30 Mart 2011 12:13

Mustafa Balel’e Mektup

Merhaba Mustafa Balel,Yeni kitabın Etiyopya Kralının Gözleri’ni yeni bitirdim. Aklımda hâlâ bir çocuğun dedesinden korkusunun masal durumuna gelişi var. Ailesini otoritesiyle sindirmeye çalışan silik sinik bir insancık. Bir çocuğun onurunu kırarak saygın olacağını sanan bir zavallı. Kim bilir neden, ben bu adamın öyküs&

Mustafa Balel’e Mektup
Paylaş
Sennur Sezer

Merhaba Mustafa Balel,

Yeni kitabın Etiyopya Kralının Gözleri’ni yeni bitirdim. Aklımda hâlâ bir çocuğun dedesinden korkusunun masal durumuna gelişi var. Ailesini otoritesiyle sindirmeye çalışan silik sinik bir insancık. Bir çocuğun onurunu kırarak saygın olacağını sanan bir zavallı. Kim bilir neden, ben bu adamın öyküsünü merak ettim. Torununu kucaklamak yerine korkutmayı seçen biri. Torununa sarılmak isterken sarılamayan biri. Öyküsü anlatılmaya değer biridir, öyle değil mi?
Yazdıklarında hep anılarımızda sakladığımız kokulara benzer sözcükler var. Bir sandığın kilidinin çıngırtısı gibi dikkat edilmezse fark edilmeyecek bir ses. Bir çarşaftaki uçuk bir lavanta kokusu. Bir limonataya sindirilmiş bir nane rayihası. Belki de kadınların evlerdeki gizli egemenliğinin su yüzüne çıkışı. Kadınların egemenliği çocukların hem çekindiği hem özlediği bir durumdur. Çocukları koruyan, esirgeyen, eksiklerini kapatan hep kadınlardır, ablalar, anneler, büyükanneler... Kimi zaman da komşu teyzeler, ablalar. Belki de ergenliğin başında çoğu delikanlının bu ablalara aşık olmasının bir nedeni budur. Fahriye Abla şiiri bir gerçektir de o yüzden sevilir herhalde.

Demiryolcu çocuğusun. Baban kim bilir kaç günde bir gelebilirdi eve? Özler miydiniz? Yoksa azarlarından kurtulmanın sevinci mi sarardı evi.

Sivas’ın görmediğim yüzünün bir demiryolu atölyesine benzediğini düşünürüm nedense. Babam çok uzun yol kontrollerinde Sivas’ta gecelerdi. Demiryolu yatakhaneleri demir mi kokar bilmem ki... Sen bu paslı demir görüntülerine bir horoz şekeri ekledin. Çocukluğun tertemiz yüreğinin irkilmelerinin ışıltılarını. Ağzına götürüldüğünde daha ısırılmadan çıt diye kırılan öykülerinle. Horoz şekeri gibi... Bir yerlerde kalmış mıdır o ince sarı kırmızı şekerler. Uçlarında kimi zaman bir düdük. Şekere değen soluğumuzun çın çın öttürdüğü bir şeker.

Toplum-birey ilişkisinin çatlaklarından görünen bir toplum var senin öykülerinde. Dokunmaya gelmiyor, incecik. Hüzün gibi bir şey. Bizi kendi çocukluğumuzu hatırlamaya, yaşadıklarımızın kırılganlığını duyumsamaya zorlayan bu yapışkan şekerden kurtuluş yok. Köyden kente göçün buruk öykülerini anlattın çoğunlukla. Hep incelikli yanlarıyla. Bu göç bir başka dünyaya göç kadar önemlidir aslında.

Sevgili Mustafa,

Birlikte ansiklopedilerde çalıştık 1980 koşullarında. Çocuklar gibi gülüp ağladığımız oldu. Acılarımızı boğduk kahkahalarımızla. Birbirimize okuduk yazdıklarımızı. Öykülerini en çok o yıllardan anımsıyorum. Fabrikada öğle yemeğinde çıkan kirazlardan evdeki çocuğuna götürmeyi düşleyen işçinin öyküsünü mesela. Kiraz Küpeler’deki açıkça söylenemeyen bir yoksulluk öyküsü. Bizden izler vardı bu öyküde belki. Üstelik o günlerde ikimizin de çocukları küçüktü.
Şimdi misafirlik öyküleri yazıyorsun. Çocukluğuna misafir gitmişsin sanki Etiyopya Kralının Gözleri ile. İstanbul Mektupları ile de İstanbul’a. Bu kitabın İstanbul’a bir turistin gözüyle bakıp, anlatıyor... Sanki biraz hüzünlü bir müzik var kitabın arka planında. İstanbul’da yaşayıp İstanbul’un tadını çıkaramamak nasıl bir tat taşır ki...? Elbet ince bir bluza yansıyacak. Bir masal gibi okuyorum ben İstanbul Mektupları’nı. Bir varmış bir yokmuş bir Fransız İstanbul’a gelmiş de, soyu tükenmiş bir İstanbullu ailenin evinde konuk kalmış da, sevgilisine yaşadıklarını anlatıyor mektupla her gün.
İncelikli mektuplar bunlar, dikkat edilmeyen mekanlara dikkat çekiyor, Devlet Demiryolu müzesi, bir Bizans sarnıcı...

Neyse, özlemişim öykülerini.

Senin yüreğinde bir çocuk barınıyor herhalde Mustafa Balel. Eline verilmiş horoz şekerini hem hemen tadıvermeyi içi çeken hem de eve götürmek isteyen bir çocuk gibi bakıyor hayata. Kim bilir evde horoz şekerini vermek istediği bir çocuk mu var, bir büyükanne mi.?

Öykülerindeki ince koku bir ıtır kokusu mu yoksa. Hani eflatun çiçek açan aya yapraklı çiçek var ya...

ÖNCEKİ HABER

Maddiyatçı sanatın maddi imkansızlığı

SONRAKİ HABER

Nicelikten niteliğe geçişte düşüncenin rolü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...