El Yazısı: Sokaklar daracıktı yürekler kocaman
31. İstanbul Film Festivali kapsamında izleme şansı bulduğum filmlerden biri de El Yazısı oldu, aynı anda gösterimde de olan bir film için Beyoğlu Sineması boş koltuk kalmayacak biçimde dolmuştu. Festivalin geleneği olduğu üzere yönetmenin filmi kadar içten cümlesiyle başladı film “Yaz aylarında gelerek sinemayı öğrendiği Beyoğlu Sineması’nda”. Duvarlarındaki figürleri kimin yaptığını merak ederek orada kim bilir kaç filme aşık olanlarımız için Vatansever’in cümleleri güzel bir şey göreceğimize bizi ikna etmişti, öyle de oldu.
“Çocukluk hatırası kadar uzak bana elimin altındaki yazı, el yazısı çocukluğudur insanın” diye yazmıştı Murathan Mungan aynı isimli şiirinde. El Yazısı işte öyle bir film, dört ayrı kuşaktan dört ayrı aşkı anlatan film, insanın kendisine çocukluğu, delikanlılığı, yaşlılığı belki de kendi kadar yakın yanını anlatıyor. Filmin baş karakteri kim derseniz verecek bir cevabım yok, başrolü Göynük oynuyor demek en doğrusu.
Film, Kasabanın Eczacısı Zeynep’in (Cansu Dere) “öğütlendiği üzere” kasabanın öğretmeni ile evlilik hazırlıklarına başlaması ve bunun üzerine “şehirden arkadaşı”nın da onu ziyaretiyle eski defterlerin açılması eşliğinde birçok eski ve yeni defterin gözden geçirilmesinden oluşuyor.
Aslına bakılırsa film boyunca bozuk olan ve çalıştığında da “mutsuzluk” getiren telefonlar öyle ya da böyle bir modernite eleştirisi sayılabilir; keza onlar olmadığında devreye giren mektupların filmin başından sonuna bazen yırtık birer kağıt bazense sevgiliden saklanan bir şey olarak ortada olması insanın içinde bir şeyleri kıpırdatmıyor değil.
Göynük’ün daracık sokaklarında koşuşan iki çocuk oyuncu ise filmdeki o paralel kurgunun devamını sağlıyor. Yönetmen, sanki kameralarını ve öyküyü çocuklara taşıtıyor. Belki hikayede de filmin işlenişinde de bu sonsuz saflığı filme veren bu oluyor. Kasaba hayatının vasatında büyüyen çocuklar için bambaşka bir şey ifade etmesinin nedeni de bu. Sait Faik öykülerinden çıkma karakterlerinin gerçek olduğuna dair bir gözlem için edebiyata değil yaşamaya ihtiyaç olduğunu görüyorsunuz.
Yönetmen bu filmi Göynük’te değil başka bir yerde çekse film kesinlikle bambaşka olurdu, öyle ki oranın insanının yahut yönetmenin işlediği insani durumun ruh hali coğrafidir. Yönetmen sırları olan vasatıyla boğuşan bir kasabayı seçmiş ve küçücük bir yerde bile ne kadar büyük “meseleler” dönebileceğini ve insanın karışık doğasının neler karıştırmaya muktedir olduğunu hepimize gösteriyor.
Filmde “dev sinema numaraları” aramaya gerek yok, Wilma Elles’in (Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de de oynuyor) popülerliği filme bir şey katar mı bilinmez; ancak benim gördüğüm Elles’in popülerliğinden ziyade, filmin Elles’e bir şeyler katacağı yönünde. Elles’in üstüne yapışan “kötü kadın karakter” etiketini silebilecek güzel bir film var çünkü ortada.
Yönetmenin “yönetmen” olarak sorgulanması belki daha yetkin birine bırakılmalı; ancak öykücü olarak kurduğu dünyaya karşı biraz daha sorumlu olmasını bekleyebiliriz. Filmdeki açık olmayan önemli noktalardan biri sanıyorum ki kasaba ile köy arasındaki husumet. Bu husumetin nereden geldiğini düşününce karşılıklı bir kibir ve dışlama dışında bir şey insanın aklına gelmiyor; ancak aradan 40-50 yıl geçse de iki ayrı aşk hikayesine karşı çıkılan bir durumun mevcut olduğu düşünüldüğünde meselenin fazlasıyla köklü ve kayda değer olduğunu düşünebiliriz. Buna rağmen söylemeli ki Ali Vatansever iyi bir senaryo yazarı. Onun kaleminden filme düşenleri izlemek keyifli olacak. Üstelik ne Çağan Irmak’vari bir duygusal pornografi var ne de bir “yöre fetişizmi”.
Aşkın kutsal ve gizli olduğu bir yerin, hatta zaman zaman yasak olduğu bir yerin hikayesi bazıları için çok sıradan gelebilir; ancak filmin sonundaki alkışlar bana tek bir şeyi anımsatıyordu. Bazı filmlerin ve bazı öykülerin alkışa ve göz yaşına değdiğini. İnsanlara değdiği sürece elbette.
Evrensel'i Takip Et