel nedeni işgücüne katılım oranının yüzde 63.4’den yüzde 63.5’a yükselmesi. Bu sinyaller toparlanma yönünde güçlü bir kanaat oluşturmak için elbette yeterli değildir. Ama ücretlerdeki yukarı yönlu hareket para politikasının yönünü değiştirmek yönündeki baskıları arttıracaktır. Hele FED içerisindeki sıkılaştırma yanlısı seslerin de giderek çoğaldığı düşünülürse.
Evrensel'i Takip Et