26 Şubat 2017 01:57

Bir kuyudan diğer kuyuya: Soluksuz ve susuz kalmak

Edebiyat kuramcısı İhab Hassan kriz durumunu maddeleştirmiş ve sormuştu: 'insani bilginin sınırlı ve göreli olduğu' bir durumda, yazar nasıl yazar?’

Paylaş

Ayşegül TÖZEREN

Hızlı değişimleri anlatan edebiyat eserlerini severim. Bir sabah kalkar, devcileyin bir böcektir. Bir kitap okur, yaşamı değişir. Oysa ben yavaş yavaş soluksuz kaldım ve bunu nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Belki siz bilirsiniz, yazının sonuna kadar soluksuzluğu anlatmanın bir yolunu bulamazsam size soracağım. 

Seksenlerde yazanların krizini anlatmaya çalışmıştım. Seksenlerin öykücülüğünü anlatabilmek için Jung’dan bir ifade ödünç almıştım: Persona. Persona akademik bir tanımla, toplumun onayını sağlamak amacıyla, bireyin dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimlik... Persona elbette, sadece bir maske değildir, yalnızlıkta, içe kapanmışlıkta, ifadenin baskı altına alındığı dönemlerde, yüze yapışmış, hatta içe geçmiş bir zar gibidir. İşte o zaman iç dış ayrımı da kalmaz yazanda. Her metin bir iç dökmedir, bir içi dışa ters yüz etmeye çalışma denemesidir. Ne kadar başarılı olunur bilemem.

Doksanlardaki öykücülük anlayışını aktarırken, genel olarak, içe kapalı, monologlar içeren, politik olanı dışlayan metinler yazıldığından, bu metinlerde, farklı toplumsal katmanlardan karakterlere yer verirken dil kurmakta zorlanıldığından dem vurmuştum. Bunu “masabaşı”nda yazmaya bağlamıştım. Yazar yine evinde, odasında yazıyordu. Seksen sonrası dönemde de salonlar doluysa da, yine sokaklar boştu… Sokaklar pek öykünün konusu olmuyordu. 

İki binlerde öyküde bastırılmış olan geri dönmüş, sokak, coşkusuyla, sıcaklığıyla, gündelik diliyle öykünün merkezine oturuvermişti. Sadece sokak mı, devrimci abiler, ablalar, kamyoncular, kenar mahalleler hep edebiyatın konusu olmuştu. Yazan ve okuyanlar, elbette bilir, seksenlerin edebiyat anlayışıyla da, doksanların edebiyat anlayışıyla da, iki binlerin edebiyat anlayışıyla da nitelikli edebiyat ipi göğüslenebilir. Ama konumuz bu değil. Konumuz, yazanın krizi…

Hatta edebiyat kuramcısı İhab Hassan kriz durumunu maddeleştirmiş ve sormuştu: “insani eylemlerin şans ve absürdlük tarafından yönetildiği”, “hiçbir ahlaki davranış normunun bulunmadığı”, “yabancılaşmanın insani yaşamın durumu olduğu”, “insani güdülerin ironi ve çelişki ile nitelendiği”, “insani bilginin sınırlı ve göreli olduğu” bir durumda, yazar nasıl yazar?

Şimdi yazdığım her şeye bir çizgi çekiyorum ve kocaman harflerle yazıyorum: YAZAMAYANIN KRİZİ.

Yüksek sanattan hep söz edilir. Oysa yüksek edebiyat diye bir ifade kullananı hiç duymadım. Büyük edebiyat denir; büyük edebiyat ve büyük edebiyatçılar vardır. Sesini yumuşattığı dönemlerde dahi, insan sözünü yükselten ve yücelten... Büyük edebiyatçı Yaşar Kemal, ünlü sözünde, “insan umutsuzluktan umut yaratandır,” demiştir. Bu sözü zihnimde hep asılıdır, bir yemin gibi taşırım... Yüksekten sözü açtık, bir de yüksek siyaset vardır. Ondan hiç anlamam. Ama bir köyde, susuz kalmayı, yemeksiz kalmayı, bir evin içinde hapis kalıp, dışarıda ne olduğunu bilemeden sessizliğin ve karanlığın içinde oturup beklemeyi anlayabilirim. Hiç yaşamadım, ama insan kardeşimin durumunu anlayabilirim. Ama yazamam, ifade etmeye kalemimin soluğu yetmiyor, yetmiyor… 

Kalemimin soluğu yaşayanın krizini anlatmaya yetmiyorsa, artık yazanın krizi yerine yazamamanın krizinden söz etmeli. Soluksuzluk burada başlıyor, yaşamak ve yazmak da böyle tükeniyor. Hâlâ umutsuzluğun içinden umut yaratma umudumuz sürse de...

Soluksuzluk, yazamamakmış, anladım.

Susuz kalmak, soluksuz kalmak, mesafelerden bağımsız birmiş, birmiş...

ÖNCEKİ HABER

Aydoğan Topal: O sandığı boş bırakmamak için üretmek gerek

SONRAKİ HABER

Tehlikeli bölge: Şiir ve eleştiri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa