14 Eylül 2016 01:55

Uğur ZENGİN
İstanbul

Kurban Bayramı’nı bir işçi ailesi nasıl geçiriyor? Bayramın ilk gününde bir işçi evinde, mütevazı sofranın başındayız. Evdeki çift çocuk yaştan beri işçi. Fatma, 14 yaşında tekstile, Kemal 16 yaşında deriye başlamış. İki de çocukları var. Evdeki tartışmaların konusu fabrika ve işyeri oluyor. Kadının bölümünü zorla değiştiren mühendis, mesaiye kal diyen ustabaşı, işten atma söylentileri, sendika, hakkını bilmeyen işçiler, fabrikadaki şu işçi, bu işçi... “Bir gün kesimdeyim, bir gün zımparadayım, macundayım...”, “İşçiler mesaiye kalmaktan memnun”, “Zararın giderilmesi için daha çok iş”, “Daha disiplinli çalışma”, “Tasarruf etmemiz lazım”... Birbiri ardına kurulan benzeri cümlelere televizyondan gelen sesler karışıyor: “Üçüncü dünya savaşı”, “Darbe”, “Belediyelere kayyım”, “Halkın iradesine ipotek”, “Basın toplantıları”, “Van’da patlayan bomba”, “Anayasa ve hukuk kuralları...” 12 Eylül’ün de yıl dönümü aynı zamanda, “650 binden fazla kişi göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 7 bin kişi için idam cezası istendi...” 

BEKLENEN AÇIKLAMA...

Çalışma ve yaşam koşulları zor. Üstelik savaş ve çatışmalar devam ediyor. Emekçi bir Kürt aile de olunca bu savaşı doğrudan kendilerinde hissediyorlar. Ölümler sürüyor, eve giren ekmek küçülüyor. Bir göz bir kulak daima televizyonda. Çok önemli açıklamalar olacakmış. “PKK Lideri Öcalan ne söylemiş onu açıklayacaklar” diyorlar, açıklamayı bekliyorlar. Açıklama başlayınca ses, soluk kesiliyor. Sonuna kadar dinliyorlar, anlamaya çalışıyorlar. “Açlık grevi bitti mi, başka bir şey de söylenecek mi?” Açıklama bitince anlaşılıyor ki Öcalan, “Çözüme geri dönebiliriz” demiş. Ben de aileye soruyorum, “Siz ne diyorsunuz?”

Fatma için “umutlu” desek doğru olmaz. “Ben bireysel olarak şöyle düşüyorum” diyor, “Bu kadar insanın üzerinde baskılar varken kalkıp da belediyelere bile kayyım atamaları yapılırken her gün gözaltılar yapılırken, insanlar katledilirken nasıl olacak yani? Bir de o tarafı var. Türkiye’de diğer demokratik kesimlerin de buna destek olması gerekiyor. CHP’nin de bu barış sürecine destek vermesi lazım. Bu ölümlerin sonlanmasını istiyorsa muhalefet partileri de destek vermeli. Ama bugün görüyoruz ki çok zor bu da.” Fatma’yla konuşmaya devam ediyoruz. 

‘ÖTEKİLEŞTİRME GÖZÜYLE BAKIYORLAR’

- Sizi nasıl etkiliyor savaş koşulları?
- Emekçi insanlarız çalışıyoruz, kazandıklarımız savaş bütçesine gidiyor. Benim çocuklarımın geleceği, yaşamı şu an tehlike altında. Hepimizin yani. Ölen insanlar da etkiliyor. Artık psikolojimiz o kadar bozuldu ki sabah kalktığımızda acaba bugün nerede bomba patlayacak, nerede insanlar ölecek korkusu yaşıyorsun. Bir yere giderken hep bu kaygıyla gidiyorsun. Acaba olacak mı böyle bir şey? Çünkü böyle bir duruma getirdiler ülkeyi. OHAL olmasaydı belki daha iyi bir toplusözleşme imzalayabilirdik. Taslağımız daha farklıydı. Gerekçe olarak OHAL gösterildi. En yakınımızda Tedi’yi gösterelim. Aylardır direniyorlar. Baskı, gözaltı, darp bu hep bu süreçle bağlantılı. Bu süreç böyle gelişmese biz emekçiler daha iyi kazanımlar elde edebiliriz. Ama her gün insanların öldüğü bir yerde yaşıyoruz. Kalkıp bunu bile konuşamıyorsun. “İşyerinde acaba ben bunu konuşursam bana bakışları nasıl olur?” Böyle düşünüyorsun. Bazen konuştuğum zaman ötekileştirme gözüyle bakıyor. Sanki onların gözünde farklısın, işçi değilmişsin gibi bakıyorlar. Ama genel olarak neden insanlar ölsün diyebiliyorsun. 

Tüm bu anlattıklarına şunları ekliyor Fatma: “İnsanların izlediği medyaya da bakmak lazım. Kaç kişi bizim izlediğimiz kanalları izliyor, kaçı okuduğumuz gazeteleri okuyor değil mi? Adamların okuduğu gazeteler belli yani. Ve bilgiyi aldıkları tek yer orası.” 

KURBAN KESSEN SÖYLEYEBİLİR MİSİN?

OHAL’in ardından beklenen zam alınamamış. Öyle ki kurban kesen, “Ben kurban kesiyorum” diyemezmiş. Bir de kesmeyenler var, Fatma anlatıyor: “İşçiler kurban kesse de sana söyleyemez ki yani. Sen bugün kessen diyebilir misin kurban kesiyorum. Yemeğe gidiyoruz erkek arkadaşlar birbirlerine soruyorlar kurban var mı kurban var mı? Adam ‘Neyle kurban yapayım’ diyor, ‘150 milyar borcum var.’ Herkesin kredi borcu var. ‘Ben ne yapacağım çoluğum çocuğum var’ diyor diğeri.” 

FAZLA MESAİ İÇİN FAZLA ÜRETMEK

Düşük ücrete karşı en kısa ‘çözüm’ ise fazla mesai olmuş. Ancak fabrikada fazla mesaiye kalmak da kolay değil, fazla mesaiye kalmanın da bir bedeli var: Normal mesaide yarışmak, başka işçiden daha çok üretmek. “4 gün mesai yapsan bayramda, aylık kiranı çıkarırsın. Bizim bölümde yaşlı bir abi var. Yaşı 50’den fazla var. Bir gün dedim ‘Abi ne yapıyorsun Allah aşkına? Emekli insansın ne burada gece gündüz...’ Hatta oradaki erkek arkadaşlar şikayet ediyorlar. ‘Sıra bize gelmiyor ondan’ diyorlar. O kadar çok mesaiye geliyor ki. ‘Sürekli bu geliyor’ abla diyorlar, ‘Çok mu ihtiyacı var? Çekil biz gençler kalalım.’ Ben de dedim ki ayarlayın eşit kalın mesaiye. Çok çalışıyorlar çok göze giriyorlar onları çağırıyorlar mesailere. Ustabaşının gözüne girip mesaiye kalmak için.”

ARKADAŞI EZİLEREK CAN VERDİ

Metal İşçisi Fatma’nın eşi Kemal ise tersane işçisi. Bayram deyince aklına geçtiğimiz 30 Ağustos’ta gittiği mesaiden sağ çıkamayan arkadaşı geliyor. Resmi tatil olmasına rağmen işe gidip can veriyor: “Yüzlerce kiloluk boru devrilmiş üstüne. Ertesi gün gittik firma kapatmamış, herkes çalışıyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.” Onun gördüğü ilk iş cinayeti değil. 83’te geldiği İstanbul’da, 14 yaşında Kazlıçeşme’de deri fabrikasında sigortasız çalışmaya başlamış. “17-18 yaşında falandım. ‘87 grevi vardı. Benim çalıştığım fabrikanın sahibinin kardeşinin de deri fabrikası vardı. Makine bozulduğunda bazen o fabrikaya gidip çalışıyorduk. O fabrikada da ‘69 doğumlu bir çocuk ölmüştü. Samsunlu bir arkadaştı. Yalnız çalışırken montunu kaptırmış makineye, sarıp, parçalayıp götürüyor. Stop da uzakmış, basamamış. Hatta Tarık Akan orada Çark filmi çevirdi. Biz de işçiler olarak filmdeki yürüyüşe de katıldık. 129 gün grev oldu sonra...” 

SAVAŞ GEMİSİ

Kendisi de bugün tersanede çalışıyor, montajcı. Taşeron işçi, savaş gemisi yapımında çalışıyor. “Ağır bir iş. Blokları parça parça birleştiriyorsun. Her blokun ağırlığı en az 300 ton.” “Tehlikeleri de çok” diyor, “Geminin içindesin karanlık oluyor, çapak var göremiyorsun, ayağını atıyorsun, aşağı düşme ihtimalin var. Yüksekte çalışıyorsun düşebilirsin. Demirin içinde yürüyorsun yani başka hiçbir şey yok. Kesim yapıp gözlüğü takmayan, gözünü kaybeden oluyor. Kaynakçı devamlı dumanda, en şanslı yine montajcı. Ne kadar maske taksan da fark etmiyor.”  

İşyerine kapıda parmak basıp giriliyor, dakika dakika hesap yapılıyor: “4.30’da parmak basmak zorundasın. 4.25’te bastın diyelim, 5 dakika erken çıktın. 1 ay boyunca erken çıktığın süre toplanıp toplu şekilde kesiliyor. Mesela 2 saat ücretini kesiyor.”

Tüm bunlara rağmen ücretlerin geç yatırıldığını söylüyor Kemal, “2 bin 500 lira maaş alıyorum. 2009 krizinden beri yevmiyeler neredeyse aynı.” Ve ekliyor: “Diğer işçilerle yan yana gelemiyoruz. Grup grup oturuluyor. Kürtlere açık açık hakaret ediyorlar, küfür ediyorlar. Anlatmaya, konuşmaya çalışsan seni linç etme durumları var yani. 7-8 yıllık işçi hakkını bırakıp gidemiyor. Ben orada birkaç aylık işçiyim. Hakkımı istesem kapıyı gösterir. Diyoruz ki biz yeni işçiyiz konuşma şansımız yok. En azından eski insanlar konuşsun. Gerekirse iş bıraksınlar. Ama olmuyor. Sen işçisin yani. Kalkıp orada mezhep tartışmaları dinsel tartışma yanlış aslında. Eziliyorsun bir kere. Bu savaşın dinsel, kimliksel ayrıştırmaları yapanların kurbanısın sen. Ve niye bunu kendine yapıyorsun?” Son sözleri ise, “Keşke barış gemileri yapsaydık” oluyor. Savaş koşulları ve OHAL nedeniyle fotoğraf vermek istemiyorlar, ayrılıyoruz.

Evrensel'i Takip Et