Ören'de depremzedeler donmamak için hasarlı evlere giriyor
Depremden ağır hasar alan Ören'de depremzedeler, gönderilen çadırların yetersizliği ve soğuğu geçirmesi nedeniyle ağır hasarlı evlerde ve islim çadırlarında kalmak zorunda kalıyorlar.

Fotoğraf: Murat Uysal/ Evrensel
Murat UYSAL
Malatya
Depremin oturulacak ev bırakmadığı Ören’deyim. Gün içinde köyü göz ucuyla gezip evsiz kalanlarla, çadırda yaşayanlarla muhabbet ediyorum. Burada yaşayan yurttaşların başlıca geçim kaynağı kayısı. Kayısının yaşı, kurusu, pestili bu insanlar için ekmek demek.
Kayısı burada islime yatırılır, islime yatırılan, kurutulan kayısının ömrü uzar. Bugün Örenli yurttaşların kimi islim için kullanılan çadırlarda yaşıyor. AFAD çadırını bulabilen soğuğa faydası olur diye islim çadırını da AFAD çadırının üzerine atıyor ama bu soğuğa islim çadırı ne fayda.
HALKIN KENDİ KENDİNE SARDIĞI YARALAR
Halkın ikinci günden sonra yardımları kendi eliyle toplayıp dağıtımını da kendisinin yaptığı Ören Cemevine dönüyorum yüzümü. Buradaki organizasyon, depremin ilk gününden beri halk eliyle yapılmış. Cemevinin girişinde hasar görünmüyor. Kapıdan girince karşıdaki duvarın komple yıkıldığını görüyorum. Binanın çelikten çatısı duruyor, tavandaki kaplamalar yerle bir olmuş. Yıkılan duvarda 10 Ekim 2015’teki Ankara Gar Katliamı’nda katledilen Korkmaz Tedik’in kütüphanesi var. Korkmaz’ın resmi duvarda duruyor, burası Korkmaz’ın köyü.
Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel
Cemevi kalan en sağlam yapılardan biri gibi duruyor, köylüler gelen yardımları buraya yığmış. Gıda bir tarafta, giyim bir tarafta, temizlik gereçleri bir tarafta... Bölüm bölüm dizmişler. İçeriye girenin kolundan bir gönüllü tutuyor neye ihtiyacı varsa bölümleri beraber gezerek dolduruyorlar poşetini. Gönüllü dediğime bakmayın, buradaki hemen herkes bu köylü, depremzede. Yıkılan evini bırakmış, gelmiş burada bir işin ucundan tutuyor. Hasan 26 yaşında “Nereden geldin?” diyorum. “Buradan, bu köyden sayılırım” diyor. “Babam da şudur, başında siyah bere olan. Dağın altındaki köyden geliyoruz. Ören ile mesafesi 3 kilometre ya vardır ya yoktur. Bizim köyde yıkım burası gibi değil ama girilecek ev kalmadı. Annem ile kardeşlerim köyde çadırda, biz babamla buradayız”
-Ne zamandır buradasınız?
-İlk gün bizim köyde ne var ne yok baktık. Dağın eteğinde 7 hane anca var, burası gibi değil canlarımız sağ. Sonra çıkıp buraya geldik, enkazı eştik, kurtarabildiğimizi kurtardık. İlk iki gün köy meydanındaydı bu malzemeler, sonra abiler daha güvenli olur diye Cemevine çekelim dediler. Günleri saymıyorum kaç oldu, buradayız.
‘10 GÜN YOKLARDI, 2 GÜNDÜR KONUŞUYORLAR’
Asker geliyor Cemevinin içerisinde gözlüyor, bakıyor. Eli arkasında, yanına sorumlu birini arıyor. “Kim bakıyor, sorumlusu kim buranın?” diye sesleniyor. Bir süre ses çıkmıyor. Herkes işine devam ediyor. Ardından gönüllülerden biri “Yok. Burada tek sorumlu yok, herkes sorumlu. Buyur aradığın farz et benim” diyor. Asker alıyor yanına, “Bak” diyor, “Burada yemek yeniyor, bu çöpler burada olmaz. Giyimi buraya koymuşsunuz, her yer dağılmış, böyle olmaz. Burayı düzenlemeniz lazım, isterseniz adam yollayayım halletsinler” Gönüllü adam, yollama işini duyunca cevap veriyor, “Gerek yok komutan, buranın insanı halleder, sen merak etme” diyor.
Askerin işaret ettiği su şişelerini Cemevinin bir kenarından öbür kenarına taşırken konuşuyor köylüler. Ben de aralarındayım.
-Kardeş şimdi bunun ne anlamı var. O duvar yıkıldı yıkılacak, yıkılırsa bu sular duvarın altında kalacak. Ne anladım o işten.
Bir başkası: 10 gün yoklardı abi, 2 gündür gelmişler, işte şurası şöyle, burası böyle. 10 gün burada böyle baktık insanlara, vallahi hiçbiri yoktu bunların.
"İSTİYORLAR Kİ AÇ KALALIM AÇIKTA KALALIM, ÖYLE YARDIM ALALIM"
Cemevinde sürtüşmeler de olmuyor değil. Bir gelen bir daha gelmiyor mu, geliyor. Fazla fazla almıyor mu insanlar, alıyor. Fazla alana, her gün yardım için gelene bir başkası laf ediyor. Laf eden de haklı ama alan niye alıyor. Köylünün fazla aldığı malzeme köylüyü zenginleştirmez. Pirinci, bulguru, mercimeği ikinciye almaya geliyor. Bir başka bir mont daha almak istiyor. Cemevinden kavga dövüş kovulan uzun boylu geniş Hayri’nin yanına gidiyorum. Üstündeki mont kollarına yetmiyor, bilekleri dışarıda.
-Vallaha ilktir, ikincidir, üçüncüdür. Kim ihtiyacını bir kerede karşılayabiliyor? Doğru evim yıkılmamış, haklı valla hepsi ama işim de kalmamış, kayısılar telef olmuş, hayvanlar donacak, ben ne iş yapacağım? Yardım gelmiş, almayayım mı? Bunlar istiyor ki aç kalalım açıkta kalalım, öyle yardım alalım. Ya ekmek bana aç kalmadan lazım, bulgur aç kalmadan lazım. Evdeki her şeyin bitmesini mi bekleyeyim buraya gelmek için? O zaman kim bilir burada bir şey kalmaz.
"SOĞUĞA DAYANILMIYOR, YIKILSA DA KENDİ İMKANIMIZLA ÇIKARIZ"
Ören’den çıkıp 8 kilometre ötedeki biraz daha çukurda kalan bir köye gidiyorum. Toplamda 10 hane ancak var. Burada da evler yıkılmış. Burada da yine islim çadırları var, evlerin bahçesinde kimi ateş başında, kimi çadırda. Tek tük ışığı yanan evler de yok değil. O evlerden birine doğru çıkıyoruz. Işığı yanan evin kapısında iki aile var. Birinin Malatya merkezdeki evi harabeye dönmüş, buraya sığınmışlar. İyice bir bakınca bu ev de sığınacak halde değil. Tek kolon patlamış, boydan çatlak var. Evin diğer odalarında gözle bir şey görünmese de ev sahibi: “Burası ters tavan, çatıda ne vardır ne yoktur bilmiyoruz. Belki çatı çoktan kendini yemiştir. Çatı yıkılsa da kendi imkanımızla çıkarız diye buradayız. Dışarıdaki soğuğa dayanılmıyor.” Misafirleri Eylem ve Hakan’ın ısrarıyla kapı önünde bekliyorlar. Dayanılacak gibi değil, ev sahibinin yarım sobaya attığı odun kapı önüne yetişmiyor. 4 duvar arasındaki ateş değmeden uçup gidiyor.
Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel
KONTEYNERİMİZ OLSA KORKU OLMAZDI"
Eylem ve Hakan iki depreme de Malatya’daki evlerinde yakalanmış. “İlk deprem neyse de ikinci depremde o duvardaki sıvalar döküldü, benim canım çıktı. Nasıl attık kendimizi dışarıya bilmiyoruz. Yer hopluyordu. Ayakta dursan yürünmez, çömelsen havaya hopluyorsun.” Ev sahibi evin içine davet ediyor. Hakan’ın niyeti yok. “Hele biraz daha duralım” diyor.
Dün geceyi Eylem ve Hakan bu evde geçirmiş. Saat başı nöbet tuttuklarını anlatıyorlar. Eylem anlatıyor geceyi: “Uyku girmiyor gözümüze, psikolojimiz bozulmuş. Rüzgar esse sehpadaki suya bakıyorum. Tavandaki lambaya bakıyorum. Bir konteyner olaydı en azından yıkılma korkusu olmazdı. Soğuk anam, çadır da soğuk. Orada da uyumuyor ki komşular bilsem bu soğukta donmayacağım 5 dakika beklemem giderim çadıra. Çamurun içine batmış, soba yanıyor da kendine yanıyor ısıtmaz ki neye ısıtacak.” Hakan’ın bir eli telefonda, Malatya’nın dışındaki akrabaları arıyor. Telefonu kulağına götürdüğü eli titriyor, nefes aldıkça sesi de titriyor. Çekinerek, utanarak ağzından çıkan söze takla attırarak kalacak yer istiyor telefondakilerden. Yok. Yedi, sekiz, on telefon yer yok. Telefondakiler “Yemeğe paraya ihtiyacın var mı?” diye soruyor. Hakan, “Keşke her şey yemek gibi olaydı, çay gibi olaydı. Bulmasak da ölmezdik. Bu halde ben ya kafayı yiyeceğim ya o evlerin içine girip öleceğim. 4 duvarım olaydı, bileydim sağlam içinde soba da yanmayaydı.”
4 kişi gece yatmaya önünde bekledikleri eve giriyor. 11. gece artık bu, uyudukları uyku değil. Kalacak yer hâlâ problem, bulundukları her yerde kuş tedirginliğindeler, kondukları yerde donma korkusu dünyanın başlarına yıkılma korkusu enselerinde.

Evrensel'i Takip Et