08 Nisan 2013 03:14

Demokrasi samimiyete değil mecburiyete bağlıdır

Geçtiğimiz hafta barış süreciyle ilgili önemli gelişmeler yaşandı. Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve Türkiye Barış Meclisi Üyesi Aydın Çubukçu ile bu son gelişmeleri, anayasa ve başkanlık tartışmalarını, CHP’den Türk milliyetçilerine, sol-sosyalistlere kadar çeşitli çevrelerin sürece yaklaşımlarını konuştuk.

Demokrasi samimiyete değil mecburiyete bağlıdır
Paylaş

Serpil İlgün

Geçtiğimiz hafta barış süreciyle ilgili önemli gelişmeler yaşandı. PKK’li gerillaların sınır dışına çekilmesi konusunda yaşanan sorun BDP’li heyetin İmralı ziyaretini öne aldırdı.  Sürecin başından bu yana Mecliste bir komisyon oluşturulmasına şiddetle karşı çıkan AKP, Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonu’nun oluşturulması için Meclis Başkanlığı’na önerge verdi. Akil İnsanlar Grubu oluşturuldu ve partiler anayasa taslaklarını Meclis Başkanlığı’na sundu. Bu önemli gelişmeler yaşanırken ulusalcı, milliyetçi, ırkçı çevrelerin şiddetli muhalefetinin yanı sıra bazı sol-sosyalist çevrelerde de tereddütler ve “olmazlara” yüklenen gerekçeler güçlendiriliyor. Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve Türkiye Barış Meclisi Üyesi Aydın Çubukçu ile bu son gelişmeleri, anayasa ve başkanlık tartışmalarını, CHP’den Türk milliyetçilerine, sol-sosyalistlere kadar çeşitli çevrelerin sürece yaklaşımlarını konuştuk.


Hükümet ‘kaç kişi olacaklar’, ‘görevleri ne olacak’ tartışmalarını sonlandırdı ve Akil İnsanlar Grubu’nu oluşturdu. 62 kişilik listede, AKP’ye yakın isimler ağırlıkta. Grup, Damat Ferit döneminde oluşturulan Heyet-i nasiha’ ya benzetilerek, “AKP propagandası yapacaklar” dendi. Oluşturulan heyeti siz nasıl değerlendiriyorsunuz, beklenen işlevi yerine getirebilecek mi?
Akil insanlar grubuna yüklenen işlevi ve barış isteyen kamuoyunun beklentilerini karşılaştırmak gerekir. Başlangıçta akil insanların çözücü güç olarak rol oynayacakları kanısı yaygındı. Bu algı bence zaten yanlıştı. Çünkü Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirecek güç, böyle bir üçüncü göz değildir. Mücadele eden halklar ile hakları zincir altında tutan hükümet arasındaki mücadeledir belirleyici olan. İçinden geçmekte olduğumuz aşamada özellikle batı kamuoyunu sürece kazanmak son derece önemli bir unsur haline geldi. Çünkü bir yandan kışkırtıcı, kafa karıştırıcı, sorunu kutuplaştırmada kilitlemeyi isteyen bir propaganda var. Ulusalcılardan faşistlere, hatta kimi sol gruplara kadar süreci kuşkuyla besleyen herkesin, kamuoyunu kışkırtmaya çalıştıklarını görüyoruz. Listenin AKP yanlısı ya da “yetmez ama evet” çilerden oluşması, bende bu grubun bir şemsiye görevi ile ortaya çıktığı düşüncesini doğuruyor. Grubu oluşturanların herhalde Kürt meselesini bizim gördüğümüz gibi görmeleri beklenemez. AKP esas olarak sürece tamamıyla karşı ya da kuşkulu yaklaşan kesimleri bir şekilde tarafsızlaştırmak istiyor. Seçilen isimler de bu amaca uygun görünüyor.

Akit Gazetesi Yayın Yönetmeni Hasan Karakaya da mı?
Hasan Karakaya gibi insanlık dışı görüşler ileri sürmüş birinin bile buraya katılması bence bu açıdan önemlidir. En sert karşı duruş sergilemiş insanlar, birden “barış için çalışan insan” haline geldi! Bir sorun varsa bu onun sorunudur. Yine listede Kürt meselesi hakkında bugüne kadar hiçbir fikri olduğuna dair işaret vermemiş insanlar vardır. Onlar da şimdi il il dolaşıp gidişat hakkında olumlu şeyler söylemek zorundadır. Bunların sonucu belirlemeyeceğini bilmek lazım, yapacakları iş ve bizim beklentilerimiz oldukça düşük olmalıdır bu heyetten. Fakat kendi başına böyle bir sürecin üstüne açılmış bir şemsiye olması da önemli ve iyidir diye düşünüyorum.

Haftanın en önemli gelişmelerinden biri AKP’nin Mecliste komisyon kurulması için önerge vermesiydi. Ancak CHP ve MHP üye vermeyeceklerini açıkladı. Oysa komisyon oluşturulması CHP’nin de talebiydi. CHP ne yapıyor?
CHP konuya ilişkin bir politika geliştirmedi. Sürece, AKP’nin yaptığı hataları kullanabileceği bir yerde durup, o şekilde müdahale etmek istiyor. Dışarıdan eleştirerek puan toplamayı seçiyor. Bu politik olarak da yanlış, taktik olarak da. Çünkü bu süreçte dışarıda kalanlar sonunda hiçbir şey kazanamayacak. Ya net olacak tavrı MHP gibi ya da içine dâhil olacak, başka çare yok.

Dâhil olmasının yöntemleri üzerine kafa yoruluyor. “Başbakan Kılıçdaroğlu’yu arasa, gel süreci anlatayım dese, Kılıçdaroğlu buna yok demeyecektir, dolayısıyla tutumunda değişikliğe yol açacaktır” deniyor mesela?
Eyvallah ama Başbakan da şunu hesap ediyor; “Dışarıda kaldıkça bunlar zayıflayacaklar, katkıları olmasın, kendi kendilerini yesinler” Aslında CHP’yi sürece katmak CHP’yi aktif ve şimdiki pozisyonundan daha güçlü bir yere getirecektir. CHP bunu kendisi görmüyor ama Başbakan görüyor ve orada dursun istiyor.  

Mecliste komisyon oluşturulması, çekilmeyi kolaylaştırır mı?
Önemli olan çekilmenin prensip olarak kabul edilmiş olması. Gerisi teknik teferruat olarak görünüyor. Ama o teknik sorunlar an gelir sürecin esas sorunu halinde kendisini gösterebilir. Çekilmenin çatışmasız ve bir damla kan akmadan yapılabilmesi önemli. Gerçekten provokasyona açık bir süreç. Bölgede görev yapan korucusundan JİTEM’cisine, askeri, resmi polisine kadar pek çok çevre bunun süreci bozacak bir olay haline getirilmesini sağlayabilirler. Bunu isteyenler vardır. Dolayısıyla silahsız çekilme sırasında yapılabilecek bir saldırıya militanları cevap vermediğinde PKK bunu Kürt halkına izah edemez. Yani “İnandınız adamlara, silahı bıraktınız, çekiliyordunuz, işte gördünüz gününüzü” diyecek pek çok çevre var. Öte yandan hükümet eğer silahsız çekilmeyi kabul etmiş olanların güvenliğini sağlayamazsa, aynı şekilde hükümeti zayıflatıcı eleştiriler de olacaktır. İki taraf için de kritiktir. Komisyon meselesinde olduğu gibi burada da birkaç hafta içinde çekilmenin yasalarla değilse bile yönetmeliklerle idare edilebilecek bir hale gelmesi söz konusu olabilir. Bu noktada sorun yaşanmaması için, barış sürecinin devamı ve çözüm için hükümetin üzerine düşenleri mutlaka yapması gerekir.

Hükümetin çözüm konusunda samimi olup olmadığı sürecin başından beri sorgulanıyor. Gelişmelere bakınca samimiyet konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Siyasi zeminde samimiyet kavramının herhangi bir işlevi yoktur.

Neden yoktur?
Çünkü bireysel ilişkiler değildir bunlar. İnsanların ahlakıyla ya da gündelik tutumlarıyla kıyaslanarak bir değerlendirme yapılmaz. Burjuva politikasında samimiyetin herhangi bir rolü yoktur, doğrudan doğruya amaçlar ve bunun için kullanılacak araçlar vardır. Bu süreçte kullanılan araçlar ve nihai amaçlar tartışma konusu yapılabilir. Onu tartışırız. Yoksa samimi mi değil mi gibi bir tartışmanın yeri yoktur.

Ama samimiyet sorgusu, “Kürtler aldanıyor”, “AKP Kürtleri kandırıyor” veya “AKP’nin çözümü demokrasi getirmeyecek” söyleminin dayanağı yapılıyor.
Demokrasinin gelip gelmemesi yani Kürt sorununun çözümü ile birlikte demokrasinin de gerçekleşeceğini, bunların birbirini zorunlu koşullayan bir şey olduğunu düşünmek bence yanlış. Demokrasi mücadelesinde bize yeni mevziler kazandıran bir yapısı olacaktır. Bu ayrı bir şey. Sonuçta demokrasiyi elde edecek olan şey karşı tarafın samimiyeti değil, bizim mücadelemizdir, demokrasi isteyen Türk ve Kürt işçilerin, emekçilerin mücadelesidir. Demokrasi karşı tarafın samimiyetine değil, mecburiyetine bağlıdır.


ANAYASAYA NELERİN KONDUĞU KADAR, NELERİN AYIKLANDIĞI DA ÖNEMLİDİR

Partiler anayasa taslaklarını Meclis Başkanlığı’na sundu. Taslakların içerikleri, yapılan açıklamalardan çok farklı değil. AKP beklendiği gibi başkanlık sistemini önerdi. Türkiye’de bir anayasa kutuplaşması yaşanacağı zaten söyleniyordu. Taslaklar bu tezi güçlendirmiş mi oldu?
Anayasa kutuplaşması şeklinde değil de, CHP ve MHP’nin başkanlık sistemi ile Kürt meselesini birbirine bağlayarak yürüttükleri bir propaganda var. Orada “Kürtler emperyalizme hizmet ediyor, Tayyip Erdoğan padişah olmak istiyor, padişahçılarla emperyalistler birleşti ve anayasa yapacak” diye gösteriliyor ya. En korkunç heyula bu. AKP’ye doğru dürüst muhalefet etmeyi beceremeyip de açık kollayanların muhalefetidir bu. Kürt meselesinin çözümünü istemeyenlerin, barışçıl çözüm yollarını tamamen kapatmak isteyenlerin propagandasıdır.

Anayasanın seçim sonrasına kalma olasılığı da dillendiriliyor. Bu olursa, yani yeni anayasa seçimlere yetişemezse, Erdoğan’ın başkanlık projesi düşmüş, dolayısıyla hesaplar değişmiş olmaz mı?
Yok. Nasıl olacağını bilmiyorum ama yarı başkanlık gibi daha yumuşak sistemler üzerinde durabilirler.

Aynı soruyu tersine çevirerek sorarsak; barışın kalıcı hale gelmesi anayasa ile doğrudan ilgili. Değiştirilmemiş bir anayasa ile seçimlere girmek çözüm sürecini nasıl etkiler? Anayasa hukukçuları, “Anayasaya girmese de olur” diyor ama nasıl olacak?
Doğru, bazı şeyler anayasaya girmese de olur. Anayasa netice itibariyle temel ilkeler üzerinden bir şeydir. Gerisi yasalarla halledilebilir. O temel ilkeler geniş ve esnek tutulur ama belli başlı demokratik bazı güvenceleri verebilirse, yani anadil meselesinde mesela “eğitim dili Türkçedir” diyen maddeyi kaldırır. Ne olduğunu da belli etmez. Orayı boş bırakır ve yasalarla halledilebilir. O yüzden tartışmaların belli safhalarında anayasaya nelerin konduğu değil, nelerin ayıklandığı önemli olabilir.

Ama seçimler bittikten sonra yasayı iptal edebilir...
Doğru, parlamentolar değiştikçe yasalar da değişebilir.

Dolayısıyla bu güvence sağlamıyor...
Hiçbir şey güvence sağlamaz ki. Anayasa da güvence değil. İşte Kenan Evren demir gibi bir anayasa yaptı 20 yılda delinmedik yeri kalmadı.

Süreci nasıl etkiler sorusuna yanıtınız ne?
Muhakkak etkiler. Ama yasalar, anayasalar değildir güvenceler. Doğrudan doğruya demokratik ilerlemelere sahip çıkacak maddi güçlerdir. Bunlarla bir şeyler korunur ya da geliştirilir. İşte kendisinin yargılanmasını engelleyecek maddeleri bile koruyamadı Kenan Evren.


MAKSAT SİNİR UÇLARINA DOKUNMAK

Bir grup Türk akademisyen ve aydın, Türkiye vatandaşlığı tanımına “olmaz” diyerek bir bildiri yayınladı. Bildiri ve yaratacağı etki için ne söylersiniz?
Doğrudan doğruya bu sürece ilişkin kışkırtma yapan çevrelerin psikolojik savaşıyla ilgili bir şey. Kışkırtmak istedikleri insanları kolayca kışkırtabilecekleri sinir uçlarından biri. “Türk bayrağına ne diyeceğiz, Türkiye bayrağı mı diyeceğiz, artık Türk demeye utanıyorum” falan gibi şeyler. Aslında kimse Türklüğü yasaklamıyor. Anayasada o kelimenin çıkması Türküm demenin yasak olduğu veya Türk Bayrağı demenin yasak olduğu bir durum yaratmayacak. Ama bunu propaganda şekline soktuğunuz zaman o sinir uçlarının en hassas yerlerine dokunmuş, kışkırtmış oluyorsunuz.


BAŞKANLIĞIN DESTEKLENMESİ KOLAY TERCİH EDİLEMEZ

Önümüzdeki dönem için bir okuma yapmanızı istesek, barış sürecinin kritik aşamalarına ilişkin “Şunlara hazırlıklı olalım” diyeceğiniz neler var?
E
n yakın dalgalanma yerel seçimler sırasında yaşanabilir. Bölgeye yönelik olarak AKP’nin hamleleri doğrudan doğruya BDP’yi, Kürt hareketini, demokrasi mücadelesini zayıflatmaya yönelik olacaktır. Mesela Van belediyesini kazanmak uğruna AKP’nin yapmayacağı şey yok diye düşünüyorum. Diyarbakır’ı zaten gözden çıkarmış ama Van’ı kazanmayı büyük bir zafer sayacaklardır. İkincisi, başkanlık meselesi, yani cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkabilecek durumdur. Recep Tayyip Erdoğan daha şimdiden yüzde 1’lerin 2’lerin hesabını yapıyor. Numan Kurtulmuş’u transfer etmek ancak yüzde 2 kazandırmıştır. Ama o bile çok önemli görünüyor. Kürt illerinde yüzde yarımın bile çok önemli olduğunu düşünürsek, kavganın epey kızışacağını tahmin edebiliriz. Ama şöyle bir gelişme olursa, yani belli başlı Kürt talepleri konusunda ciddi, tatmin edici bir ilerleme sağlanması karşılığında “Biz de bu arkadaşı başkan yapalım” derlerse, bir sert viraj da orada yaşanacaktır. Ben birincisinin daha muhtemel olduğunu düşünüyorum. Yani başkanlığın desteklenmesi o kadar kolay tercih edilecek bir tavır değildir. Her şey olabilir ama zayıf gördüğüm bir ihtimaldir. Sonuçta bu şartlarda elde edilebilecek en yüksek kazanımlar nelerdir, ona bakmak lazım. Bir anadil meselesi, iki anayasal vatandaşlık meselesi, yerel yönetimlerin özerk ya da en az merkezi etkiye açık, yarı özerk biçimler alması önemli kazanımlardır ve Kürt sorununun daha demokratik bir güç olarak kendini örgütlemesi için de elverişli bir zemin yaratacaktır. Bunun altında kalan yahut bunlardan herhangi birinin hiç esamisinin okunmadığı bir çözüm, iyi bir çözüm olmayacaktır. Zaten kavga da bunun üstünedir.

SÜREÇ BİR DEVLET POLİTİKASIDIR

BDP, anayasa taslağında bölge meclisleri önerdi. Başkanlık sisteminin tartışılabileceğini, Amerikan sisteminin uygulanabileceğini söylemişti. Sizce de başkanlık sistemi tartışılabilir mi? Ek olarak, Başbakan’ın eyalet sisteminden söz etmesindeki maksat nedir?
Tartışılabilir niye tartışılmasın. Ama şu anda Türkiye’de eyalet sistemi eğer şu şekilde düzenlenebilirse, mesela Kürtlerin kendi yasalarını yapabilmeleri, kendi parlamentolarına sahip olmaları, kendi güvenlik güçlerini oluşturmaları vs. gibi olumlu yanlarından baktığınız zaman, Diyarbakır merkezli bir eyaletin pekâlâ onların yakın vadede amaçlarına uygun düşebileceğini söyleyebiliriz. Fakat bunu genelleştirdiğiniz zaman Türkiye’de demokrasiyi ilerleten yahut daha demokratik bir ortamın olduğunu söylemimize yol açacak bir manzara çıkacak mıdır? Esas soru budur. Bu açıdan baktığımızda sonuç olarak daha demokratik bir Türkiye çıkmayacaktır. Yani valilik seçimleri yahut yerel silahlı güçler gibi kavramlar Türkiye’de faşizan örgütlenmelerin önünü açabilecek, yerel mücadeleyi daha da zora sokabilecek, denetlenmesi daha zor sonuçlar doğurabilir. Merkezi bir hükümet yapısından daha farklı olarak, her bir eyalette emek ve demokrasi güçlerine karşı yerel yönetimlerin, seçilmiş faşist bir vali ve ona bağlı silahlı kuvvetlerin neler yapabileceklerini düşünmek bile tüyleri diken diken etmeye yeterlidir.

Sizce barış süreci devlet politikası haline geldi mi?
Devlet politikası haline geldi. Milli Güvenlik Kurulu kararı olarak ortaya çıkması, hükümetin de bunun uygulayıcısı durumunda bulunuyor görünmesi bir devlet politikası olduğu anlamına gelir. Devlette buna direnecek, şiddetle tepki gösterecek çevrelerin daha önce tasfiye edilmiş olmasının rahatlığı da var. MGK’nın yapısı değiştirildi, yüksek yargı ve belli başlı devlet kurumları üzerinde AKP kendi etkisini güçlendirdi. Devlet içinde elbette bir sürü klik var ve engellemeye çalışacaklardır ama esas olarak buna devletin politikası diyebiliriz.

EMEK ÖRGÜTLERİ SÜRECİN DIŞINDA KALMAMALI

Türk aydınlar ırkçı bir bildiri kaleme alırken, Barış İçin Akademisyenler de çözüm sürecini destekleyen bir bildiri yayınladılar. Destek çoğalıyor ancak özellikle işçi ve emekçiler cephesinden mesafe daralmış değil. Başka hangi kurumların sürece müdahil olması önemlidir?
Mesela DİSK ve Sendikal Güç Birliği’nin sürecin dışında kalması kabul edilebilir bir şey değildir. Başkalarını da çekerek DİSK ve SGB bu süreçte etkili bir rol oynamalıydı. Fakat tamamen pasif bir tavır takındılar. Eleştirmiyor ama katılmıyor da. Susuyor. Yine her demokratik mücadelede görmeye alıştığımız TMMOB, TTB gibi meslek örgütleri ve tek tek bazı sendikalar etkisiz durumda duruyorlar. İçlerinde sürece katkıda bulunmak isteyenler var ama örgüt olarak yoklar. Örgütlü bir biçimde bu işe girmiyorlar.

Alevi örgütleri de net bir pozisyon belirlemiş değil.

Evet, Aleviler başından bu yana sürece kuşkulu baktılar. Kürt hareketinin de yakın müttefiki olmadılar başlangıçtan beri. Kemalist, devletçi propagandanın etkisine daha yakın durdular. Fakat mücadele demokrasi mücadelesi halini almaya başladıkça onlar da yakınlaşma eğilimi gösterdiler. Ben mesela Akil İnsanlar Grubu’nda İzzettin Doğan’ın olmasını Aleviler açısından bir şansızlık olarak görüyorum. Elbette Alevi kitlesi üzerinde belli etkisi olan bir adamdır. En fazla parası olan bir vakfı temsil etmektedir. Ama Aleviler bu sürece daha etkili ve katkı sunacak pozisyonda katılsalar, orada İzzettin Doğan’ın yerine konuya daha hâkim, demokratik mücadele açısından daha etkili bir Alevi temsilcisi olabilirdi. Sürecin demokratik karakteri ilerledikçe Alevilerin daha yakın durabileceği ve gittikçe daha etkili bir biçimde rol oynayacakları bir ortamın doğacağı umudundayım.

ULUSAL DEMOKRATİK HAREKETİN GÜÇLENMESİ EMPERYALİZMİ GÜÇLENDİRMEZ

ABD dışişleri bakanı bir ayda ikinci kez geldi. Mayıs ayında da Erdoğan-Obama görüşmesi gerçekleşecek. “Barış süreci empeyalistlerce şekillendiriliyor” tezini dillendirenler, Kerry’nin ziyaretini buna dayanak yaptı. Kerry, süreci şekillendirmeye mi geldi?
Süreçle ilgisi dolaylı ama bölgedeki genel sorunlar içinde süreç de bir unsur olduğuna göre aynı torba içinde yer alıyordur Amerika ve İsrail açısından.
Türkiye’nin kendi iç sorununu halletmeden Amerika’nın kendisine biçtiği rolleri bölgede oynama imkânı yoktur. Hem Irak’taki, hem de Suriye’deki Kürt güçlerini karşıya almayan bir pozisyonda kalması lazım. Burada kritik nokta şudur, öyleyse “Kürt sorunu çözülmesin kardeşim” mi diyeceğiz? Bunu söyleyenler var. Öyleyse Kürt sorunu çözülmesin, Amerika bölgede güçlenmesin. Bunlar birbirine bu şekilde bağlı. Ama diğer yandan da farklılığı ve ayrı olduğu nokta var. Hiçbir ulusal demokratik hareketin güçlenmesi, emperyalizmi güçlendirmez. Prensip olarak budur. Her demokratik hareket bir yandan emperyalizmin kendi hesapları içinde yer alırken, özü itibariyle aynı zamanda emperyalizmin ilerlemesine ve güçlenmesine karşı etkenleri bağrında taşır. Bizim bu ilişkiyi görerek, bu birbiriyle çelişen ve birbiriyle bir arada bulunan unsurları görerek tercihimizi yapmamız lazım. Amerika kendi hesaplarını yapıyor, eyvallah, yapacak, kimse engelleyemez ama bir de demokratikleşme ve bir halkın kendi hak ve taleplerini gerçekleştirme mücadelesi vardır. Bunlar bazen birbirleriyle kesişirler, bazen birbirlerine karşı konumda bulunabilirler. Karşı konumda bulunduklarında yerimiz bellidir, kesiştiklerinde de biz, halkın kendi talepleri uğruna verdiği mücadeleyi güçlendirecek taktikler ve ara yollar bulmasından kaygı duymayız.
Dolayısıyla bu ziyaret ABD-Türkiye ilişkileri açısından hem uzun vadeli, hem de yakın gelecekte karşılaşılabilecek teknik sorunlar dâhil, taktik- stratejik çok şeyin bağlanacağı buluşma olacaktır.


SOLDAN GELEN ELEŞTİRİLER SÜRECİN KARAKTERİNİ ANLAMAKTAN UZAK

Bazı sol, sosyalist çevrelerin “Silahlar susacak ama neyin karşılığında”, “Kürtler kandırılıyor”, “Kürtler emperyalistlerin oyununa geliyor” gibi yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt sorununun barışçı tarzda çözümü, akan kanın durması gibi ana çizgileri kaybettiğimiz zaman, buna yönelik eleştirileri pervasızca sıralamak çok mümkün. Soldan gelen, emperyalizmin etkisi, şeriatçı bir diktatörlüğe gidişte Kürtlerin payanda olarak kullanılması gibi eleştiriler, bence sürecin asıl karakterini anlamaktan uzak, buna katkıda bulunmaktan geri durmayı amaçlayan eleştirilerdir. Yani ciddi devrimci endişelerle yapılacak bir eleştiri olarak görmüyorum. Mesela söylenenlerden bence en komik olanı “Silah bırakmak teslimiyettir” yaklaşımı. Savaşan sen değilsin, ne olduğundan haberin yok, “Savaş devam etsin” dediğin zaman sen zaten orada olmayacaksın. Böyle bir öneriyle hareket etmek doğrudan doğruya sol lafazanlık, keskinlik. “Silahlar susmasın!” Sen zaten sıkmıyorsun ki, adam sıkıyor, o susturacak.


AYDIN ÇUBUKÇU

1947 Sivas doğumlu. Basın Yayın Yüksek Okulu Fikir Kulübü Yönetim Kurulu ve Dev-Genç GYK üyeliği yaptı. EMEP GYK üyesi ve Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni.


evrensel.net

ÖNCEKİ HABER

'Sınıf kardeşliği barışın garantisi olacak'

SONRAKİ HABER

Emek yoksa Dorsay da yok!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...