BİR GÖÇ HİKAYESİ - Gürcistan’dan Türkiye’ye emek ve özlemle dolu yıllar
Ülkemizdeki tüm fabrikalar kapandı, iş yoktu. Çocuklarımıza yedirecek ekmek yoktu. Şu an bizim köyden yaklaşık 800 kadın Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve benzeri ülkelere gittiler. Kaçak olduklarından dolayı en zor işlerde, düşük ücretlerle çalışıyorlar. Gitmekten başka çaremiz yoktu. Aileler parçalandı, köylerimizde sadece yaşlılar ve çocuklar kaldı.
Uzun süren ikna çabaları sonucunda nihayet bizi kabul ettiler. Yaklaşık on yıldır tanışmamıza rağmen göçmen olmanın zorlukları onları temkinli olmak zorunda bırakıyor. Kapıda bizi Maria karşılıyor. İçeri geçiyoruz bir türlü tutuşmayan odunlar yüzünden ev buz gibi soğuk.
Evde, Gürcistan’dan gelen ikisi erkek, üçü kadın beş kişi var. Önce baba David gelmiş Türkiye’ye, sonra karısı ve o zamanlar on üç yaşında olan oğulları Corc. Uzun süre Rize’de çay bahçelerinde çalışmışlar. Anne Maria sürekli bir iş bulamayınca ellerinde bir valizle İstanbul’a gelmişler. Üç yıldır bu evde kiracılar.
Odanın kapısına asılmış mavi beyaz bir Gürcistan bayrağı, duvarda Maria ve David’in, köyünün, aile büyüklerinin fotoğrafları var. Tüm duvarlar vatanlarına özlemlerini anlatan objelerle dolu. Göçmenlikleri evin içine sinmiş sanki; tüm eşyalar rastgele yerleştirilmiş. Birazdan toplanıp gideceklermiş gibi eğreti duruyor her şey.
Baba ve oğul biz sohbete başlarken odadan çıkıyorlar, gözle görülen bir tedirginlikleri var. Baba-oğul inşaatta yeni işe başlamışlar, paralarını zamanında almasalar bile işlerini kaybetmekten korkuyorlar.
Ev soğuk ama sohbet sıcak başlıyor, Maria’nın kardeşi Culyanna’nın ikram ettiği kahvelerimizi yudumlarken Tienna ile sohbete başlıyoruz. Tienna, kırklı yaşlarda zayıfça bir kadın, sorularımıza güzel Türkçesiyle, kendinden emin yanıtlar veriyor. Ona Ekmek ve Gül dergisinden, kadın sorunlarından ve mücedeleden bahsediyorum; sessizce içini çekiyor.
“Büyük Felaket”
Tienna, “1970 yılında Gürcistan’da doğdum. Maria’nın çocukluk arkadaşıyım. Memlekette meslek lisesi okudum” diyerek anlatmaya başlıyor merak ettiğimiz öyküsünü. “Önceleri bizim oralarda isteyen herkes okurdu, şimdi her şey parayla. Çifte vatandaşlığım var, bir Türk ile formalite evliliği yaptım. Şu an boşandım ve daha rahatım.”
Bir kadın olarak hiç tanımadığı bir ülkeye gelmeye karar vermesinin nedenlerini soruyoruz. Tienna, kadınları ve erkekleri göç etmeye zorlayan memleketindeki koşulları kısa ama çarpıcı cümlelerle özetliyor: “Ben Sovyetlerde 1989’da yaşanan dağılmaya ‘Büyük Felaket’ diyorum. Çünkü ülkem ve diğer halklar için oralarda artık yoksulluk, açlık ve göç günleri başladı. Ülkemizdeki tüm fabrikalar kapandı, iş yoktu. Çocuklarımıza yedirecek ekmek yoktu. Şu an bizim köyden yaklaşık 800 kadın Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve benzeri ülkelere gittiler. Buralarda kaçak olduklarından dolayı en zor işlerde, düşük ücretlerle çalışıyorlar. Gitmekten başka çaremiz yoktu. Aileler parçalandı, köylerimizde sadece yaşlılar ve çocuklar kaldı.”
Türkiye insanıyla iletişimlerinin nasıl olduğunu, ayrımcılığa maruz kalıp kalmadıklarını merak ediyoruz. Tienna, biraz temkinli: “Bazı zamanlar yabancı olmanın zorluklarını yaşadık. En başta dillerini bilmiyoruz ki kendimizi anlatalım. Ama genelde çalıştığımız yerlerde iyi davrandılar. Bir iki arkadaşımın pasaportunu alıp saklamışlar, öyle sorunlar da oluyor.”
Burada ev sahibimiz Maria söze giriyor: “Birkaç yıl önceydi oğlum Corc bir bisikletçide çalışıyordu. Patronu ona ‘Bizim müşterilerimiz dindar insanlar senin burada çalışman onları rahatsız ediyor’ diye işten çıkardı.” Maria kırklı yaşlarda, hastalığı yüzünden solgun ama güzel bir kadın.
Soruyorum, “Maria, kaç yıldır Türkiye’desin?” Gürcistan’dan İstanbul’a uzanan göçün kuşkusuz romansı öyküsünü birkaç cümleye sığdırıveriyor: “12-13 yıl olmuştur geleli. Oğlum Corc on üç yaşındaydı. Dediğim gibi önce Rize’de mevsimlik işçiydik sonra İstanbul’a geldik. Ne bir tanıdık ne de gidecek bir yer vardı. Günlerce sokakta kaldık. Birilerinin yardımıyla kapısı, penceresi olmayan küçük bir eve yerleştik. Bir müddet yardımlarla yaşamaya çalıştık. Sonra temizlik işlerine gitmeye başladım. Daha doğrusu ne iş bulsam yapıyordum. Yine de çok kazanamadık. Kira, faturalar, memlekete para derken elde para kalmıyordu.”
Mutlu bir halktık
“Peki Maria, eski günlerinize dönmek ister misiniz?” diye sormadan edemiyorum. “Tabii ki, bizler o zaman ülkemizde çok mutlu bir halktık. Zengindik, sağlık ve eğitim parasızdı. Keşke o günlere dönebilsek. Eskiye dönebilmek için mücadele edenler var ama polis çok baskı uyguluyor. Son pişmanlık fayda vermiyor biliyorsun.”
Ne kadar da benziyor ülkemin kadınlarına düşüncesiyle başımı çevirince Culyanna ile göz göze geliyoruz; hüzünlü yüzü, meraklı gözleriyle bizi dinliyor. Culyanna konservatuar mezunu. Eskiden müzik öğretmenliği yapmış, birçok müzik aleti çalıyor ama ille de piyano diyor. Mahsun bir ifadesi var. Gelişimizden pek memnun değil. Çok tedirgin, sorulara cevap vermiyor. Yanmayan sobanın arkasında öylece oturuyor. Ablası anlatıyor: “Yakında işten çıkaracaklarmış, onun için üzüntülü. Bir de yari memlekette, onun da özlemi var.” Susuyorum, ne denebilir ki! Evlerinden çıkarken başka ülkelerden olsalar da söyledikleri ne kadar tanıdık diye düşünüyorum. Bir de yapabileceğimiz tek şeyin ezilen ve sömürülen tüm insanlar için daha çok mücadele etmek gerektiğini...
Evrensel'i Takip Et