13 Şubat 2007 01:00

ARASIRA


1991’den 1998’e kadar bu ülkede binlerce “faili meçhul” cinayet işlendi. Bazı olaylarda Hizbullahçıların kullanıldığı, bazılarında JİTEM’in rol oynadığı, bazılarında ise itirafçıların görev aldığı söylendi. Ama hepsinin ortak hedefi dönemin yurtsever, aydın, sanatçı ve siyasetçileriydi. Kimi yerlerde ise ortamı terörize etmek için sıradan Kürt insanları kurban seçildi. Hedefler arasında Gaffar Okan, Rıdvan Özden, Bahtiyar Aydın ve Eşref Bitlis gibi generaller veya devlet bürokrasisinde yer alanlar da vardı. O dönemde Kürt yurtseverlerinin cenazeleri ya sadece maktulun ailesi tarafından (Musa Anter olayında olduğu gibi) ya da çok küçük bir topluluk tarafından defnedilir, hiçbirine de Devlet erkanından veya bürokrasisinden hiç kimse katılmazdı. Hatırladığım en kitlesel cenaze töreni Vedat Aydın’ındı, onda da nelerin yaşandığı, kaç kişinin öldüğü herkesin malumu. Örneğin herhangi bir Kürdün cenaze töreninde “Hepimiz Kürdüz” sloganının çok kitlesel olarak atılmasına imkan yoktu. Güvenlik güçleri çekinmeden o kitleyi tarardı. Anımsadığım ilk “faili meçhul” cinayetlerden birinde Ahmet Bayhan adında sürgün bir öğretmen kurban seçilmişti. Morgda onun cesedini yıkıyorken, sivil polislerin geldiğini gördük ve ailesinden kimlerin orada hazır olduğunu sordular. İki üç genç öne çıktı, ancak polisler onları azarladılar, aile bireyleri neye uğradıklarını şaşırdılar.
Tabii, Türkiye’de durum değişti, Susurluk ve Şemdinli gibi “derin”leri deşifre eden olaylar oldu. Şimdi onbinlerce kişi “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diyebiliyorsa, verilen bedeller, mücadelede gelinen noktadan kaynaklanıyor elbet. İlk gün bu sloganlara ses çıkar(a)mayan kimi bürokratlar ve siyasetçiler, şimdi nasıl da renklerini belli ediyorlar. Neden? Çünkü cinayetin “derin devlet” tarafından değil de, bir başka Ermeni veya grup tarafından işlenmiş olma ihtimalini düşünüyorlardı ve bu yüzden “Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarına karşı çıkmadılar. Olayın işleniş şekli, “Derin devlet” destekli gerçekleştirildiğini bize sonradan gösterdi. Örneğin eylemin tek kişiye yüklenilmesi, cinayetten önce maktul ile konuşma vs. Musa Anter olayında katil, Apê Mûsa ile taksiye binmiş, arazi anlaşmazlığını bahane etmişti, o da Ogün Samast gibi tek başına tetiği çekecek kadar kendine güveni tam ve “sırtı pekti”. Şimdilerde yeni ortaya çıkıyor ki azmettiricilerden Erhan Tuncel’in aslında JİTEM’e çalıştığı ortaya çıkıyor. Anımsayalım, Hrant Dink’in avukatı bir TV programında daha ilk gün JİTEM’ci Veli Küçük’ün adını vermişti. Küçük’ün de Yargıtay baskınını gerçekleştiren Alpaslan Arslan ile bağlantısı her gün ortaya çıkan yeni fotoğraflarla kesinlik kazanıyor. Bir de azmettiricilerden olan Yasin Hayal’in İtalyan papaz Santaro’yu daha önce dövdüğü ortaya çıktı ki, papazın da katlinde on beş yaşlarında bir tetikçi kullanıldı. Bunlar olayın su yüzüne çıkan kısmı ve bir boyutu.
Kurbanın bu kez bir Ermeni olması ve cinayetin Kerkük meselesinin en çok tartışıldığı bir döneme denk getirilmesine dikkat etmek gerekir. Başbakan dahil hükümet yetkilileri ve muhalefet Kerkük’e askeri müdahaleyi bile tartışıyorlardı. Geçmişten biliriz ki, Türkiye’de medyatik her olay, bir başka “gündem saptırıcı” tarafından örtbas edilir. Her cinayetin işleniş ortamı vardır. Ermenilerin veya herhangi bir Ermeni’nin öldürülmesi şartları Türkiye’de her zaman müsaittir. Evet, 1915 Ermeni katliamı resmen kabul edilmediği sürece bu ortam hep olacaktır. Şimdiki Cumhuriyet rejimi neden Osmanlılar döneminde yapılan bir katliamı inkar ediyor, neden yıktığı bir imparatorluğun mirasına sahip çıkıp, onu savunuyor, bunu anlamak mümkün değil. Diyelim katliam bir yalan, o zaman neden Dink cinayetinden sonra “1.500.000 + 1” dendiği zaman, bu Osmanlı savunucularının zoruna gidiyor ve büyük tepki gösteriyorlar? Peki eğer katliam olmadıysa, Kürt aileler içinde binlerce “bav file” (Babası Hıristiyan) dediğimiz Ermeni kızları nereden geldi? Neden bunlar küçük yaşlarda Müslüman Kürt veya Türklerle evlendirildiler? Bu çocukların anne ve babaları nerede? “Bav file” veya “Dê File” (Annesi Hıristiyan) olan anneler ve nineler Kürtler içinde bir kuşaktırlar ve halen hayattadırlar. Ermeni katliamının nerede ve ne zaman gerçekleştiğini soruyorlar. Tarih 1915’lerdir, yer ise bütün Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesi, daha ötesi bütün Türkiye’dir. Ne yazık ki bu katliama birçok Kürt de, devlet güçleriyle işbirliği içinde ve “din kardeşliği” için veya “din elden gidiyor” propagandasının etkisi altında katılmışlardır.
Dink cinayetinin gerçekleşme koşullarından biri budur. Bir ötekisi son Kürt hareketiyle bağının hep kurulmak istenmesidir. Bir başbakan ve bir bakanın açıkça Abdullah Öcalan’a “Ermeni dölü” dediğini unuttuk mu? Halen de “Ermeni dölü” lafı Anadolu’nun birçok yerinde bir hakaret ve aşağılama aracıysa bu ülkede, adı geçen katliamın etkisi ve izlerinin halen silinmediğindendir. İşte bu koşullarda Hrant Dink’ler öldürülebilmektedir. Buna Dink’in düşünce özgürlüğü uğruna verdiği mücadeleyi saymıyoruz. Onun özel çabası, korkusuzluğu, hatta sevilmesi bile, hedef tahtasına konmasında birinci dereceden rol oynamıştır. Nasıl ki 1915’lerde “din elden gidiyor” ve “ülkeyi gavurlardan temizleyelim” söylemiyle Ermeni katliamı gerçekleşmişse, bugün de gerçekleştirilen Hrant Dink cinayetinin arka planında Türk-İslam sentezi ideolojisi vardır, ki katil olay yerinde “Bir Ermeni öldürdüm” diye bağırabiliyor. Yine arka planda Türk ırkçı milliyetçiliğinin son yıllarda palazlanması vardır. “AB Hıristiyan kulübüdür” anlayışı vardır. Şimdi eğer spor sahalarında “Hepimiz Ogün’üz” diye bağırılıyorsa, bu boşuna değildir, bir yerlerden alınan tüyo sayesindedir. Tabii eğer bir polis karakolunda Atatürk’ün ve Türk bayrağının önünde bu katile kahraman pozlu fotoğraflar çektirilirse, sonuç bu olur. Hatta bugünden tahmin etmek güç değildir ki, katil cezaevinde uzun süre kalmayacaktır. Yaşı 18’den büyük ise de, küçükmüş gibi gösterilebilecek, iyi hali ve itirafı göz önüne alınabilecek ve birkaç yıl sonra serbestçe dolaşabilecektir. Daha ilk gün İstanbul Emniyet Müdürü, operasyonların ve tahkikatın genişlemesinin önüne geçmek için “bu bir örgütlü suç değil” anlamında açıklama yaptı, sonra bu açıklama o ilin valisi tarafından “düzeltildi.” Peki 25 kişinin gözaltına alındığı 8 kişinin tutuklandığı bir “bireysel suç” dünyada görülmüş müdür? “Aşırı milliyetçi duyguların etkisiyle gerçekleştirilen bireysel bir cinayet” nasıl onlarca kişi tarafından işlenebiliyor? Peki katilin itirafına rağmen, hâlâ TV’lerde ondan “zanlı” diye ısrarla ve itinayla söz edilmesi neden? Beyaz bereler neden ırkçı-milliyetçi Türk gençliği içinde çok satılıyor?
Bütün bunlardan sonra, ABD’nin de çabasıyla Kerkük meselesine balans ayarı verildi.
Yine geçmişten anımsayalım. Asala militanı Ermeni asıllı Ekmekçiyan 12 Eylül’den sonra yakalandı ve dönemin sıkıyönetim mahkemelerinde idama mahkum edildi. Dönemin askeri rejimi idamların uygulanması konusunda seçiciydi. Önce Ekmekçiyan’a “eğer suçunu itiraf edersen infazın ertelenir” denildi. 1982 yıllarıydı, idamlar yer yer infaz ediliyordu ve Ekmekçiyan TV’ler karşısında suçunu itiraf etti, pişman olduğunu söyledi ve üstelik af diledi. Ama o idamdan kurtulamadı, faşist askeri rejimin asılan 50’yi aşkın kurbanından biri oldu.
Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç:
Bir devlette resmi ideoloji varsa, o ülkede bu ideoloji ile yetişenler her zaman kendilerine göre suç ve cezalandırma mekanizmalarını geliştirebilirler. İşte her gün bir yenisi ortaya çıkan çetelerin, “derin devlet” gruplarının arka planında fetişleştirilen “kutsal devlet”, “bayrak”, “kutsal vatan toprağı” gibi kavramlar vardır. Olayın fail ve azmettiricilerinin Trabzonlu olması tesadüf değil, “derin” devletin ve ırkçı milliyetçilerin bu Laz ağırlıklı kente ne kadar önem verdiğini ve örgütlendiğini göstermektedir. Tıpkı yüzbinlere varan köy korucusunun Kürtler içinde örgütlendirilmesi gibi.
Kürt Yazarlar Derneği Başkanı
Edîp Polat

Evrensel'i Takip Et