10 Ocak 2016 02:35

Hakikat oyunu

Paylaş

Fatma ONAT

Bir Artur Miller metnini izlenilmeyecek hale sokmak zor olandır kanaatimce. Çünkü siz gözünüzü kapatıp sadece akan diyaloglara bile odaklandığınızda ne söylediğini fazlasıyla bilen, etkileyici bir hikâye dinlemiş olursunuz. “Sıradan” olanın güçlü bir biçimde anlatılabildiği şahane oyunlardır söz ettiklerimiz. Ekonomik ve sosyal koşullar katman katman oturur inşa edilen metne. O koşullar oyun kişilerine her türlü sirayet etmiştir. Kör göze parmak değildir söylenenler, birileri yaşar ve biz tanıklık ederiz. Köprüden Görünüş de bu oyunlardan biri. Liman işçisi Eddie Carbone, karısı Beatrice’in İtalya’dan gelen kuzenlerini evinde ağırlar. Kuzenler için kaçak da olsa Amerika’da olmak “rüya”nın en güzel başlangıcıdır. Dayanışma içinde başlayan hikâye kuzenlerden birinin Beatrice’in yeğeni Catherine’e aşık olmasıyla başka bir boyut kazanır.   
İzleyenler hatırlar, Trier’in Nymphomaniac’ında ana karakterin cinsel çözümlemeler için girdiği ilegal işinin bir sahnesinde oturtulduğu sandalyede sorguya alınmış bir adam vardır. Fakat o ne yaparsa yapsın sandalyedeki adamı etkilemeyi başaramaz. Ta ki bir erkek çocuğuyla ilgili anlattığı erotik hikâyeye kadar... Sahnenin içeriğinde asıl “erdemli” davranışın sapkın eğilimleri olmasına rağmen kişinin bunları bastırabilmesi, acı çekse de gizleyebilmesi, kendine engel olabilmesidir minvalinden tartışmaya çokça açık bir söylem çıkar. O an için karakterin alkışına değer bulunan, çokları için affedilemez olandır. Buralar derin sular, kritik eşikler. Oyun Atölyesi’nin “Köprüden Görünüş”ünü izledikten sonra da akla böyle bir söylem düşüverebiliyor. Karakterin büyüttüğü kız çocuğuna karşı duyduğu arzuları bir yere kadar bastırmış olması, genç kıza ilgisini 50’ler Amerikası olduğu da göz önünde bulundurulunca muhafazakar, erkek, emanetçi bir bakışa yerleştirmesi karakterin tavrını olağanlaştırabiliyor izlediğimiz okumada. Söylem tehlikeli sulara kayıyor böylece.
Antik bir tragedya gibi olacakların bilgisini baştan vermeye çekinmeyen, bunu teknik olarak anlatıcısıyla, duygusal olarak daha ilk sahnenin enerjisiyle hissettiren bir oyun bu. Kulağımıza sürekli olacakları fısıldayan bir avukat da var sahnede. Rasyonel bir akıl gibi bu ses. Oyunun akışı, bu aklın istemediği bir yere saparak kuvvetlendiriyor çatışmasını, marifet de buralarda ortaya çıkıyor. Akışı durdurmanın çok da mümkün olmadığı bir sürece tanık oluyoruz hep beraber. Göz göre göre gerçekleşiyor her şey. Sadece arzuların top koşturduğu bir saha değil söz etttiğimiz. Sadece güzel kızla yakışıklı oğlan buluşması değil Catherine ve Rodolpho’nunki. Sınıfsal ve ekonomik koşulların temas etmediği bir alan bulmak zor. Bir melodramın içinde olmadığımız her daim hissettiriliyor. Hira Tekindor metnin katmanlı gücünün farkındalığıyla büyük hareketler içine girmek derdine düşmemiş. Daha çok karakterlerin sahnedeki varoluşuna odaklanmış gibi. Ki zaten karakterlerimiz dışında kalabalıklar var sahnede. Başka başka insanların izi kalmış sahnenin duvarlarında. Silüetler bir sürü başka göçmen hikâyesi belki de. Anlatıyı görsel olarak da derinleştirmek noktasında iyi bir boyut yakalanmış. Fakat karakterlerin sempati antipati çizgisini bulanıklaştırma konusunda biraz zorlanmış yönetmen. Belki bu durum oyuncuların üslup farklarından kaynaklı da olabilir.   
Sesinde “hayat” olan bir oyuncu olarak var Nazlı Bulum. Catherine’in varlığını umutlu bir genç kız çizgisinden, arzularının farkına yavaşça varan bir kadın olma çizgisine taşırken “lolita” olma riskini bertaraf etmeyi iyi beceriyor. Sesiyle ve tavrıyla iyi niyetli duygularını göstermekten çekinmeyen bir karakter karşımızdaki. Teyzesi ve Eddie ile kurduğu ilişki, eve gelen genç adama duyduğu ilgi, yaptığı akılcı planlar içinde bile hissettirdiği yoğun duygusallık özel bir yerde tutuyor performansını. Hile barındırmayan, birçok duruma teyzesinin nasihatleriyle uyanan organik bir masumiyeti var. Zarar görmeden, umutla çıksın bu hikâyeden istiyorsunuz. Aynı hisleri uyandıran diğer karakter ise Aykut Akdere’nin oynadığı Rodolpho. Karın tokluğuna çalışmakla yetinecek biri değil. Şehri, müziği, seyahati, dansı seviyor. Hayalleri var. Bu hayaller uğruna ne yapıp yapmayacağı biraz daha bulanık bırakılsa tadından yenmez bir hal alabilirdi. Ama sempati çizgisinin ağırlığı bu tadı almayı engelliyor. Akdere ve Bulum’un oyunculuk kimyası oyun için değerli bir birleşme yakalamış. Birbirlerine yakın tutmak istediğiniz, bulundukları yerden kaçabildikleri noktada ayrı ayrı hayatlar da yaşabilecekleri duygusu veren karakterlere dönüşüyorlar. Her şeye rağmen hakikatle bağlarını koparmayan karakterler. Aslı Yılmaz ve Bülent İnal’da diğer partnerlerinin tersi bir durum seziliyor. Onlar hikâyenin hakikatiyle değil de oyunun kendisiyle kurdukları bağı hissettiriyorlar daha çok. İnal’ın seyircinin varlığını hissede hissede oynaması bedenini ve sesini daha abartılı bir noktaya taşıyor. Yılmaz’ın ise karakterin kontrollülüğünün de üstünde bir kontrolü var sanki. Dili, üsturuplu tavrı başka bir atmosferin içinden ses veriyor gibi. Biraz deformasyon, az da olsa aksaklık istiyor insan Beatrice’ten. Buralardan sonrası daha çok göçmenlerin çalıştığı limandan gelen kahve kokusu, bu kokunun verdiği huzuru dağıtan gerçekler, bu gerçekleri üslubunca anlatan etkileyici bir oyun vadediyor.

onatfat@gmail.com

ÖNCEKİ HABER

Hepimiz oğlak burcuyuz

SONRAKİ HABER

‘Erkek egemenliği ile aşk bitiyor’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...