07 Eylül 2015 01:00

Erdoğan iktidar için her şeyi göze aldı

Yazar Aydın Çubukçu: 1 Kasım’a giderken hedef bellidir; 7 Haziran’ın tekrarlanmaması diye bir hedef vardır ve bunun için kullanılacak araçlar da doğrusu iç açıcı bir manzara çizmiyor. (Fotoğraf: Erdost YILDIRIM)

Paylaş

Serpil İLGÜN

İçerde ve dışarıda savaş bilançosunun giderek ağırlaştığı günlerde AKP, Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı ve tabloyu daha da ağırlaştıracak olan savaş tezkeresi, AKP, MHP ve CHP oylarıyla kabul edildi. Hukukçuların Anayasaya aykırı olarak oluşturulduğu uyarısında bulunduğu Seçim Hükümeti, geçtiğimiz hafta ilk Bakanlar Kurulu toplantısını yaptı ve Başbakan Davutoğlu, “terörle mücadelenin” kararlılıkla süreceğini, “seçim güvenliğinin” ise mutlaka sağlanacağını söyledi. Barış çağrıları ise hız kesmedi ve Barış Bloku, “Saray’ın Savaşına Karşı Acil Barış, Acil Demokrasi” sloganıyla Türkiye’nin dört bir yanında düzenlediği eylem ve mitinglerde taraflardan çatışmalara son vermesini istedi. 

Geçtiğimiz haftanın öne çıkan tartışma başlıklarında biri de, Emek Partisi’nin (EMEP) “seçim hükümetine bakan vermeme” kararı oldu. Daha çok sosyal medya üzerinde yürütülen tartışmalarda yoğun eleştirilere tabi tutulan EMEP, “HDP’yi arkadan hançerlemekle” itham edildi.  

Siyaset gündeminin bu sıcak başlıklarını Evrensel Kültür Dergisi Yayın Yönetmeni, yazar Aydın Çubukçu ile konuştuk. Söyleşimizin bugünkü ilk bölümünde Çubukçu, seçim güvenliği, Erdoğan’ın “7 Haziran’da yaşananlar 1 Kasım’da yaşanmayacak” sözleri, AKP’nin ittifak arayışları ve Öcalan’ın devreye girip girmeyeceğine ilişkin sorularımızı yanıtladı. Söyleşimizin yarın yayınlanacak ikinci bölümünde ise, EMEP’in seçim hükümetinde yer almama kararının yansımaları ve CHP’nin “tezkereye evet” tutumu gibi başlıklar yer alacak. 

Seçim gündemiyle başlayalım. 1 Kasım seçiminin nasıl sonuçlanacağına ilişkin kamuoyu yoklamalarına da bakılarak çeşitli analizler, tahminler yapılıyor. Sizce 1 Kasım’da çıkacak sonuçları ne belirleyecek? 7 Haziran’dan bu yana yaşananlara bakarak, 1 Kasım’ın ayırt edici özelliği ne olacak? 
7 Haziran, kamuoyu nezdinde “tek adam yönetimine evet mi, hayır mı” oylamasıydı. HDP’nin sloganı “seni başkan yaptırmayacağız” idi ve halk kitlelerinin temel taleplerini, özlemlerini dile getirmesi bakımından son derece önemli bir slogandı. Seçimler, başkanlık sisteminin reddedilmesi olarak yorumlanacak bir sonuç verdi. Başkanlık sisteminin reddedilmesi, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın temel hedefinin reddedilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden de seçimlerin geçersiz kılınması için düğmeye basıldı. “Bu seçimler olmadı” dendi. Halk yığınlarının başkanlık sistemini reddederek, -bazılarının yorumlarına göre gaflete düşüp-, istikrarsızlığa yol açacak bir tercih yaptığı ve bunun temel ihtiyaçlara yanıt vermeyen bir sonuç doğurduğu öne sürüldü. Hemen ardından da, koalisyon temelinde kurulmuş hükümetlerin istikrarsızlık anlamına geleceği, bu istikrarsızlığın da kalkınmayı, “Yeni Türkiye” hedefini engelleyeceği yolunda propagandalar başladı. Ve o propagandalara eşlik eder biçimde de seçimlerin yenilenmesi fikri ortaya çıktı. Öyle anlaşılıyor ki bu fikir, seçim sonuçları alınmadan önce oluşmuştu. Yani beklenildiği gibi çıkmadığı takdirde, sonuçları kabul etmemek ve seçimi tekrar etmek yolunda bir düşünce olduğu anlaşılıyordu. O yönde yürüyüşe başlandı. Böyle bir eğilimin, seçim öncesi anketlere bakılarak önceden oluşturulduğu da söylenebilir.  Diyarbakır mitinginde patlayan bomba sonrasında, örneğin 6-7-8 Ekim olaylarına benzer toplumsal olaylar çıkmış olsaydı seçimlerin ertelenmesine hazırlanıldığını, bomba ertesi “seçimlere ciddi gölge düşmüştür” denmesine bakarak tahmin edebiliyoruz. O gün belki seçim belirsiz bir tarihe kadar ertelenecekti ve istenen sonucun elde edilebileceği koşullar sağlanmadıkça da seçim yapılmayacaktı. Fakat toplumsal karmaşa durumu elde edilemedi, seçimler yapıldı ama büyük oy kaybı, başkanlık sisteminin reddi ve HDP’nin 80 milletvekili ile parlamentoya girmiş olmasıyla, iktidar açısından korkulan başa geldi. Bu sonuç kabul edilemez olarak görüldü ve 7 Haziran seçimleri aslında iptal edildi. Şimdi 1 Kasım’da yeni bir seçime doğru gidiliyor. Burada açıkça görülen 7 Haziran’daki sonucun tekrar doğmaması için çetin bir mücadele verilecek. Bunu açıkça da söylüyorlar. 

Cumhurbaşkanı’nın 30 Ağustos resepsiyonunda söylediği  “Seçim güvenliğiyle ilgili olarak 7 Haziran’da yaşananlar 1 Kasım’da yaşanmayacak” sözlerini kastediyorsunuz. Ne anlamalıyız bu cümleden?
Bu ifade, 1 Kasım’da 7 Haziran tekrarlanmayacaksa, bunu sağlayacak araçlar nelerdir? Yani “halkın yüzde 60’ına yakının tercihleri nasıl değiştirilecek de AKP’nin tek başına iktidar olması nasıl sağlanacak” gibi soruları doğuruyor. Burada son derece kötü senaryolar insanın aklına geliyor ihtimal olarak. Erdoğan tek başına iktidar için her şeyi göze almış. Yani HDP’nin seçim dışı bırakılma olasılığından başlayıp, HDP’yi yüzde 13 oy alma başarısına götüren faktörlerin ortadan kaldırılmasına yönelik tedbirlere geliniz; özellikle Kürt illerindeki seçmenin seçim sonuçlarında etkisinin hissedilmeyecek dereceye düşürülmesi için yapılacak işlere bakınız. Bütün bunlar 1 Kasım’da 7 Haziran’ın tekrar edilmemesi için alınabilecek anti demokratik tedbirler cümlesi içinde sayılabilir. Dolayısıyla oralarda kimi yerlerde yüzde 90’na kadar oy almış bir partinin devre dışı bırakılması, o seçmenin devre dışı bırakılması için neler yapılacak, sorularına, demokratik ölçüler içinde kabul edilebilir bir cevap verme imkanı yoktur. 

Nitekim Selahattin Demirtaş da bölgede hem seçim ortamının, hem de güvenli bir seçim yapmanın imkanının olmadığını söyledi.
Evet, aslında farklı açılardan bakıldığında aynı sonuca ulaşılıyor, seçim güvenliği denilince iki tarafın anladığı şeyler farklı. 

Nasıl?
Demirtaş’ın söylediği, seçmenin tercihlerini demokratik tarzda yansıtabileceği, kendisini tehdit altında hissetmeden istediği partiye verebileceği bir güvenliktir. Diğeri ise, seçmenin oyunu HDP’ye vermemesi koşuluyla sandık başına gidebileceği ya da HDP’ye oy vermenin ayrıca mücadeleyi gerektireceği tarzda bir güvenlik önlemidir. Bu iki ayrı güvenlik kavramı sonuçta bir çatışmanın habercisidir. Daha fazla polisiye, askeri tedbir demektir. Daha fazla seçmeni sandıktan uzaklaştırmak demektir. Seçilmiş seçmenler aracılığı ile seçimin yapılabileceği gibi bir sonucu da burada görebiliyoruz. Yani iktidar önce seçmeni seçecek, o seçilmiş seçmenler de hangi partiye oy vereceklerse verecekler. Seçilmiş seçmenler aracılığı ile seçim yapmak, bu ülkenin çok yabancısı olduğu bir yöntem değil. Gerçi iktidar “taşımalı eğitim yapıyoruz, taşımalı seçim de yaparız, ne var bunda” diyor ama kimlerin nereye, nasıl taşınacağı, taşınanların hangi etkilerle kime oy vereceği meselesi şu andan bakışta bile görülebilir. Bazı yerlerde ise mümkündür ki, tamamen sandıkların kurulmamasıyla bile karşılayabileceğiz. 

Sandıkların kurulmaması, demokratik bir seçim sorgulamasına yol açmaz mı?
Bu çok umurlarında değil, önemli olan beklenen sonucun elde edilebileceği bir mekanizmanın kurulması. Çatışma alanlarında seçim yapmamak, sandık kurmamak, güvenlik bölgesi ilan etmek gibi şeyler hukuken ne kadar mümkün bilmiyorum ama pratik olarak bunu gerçekleştirecek yollar aradıklarından emin olabiliriz. Diğer bir yol, -bu aynı anda da kullanılabilir-, HDP’nin seçim dışı bırakılmasıdır. Parti olarak kapatmak mümkün olmayacak, bunun yasal yolları yok belki ama HDP’nin sürükleyici önderlerini -başta Selahattin Demirtaş olmak üzere-,  seçime girmeyeceği pozisyona sokmak, soruşturmalar, tutuklamalar gibi yollara başvurulabilirler. Gerek halk yığınları nezdinde çizdiği portre ile gerek kişisel ve siyasal özellikleriyle 7 Haziran’da HDP’nin başarısında önemli bir rol oynayan Demirtaş’ın bir biçimde devre dışı bırakılması önemli oy kaybına yol açabilir diye düşünürlerse, bundan emin olurlarsa, HDP’nin böyle bir lokomotiften mahrum olarak seçime girmesinin yolunu da arayacaklardır. 

Dolayısıyla tekrar seçimlere gidilerken, hedef bellidir; 7 Haziran’ın tekrarlanmaması diye bir hedef vardır ve bunun için kullanılacak araçlar da doğrusu iç açıcı bir manzara çizmiyor. 

Diğer yandan, AKP’nin Saadet Partisi ile ittifak kuracağı yönünde güçlü işaretler var. Bu ittifak tek başına iktidar olmayı sağlar mı?
Seçim sisteminde bu oyların nereden alındığı ve milletvekili miktarını nasıl etkileyeceği yönünde ayrı bir hesap yapılması lazım. O hesabı herhalde çok incelikli yapıyorlar. Her tek oyun peşindeler ve bu bakımdan da SP’nin böyle bir ittifak içinde yer alması, bazı yerlerdeki bir iki milletvekili fazlalılığı elde etmede yardımcı olabilir. 

Bir de bakanlık teklifini kabul eden Tuğrul Türkeş transferi var, malumunuz. AKP’nin milliyetçi oylara talip olduğunu biliyoruz ama bu transfer milliyetçi oyları getirir mi? 
MHP’den oy koparma beklentisi var. Gerek çözüm süreci için söyledikleri, gerekse genel olarak üslupta milliyetçi temaları öne çıkaran bir propaganda yolu izlediklerine bakarak böyle bir şeye zaten 7 Haziran seçimlerinde de girdiklerini söyleyebiliriz. Tuğrul Türkeş faktörü, MHP’den oy devşirmeyi sağlayacak bir faktör müdür, doğrusu bunun beklenen sonucu doğuracağını zannetmiyorum. Çünkü Tuğrul Türkeş zaten MHP tabanında çok itibarlı bir yere sahip değil. Türkeş’in oğlu olmak pek fazla bir avantaj sağlamıyordu. Yıpranmıştı, parti içinde zaten kenarda tutuluyordu. Dolayısıyla “Türkeş’in oğlu AKP’ye geçti” diye bir kısım seçmenin de onu takip ederek AKP’ye geçeceğini düşünmek çok akla yakın değil. Bu gerçekleşmez. 

Asker cenazelerinde Cumhurbaşkanı’na ve partisine yönelik sert tepkiler de bunun göstergelerinden biri sanırız... 
Evet, şehit cenazeleri AKP’nin hanesine yazılmadı. AKP onu bir propaganda aracı, özellikle HDP’ye karşı bir koz olarak kullanmak istiyordu. MHP tabanından kendisine bir yönelim olabileceğini düşünüyordu, tamamen tersi oldu. Şehit cenazeleri MHP’ye yaradı diyebiliriz. 

Kürtlerden oy alamayacak, milliyetçi oylar cephesinden hesap tutmadı, öte yandan “tek bir terörist kalmayana kadar mücadeleye devam”, “başlarını ezeceğiz” açıklamaları… AKP’nin elindeki iktidar olma enstrümanlarının azalması, seçim yaptırmama ihtimalini büyütüyor mu? 
Seçimi yaptırmama mümkün değil. 1 Kasım’da seçim olacak. İmkanların bu derece tüketilmiş olması, şiddetin ve kutuplaşmanın daha yoğunlaştırılacağı bir ortama işaret ediyor bence. Olağan yollar tükendikçe olağanüstü ve toplumu ve siyaseti daha fazla şiddete sürükleyen, kamplaşmayı, boğazlaşmayı arttıran araçlara başvurulabilinir. 

İhbar hattı gibi?
Evet, esnafla, muhtarlarla yapılan toplantılar rast gele şeyler değil. Bize dünyadaki diğer deneyimleri de çağrıştıran bir şeydir. Toplumsal tepkinin gerici biçimlerde tezahür etmesini sağlamak için başvurulacak araçlardan birisi küçük esnafı ve siyasetin en alt tabakası diyebileceğimiz muhtarlıkları, mahalle teşkilatlarını seferber etmektir. Yani toplumsal muhalefetin karşısına toplumun gerici tarzda en kolay örgütlenebilir ve reaksiyoner bir biçimde harekete geçirilebilir kesimlerini devreye sokmaktır. Bu bir anlamda iç savaş tedbiridir. 

Toplum zaten toplum olma özelliklerini önemli ölçüde yitirmeye başladı. Dolayısıyla birbirine düşürme, birbirini linç etmeye yönelik uygulamalar için ortam var. Bunu bir de sözünü ettiğimiz örgütlenmeler aracılığı ile harekete geçirdiklerinde ortaya çıkan görüntü ancak “iç çatışma” olarak adlandırılabilir. 

TOPLUMDAKİ BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK TALEPLERİ KARŞILANMADAN ÖCALAN ROL ÜSTLENMEYECEKTİR 

Öcalan’ın çağrı yaparak çatışmaları durduracağı yönündeki beklenti 1 Eylül’de oldukça yükselmişti. Fakat olmadı. Havuz medyasındaki yazarlara bakılırsa, “PKK zayıflatılacak sonra masaya oturulacak. Öcalan devreye sokulacak ama şimdi değil!” Bu tür yazılar, bir süredir dillendirilen “seçim yaklaştığında çatışmalar sona erecek” yönündeki değerlendirmeleri güçlendiriyor mu? 
1 Eylül’de Abdullah Öcalan’ın bir barış mesajı, çatışmasızlık mesajı vererek devreye sokulması PKK’yi oradan baskılaması yönünde bir düşünce, hatta girişim olduğuna dair işaretler vardı. Zaten el altından “1 Eylül’de mesaj gelecek” diye propagandası da yapıldı. Ama öyle bir şey olmadı. Sanıyorum buna teşebbüs edildi ama Öcalan’dan ret cevabı alındı. Bana göre bu yolun tekrar denenmesi zaten çok mümkün değil. Yani Kobani olaylarının olması, şiddetli biçimde PKK kamplarının bombalanması, belli başlı Kürt merkezlerinde neredeyse sivil katliamına varan bir savaş pratiği… Bütün bunlar o aracı tekrar kullanarak, tamir edilebilecek durumu ortadan kaldırdı. Öcalan’ın yeniden etkili biçimde devreye sokulması ancak süreç meselesidir. Öcalan da böyle bir rolü üstlenebilmek için herhalde barış ve özgürlük talepleri konusunda daha ısrarlı olacaktır. Dolayısıyla şu anda devreye sokulamaz. Hele bu seçim sürecinde böyle bir şey çok beklenemez. 

LAF OLSUN DİYE ÖZERKLİK İLAN EDİLMEZ

Çatışmaların şiddetlendiği kimi merkezlerde öz yönetim ilan edildi ve hemen akabinde de belediye başkanları tutuklanmaya başlandı. Öz yönetim ilanlarına demokratik kamuoyu ağırlıkla, “zamanlaması yanlış” şeklinde yaklaştı. Demirtaş da “Anayasal garanti altına alınmadığı için özerklik ilanlarına sıcak bakmadığını” söyledi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya pratiğine baktığımız zaman bu tip siyasal organların ortaya çıkmasının iki koşulu vardır. Ya çok geniş bir demokrasi, ya da devrim. Böyle durumlarda bu tür yerel iktidar organları ortaya çıkabilir. Kısmi silahlanmaya dayanan ve kısmi ölçeklerde kalan girişimler kalcı ve başarılı olamaz. Ayrıca bu kavramı yıpratır ve onun söylem düzeyinde sahip olduğu itibarı kıran, geçersizleştiren bir rol oynayabilir. 

Demokratik özerklik HDP’nin programında olan bir şey ama şu andaki uygulama bu değil. Dolayısıyla HDP’nin bunu eleştirmesi haklıdır. Laf olsun diye özerklik ilan edilmez.

 

ÖNCEKİ HABER

Çürümüş Arap rejimleri ve mülteci krizi

SONRAKİ HABER

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin: Demokrasi tarihine kara bir sayfa

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa