22 Şubat 2007 01:00

Başım gözüm üstüne


Başlık cümlesi değerli Dostum Fevzi Karadeniz’in Belge Yayınları’ndan yeni yayınladığı kitabın adıdır. Bu kitapta son 20 yıl içinde yazdığı yazılardan önsöz ile birlikte 38 makale yer alıyor. Yazarın bu eserinde özellikle 1970’ten sonra Türkiye’de ve Avrupa’daki politik ve kültürel gelişmelerin bir edebiyatçı gözüyle günbegün, yıl be yıl elekten geçirmiş öykümsü makaleler yer alıyor. En önemli gelecek kuşakları geçmişi incelemeye teşvik edecek bir çalışma.
Örneğin ben Prof. Server Tanilli’nin eserlerine gerekse eğitim konusunde gerekse Demokrasi konusunde gerekse Türkiye’nin sosyolojik gelişimi alanında sık sık başvururum. Benim kendime sık sık sorduğum ancak bir türlü kaleme alamadığım düşünceleri Fevzi Karadeniz çok daha anlaşılır ve çok daha cesaretle Server Tanilli Hocaya mektup halinde yazıyor. Bu mektup dediysem öyle sıradan mektuplar değil estetikle yüklü, edebiyat tadının en görkemlisini aktarmış makaleler.
Türkiye’de siyasal sendikalaşma, öğrenci hareketleri ve siyasi örgütler arasındaki çelişkiler ve birleştikleri ortak paydalar ayrı ayrı makalelerde anlattıklarını okuyunca, okuyucu ister istemez yer yer kendi yaşamını da sorgulamak zorunda kalıyor. Kimi zaman dişlerini gıcırdatıyor veya gözlerinden birkaç damla yaş uçarak yanaklarını ıslatıyor. Kimi zaman da gülmekten kendini alamıyor.
Örneğin Melih Aşık’a yazdığı mektup. Ahmet Arif’in bugüne kadar duyulmayan ‘kar tutmuş çığlıkları’nı bize ulaştırırken anlattığı anılar ve seçtiği dizeler.
Yazar Türkiye var olduğundan beri yaşanan Kürt sorunu ve Türkiye’de yaşayan her milliyetteki halkın karşılıklı güveni, korku ile endişeleri için şöyle der: “Türkçe’de güven ile ilgili çok söz vardır. ‘Türk, öğün, çalış, güven’, ‘Güvendiğim dağlara kar yağdı’. Bunları onlarca, hatta yüzlerce kere çoğaltmak mümkündür. Söze güven kalmadı. Halbuki söz önemlidir. O kadar ki, tekamül etmiş kişilerin ve toplumların dünyasında söz, yazılı belgelerden daha az geçerli değildir. Söz yutulamaz, söz yırtılamaz, söz çöpe atılamaz. Çünkü söz ile güven arasında yakın bir ilişki var. İkisi birlikte bireyin ve toplumun yaşamında önemli bir yer tutar. En basit insani ilişkiden, en üst düzeydeki diplomasiye kadar. Bunların karşısındaysa ‘kuşku’ var. Tabii söz konusu olan felsefi ‘septisizm’ yani bilimsel yöntemdeki kuşku değil, günlük anlamıyla kuşku. Masum bir öneriden, haklı bir istemden, bunun ötesinden bir insandan, bir halktan, vahim olanı onların ihanetinden kuşku duymak.
Böylesi bir durumda, demokrasi ve özgürlük için bile olsa halklar birlikte ayağa kalkamaz; gasp edilen, yağmalanan değerlerini birlikte koruyamaz. Dahası iki insan bir yola yoldaş olamaz, iki eş bir yastığa baş koyamaz.”
Yazar bilgin, bir halk ve gönül adamı olan Musa Enter ile ilgili bir anısını anlatırken şu sözlerle başlar:
İçeriye sırtına kısa kollu gömlek, ayağında sandalet, hal-hareketleriyle oldukça rahat biri girdi, herkes ayağa kalktı:
“- Kerem ke!..
Karşılıklı hal ve hatırdan sonra tezgâhta bulunan Mehdi Zana’ya
‘... Kumaşımı diktiniz mi?’ diye sordu.
Mehdi Zana ‘Abê acelen ne?’ deyince kahkahayla güldüler... Meğerse sipariş üç yıl önce verilmiş, araya 12 Mart girmiş tutuklamalar sürgünler... Neyse... Cana bir şey olmamış ya, olan kumaşa olsun! Raftan bir yenisi çıkarıldı; Adam kumaşı aldı, elleriyle yokladı, okşadı, burnuna götürdü kokladı ve karar kıldı. Gel gelelim, kumaş bir kere daha ebediyen terzide kaldı.
Musa Enter için çok yazıldı, çok söylendi. Yazılacağından, söyleneceğinden başka...
- Bilgeydi, tarihti / tarihçiydi, dervişti, direnişçiydi... El hak!.. Öylede bu kadar güzel meziyetleri beyninde, yüreğinde taşımasının sırrı neydi?
Musa Enter, değişik uygarlıkların, dinlerin ve peygamberlerin, bilginlerin ve delilerin, derebeylerin ve yoksul halkların üzerinde yaşadığı bir toprakta doğdu. Taş / toprak yığınları arsında, bir mağarada. Fakat aynı Musa Enter, kitapların, tabloların, bibloların süslediği konaklarda da yaşadı. Kürt dengbêjlerin meclisinden aldığı müzik hazzını, Safiye Ayla’yı dinlerken de aldı. Virana dönmüş köyleri, modern şehirleri, müzeleri, ince minareli camileri, kiliseleri, havraları gezdi... gerçek dindarların elinden zemzem suları içti; Neyzen Tevfik’in sofrasında ‘aşkın şarabına haram’ demedi...”
Ne diyor, yazar kitabın arka kapağında:
“Buyrun!.. Hakkı, hukuku, eşitliği, kardeşliği terazisinde dara çekildiğimiz adaleti, bin yıllardan beri süzülüp gelen insanlığın bütün erdemlerini konuşalım, tartışalım. Başım, gözüm üstüne...”
Bu kitap kirlenen siyaseti, toplumsal gelişmeyi, dil ve insani karakterinin kirlenmesini kavramak için, bu konular üzerinde rahat düşüne bilmek için mutlaka okunulması gereken bir eser...
Molla Demirel

Evrensel'i Takip Et