1 Mart 2007 01:00

28 Şubat bitti mi sürüyor mu? - 1


sunu
28 Şubat’ın üzerinden 10 yıl geçti. Dönemin başbakanının, imzaladığı 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları ile iktidardan düşürüldüğü bu dönem, silahlı bir darbeden beklenen sonuçların, bu kez farklı araçlar devreye sokularak gerçekleştirildiği bir süreç olarak işledi. Şemdin Sakık’ın ifadelerine Genelkurmay’da eklemeler yapılarak medya organlarına verilen “andıç” da bu dönemin akılda kalan olaylarından biriydi. “Apo onun için, Akın Birdal benim tabancam derdi” sözlerinin eklendiği bu psikolojik savaş kurgusuna dayalı haberler sonucunda dönemin İHD Genel Başkanı Akın Birdal silahlı saldırıya uğradı ve ölümden zor kurtuldu. Yine Türkiye, “milli güvenlik için tehdit oluşturacağı” türünden gerekçeleriyle işçilerin grevlerinin erteleme adı altında yasaklanmasını bu süreçte tanıdı. Yargı bürokrasisine, üniversite yönetimlerine, medya yöneticilerine verilen brifingler bu dönemin, kamuoyu oluşturma faaliyetleri olarak hafızalara kazındı.
Tüm bunlar, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in, “demokrasiye balans ayarı yaptık” sözlerinde ifadesini bulan sürecin uygulamalarıydı ve “irtica ile mücadele” iddiasıyla gerekçelendirilmesi imkansız olan gelişmelerdi.
28 Şubat’ta “andıç”lı manşetlerle bazı gazetecileri, kişi ve kurumları hedefe koyan medya organlarının kimi yöneticileri daha sonra bu tutumlarından ötürü “özür” dilediler. Ancak, aynı medya organlarından birçok gazetecinin de, 28 Şubat’a karşı eleştirel tutumundan ötürü generallerin talebiyle işine son verildi.
Peki, Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “Bin yıl sürecek” dediği 28 Şubat’ın bugün neresindeyiz? Bu forum sürecince bu soruya yanıt arayacağız.
28 Şubat askeri müdahalesiyle ilgili geçtiğimiz 10 yılda birçok yazı kaleme alındı, çeşitli platformlarda fikirler tartışıldı. “28 Şubat – Bir Müdahalenin Güncesi” ismiyle İletişim Yayınlarınca basılan kitabının dumanı üstündeyken bu sürece muhalif yazılarıyla tanınan Gazeteci Ali Bayramoğlu ile görüştük.

28 Şubat ‘ın üzerinden geçen 10 yılda Türkiye, bu sürecin etkilerini üzerinden atmak adına olumlu gelişmeler yaşadı mı?

Tabii yaşadı. Her askeri darbe ya da askeri harekat sonrası bir sivilleşme dönemi Türkiye’de yaşanıyor. Diğer taraftan baktığınızda her askeri darbe; siyasal sistemin üzerine mevzuat ve uygulama olarak bir dizi yeni yük getiriyor. Daha doğrusu, ‘cumhuriyetin askeri niteliğiyle’ ilgili daha baskın, daha sofistike elemanlar devreye sokuluyor.
Şimdiden 28 Şubat’a bakmak için daha erken. Yaşanan demokratikleşme süreci, milli güvenlik ideolojisinde birçok gedik açtı. Devletin içerisinde önemli bir sivilleşme dalgası devreye girdi. MGK Yasası değişti, yönetmeliği şeffaflaştı. Başta DGM’lerdeki askeri hakimler olmak üzere devre dışı bırakıldı ama bütün bunlar, temel olarak 12 Eylül’ün Türkiye’nin başına açmış olduğu o büyük siyasi belanın, milli güvenlik ideolojinin içinde açmış olduğu gediklerdir. Gerek zihniyet gerek yasalardaki uygulamalar açısından 28 Şubat’a bakarsak; demokrasi kavramının militanlaştırılmasıyla karşı karşıyayız

Bu noktayı biraz açar mısınız?

Askeri müdahalelerin bile demokrasiye referansla yapılır hale gelmesi ya da askeri eylemlerin otoriter girişimlerin demokrasiyi korumak için devreye girdiğinin bir tür anlatılması ve buna yönelik bir toplumsal destek sağlanması. Bütün faşist ve askeri sistemler bunu anlatırlar. Önemli olan bu fikrin yani; ‘demokrasi için müdahale ediliyor’, ‘demokrasi için siyasete asker burnunu sokuyor’ fikrinin toplum tarafından benimsenip benimsenmediğidir. Maalesef 28 Şubat süreci, toplumsal bir kutuplaşmanın ürediği ve militan demokrasi anlayışının toplumun önemli bir bölümü tarafından benimsendiği bir dönemi ifade eder. Askerin doğrudan doğruya kamu kuruluşlarıyla belediyelerle; üniversitelerle kurmuş olduğu bire bir bağlantılar açısından bakıldığında bu durum, yetki-sorumluluk mekanizması dikkate alındığı zaman kabul edilemez. Diğer tarafta yine 28 Şubat döneminde silahlı kuvvetlerin basın başta olmak üzere yüksek yargı organlarına vermiş olduğu ‘irtica’ brifinglerinden bahsedebiliriz.
28 Şubat deyince aklımızda kalacak en önemli şeylerden biri, Türk Mccarty’ciliğidir. Binlerce insanın, devlet memurunun fişlenmesidir. Bu öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki; her bakanlıktaki her kişi hakkında fiş hazırlanmıştır. Çok iyi biliyorum, kimi mankenlerin kimi gecekondulara gidip kadın eğitimi yaparken aynı zamanda istihbarat bilgileri toparlayıp gerekli mercilere aktardıklarını. Nitekim, Tekirdağ’da bir tugay komutanının bir yazısı vardır. Der ki; “Sadece siz değil, Silahlı Kuvvetler mensubunun eş ve çocukları da silahlı kuvvetler mensubudur. Ve dolayısıyla onların irtica hakkında etraftan bilgi toplayıp size aktarması, sizin de bize aktarması vatani bir görevdir.”

Diğer kesimlere de fişleme uygulandı mı?

Bu öyle bir çerçeveye ulaştı ki, ‘fişleme’ İslami olanı fersah fersah aştı. Bütün sakıncalı görülen Kürt ya da demokrat, sol eğilimli, hafif meşrep ya da bir askerin ‘gıcık’ aldığı gibi şahsi noktalara kadar giden bir fişleme faaliyetine dönüştü. 28 Şubat’ın en utanç verici sahnelerinden birisidir, üzerine gidilmemiştir. Suç ortağı da basındır. Ertuğrul Özkök gibi yayın yönetmenleri de 28 Şubat’ın ne kadar doğru olduğunu yazabiliyorlar!

3 Mart 1997’de Erbakan, MGK toplantısıyla ilgili açıklama yaparken medyayı suçlu bulmuştu. MGK Hukuk eski Başmüşaviri Mustafa Ağaoğlu da bir demecinde, medya olmadan hiçbir psikolojik harekat planının başarıya ulaşmayacağını dile getirmişti.

Bir kere Türk Silahlı Kuvvetleri’nin meşruiyetçi bir tarafı vardır. Şöyle söyleyeyim size: “Ben birini döverim, attığım dayağın da meşru bir tarafı olması lazım.” TSK geleneğinde bu çok önemlidir. İttihat ve Terakki’den beri hatta daha öncesinden gelir. 28 Şubat’ta bu meşruiyet aslında toplumun seferber edilmesiyle oluştu.
Bu kutuplaşma Silahlı Kuvvetler tarafından aktif hale getirilmeseydi, 28 Şubat’a uygun meşruiyet zemini oluşmazdı. Medya iki türlü çalıştı. Bunlardan biri; Genelkurmay Karargahı’nın iki subayı –Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ve Genelkurmay Sekreteri Erol Özkasnak- Ankara’da gazetelerin temsilcileriyle ilişki İstanbul’daki merkezlerinin korkuyla yönlendirilmesini sağlayan bir politika güttüler. Birçok Ankara temsilcisi operatörlük yaptı. Hatırlayacak olursak, ‘Andıç’, Ankara temsilciliklerine özellikle Sabah gazetesinin o dönemki temsilcisi Fatih Çekirge’ye verilen, Çekirge’nin de adeta İstanbul’daki Zafer Mutlu ekibini doldurmaya ve korkutmaya çalıştığı bir sistemdi.
O dönemde yaşanan olaylara geri dönüp baktığınızda hafifçe gülümsüyorsunuz çünkü Aczimendiler diye bir grup -zaten herhalde 15-20 kişiydiler- vardı, sonra yok oldular. Yani insanın aklına neredeyse “acaba bu insanların yarısı polis miydi?” sorusu geliyor. O dönemde basın kendisine sunulan bilgileri, kasetleri tüm Türkiye’yi temsil edercesine seçerek, korku saçma işlevini yerine getirdi.
28 Şubat bir askeri darbeyse, bu askeri darbenin en önemli silahı, basın oldu. Çünkü 28 Şubat bir tür, topluma yönelik harekatlar silsilesi olarak karşımızdadır. Fişleme hadisesini bunun bir parçası olarak görmek lazım.

EMASYA Protokolü’nü gündeme taşıyan gazetecilerden birisiniz. 28 Şubat’ın bu protokol dahilinde icra edildiği öne sürülüyor...

EMASYA aslında bizim 28 Şubat sırasında farkına varmadığımız, hemen sonrasında kavradığımız bir 28 Şubat hadisesidir. EMASYA, mülki idareyle askeri idarenin ilişkilerinin bir tür ters yüz edilmesidir. Nitekim, 28 Şubat günlerinde imzalanan bir protokolle -Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri Protokolüyle- gerçekleşti. Bütün illerde belirli birliklerde ya da garnizonlarda asayiş güvenlik birliklerinin oluşturulması, 24 saat esaslı çalışması, toplumdan gelecek tehlikeyi bertaraf etmek için istihbarat yürütmesi üzerine kurulu sistemdir. Askeri yetkililere gerektiği durumlarda, mülki idareden talimat almadan da toplumsal hadiselere el koyma, daha sonra bilgi verme yetkisini verdi.
8 Mart Kadınlar Günü, 21 Mart Newroz yaklaşıyor, 1 Mayıs’ı ise DİSK, bildiğim kadarıyla Taksim’de kutlamak istiyor. Bu toplumsal hadiseler EMASYA birliklerinin bir anda burnumuzun dibinde bitmesine zemin hazırlayabilir. Bu sadece valiye bilgi verilmediği anlamına gelmez, gergin bir döneme girerken mülki idari düzeyi ve asker-sivil ilişkilerinin altüst olması ve Türkiye’deki gerilim seviyesinin yükselmesine de sebep olabilir.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte 28 Şubat benzeri bir sürecin yaşanabileceğini düşünüyor musunuz?

28 Şubat çok özel bir durumdu. Devletin ana tehlikeyi toplumdan beklediği bir mantık içinde bakıldığı zaman, Silahlı Kuvvetler; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ya da başka şekilde sürekli siyasi alan içerisinde kendisini tutmaya mecbur hissediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde Tayyip Erdoğan aday olur ve seçilirse, o anda kriz çıkmaz. Ama Türkiye bir cehenneme dönebilir. Bu da Tayyip Erdoğan’ın atacağı adımlarla ilgilidir. O yüzden 28 Şubat’tan daha beteriyle karşı karşıya kalabiliriz.
İki mantık var. Türkiye’nin Batı’daki demokratik devletler gibi olmasını talep edersiniz. Ya da sürekli olarak tehdit ve tehlikeden bahseden bir güvenlik ideolojisi, devletin mevcut yapısının askeri dokusunun daha güçlü olarak kalmasını arzu edersiniz. Türkiye’yi hâlâ yönetmeye devam eden budur.
Türk egemen medyası ve 28 Şubat - Hâlâ apoletli!
Ragıp Duran

28 Şubat, Türk egemen medyasının yapısal özelliklerinden birini, bir kez daha somut olarak gözler önüne sermesi, kanıtlaması açısından önemli: Türk egemen medyası kurulduğundan bu yana, iktidarla ilişkilerinde belirli bir istikrar sağlamaya çalışırken, devletle -bir başka deyişle orduyla- hükümet arasındaki çelişkilerde daimi olarak ve tereddütsüz bir şekilde devletten yana saf tuttu.
Özellikle askeri müdahale gibi kritik dönemlerde, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a 12 Eylül’den 28 Şubat’a kadar yakın geçmişin tüm örneklerinde, Türk egemen medyasının, kapışma kızıştığında, apoletli sıfatına da uygun olarak, haki üniformasını giydiği ve çizmelerini kuşandığını gördük. Bu tercih, kuşkusuz siyasi-ideolojik bir tercih ama ekonomik-mali boyutları, nedenleri de var ki, bunu da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye siyaset arenasının yanı sıra Türkiye ekonomi-mali dünyasındaki başat konumu ile açıklamak mümkün.
Kürt sorununa liberal bir çözüm önerme ‘cüretinde’ bulunan Sabancı Holding’in yöneticilerinin başına geleni unutmayalım. Keza Türk egemen medyasının en büyük patronu Aydın Doğan’ın, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargahında, Çevik Bir tarafından ilkokul talebesi gibi haşlandığını da kayıt altına alalım. Türk ekonomisinin, Batılı kapitalist ekonomilere oranla, tüm özelleştirme çabalarına rağmen, hâlâ büyük ölçüde devlet denetimi ve yönetiminde bir yapıya sahip olması, ayrıca özel sektör bile olsa, Türk devletinin tabularına uyma zorunluluğu nedeniyle, ordunun, tüm toplum üzerinde olduğu gibi, egemen medya üzerinde de tayin edici bir ağırlığı, baskısı mevcut.
Son olarak, artık siyasi ya da medyatik düzlemde ciddi analiz ve eleştiri alanını terk edip, folklorik bir fenomen haline gelen ve bence artık ancak mizah malzemesi üretebilecek hale gelen, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün sıkı, inançlı, kararlı bir 28 Şubat savunucusu olması, belki teknik bir neden ya da gerekçeyle açıklanabilir, hatta mazur bile görülebilir. Özkök, büyük ihtimalle, ajandasında yanlışlıkla 2 haftalık bir kaymadan bihaber olduğu için 14 Şubat Sevgililer Günü ile 28 Şubat darbesini birbirine karıştırıyor. Batı alemi ve bizdeki Batı alemcileri, Sevgililer Günü’nü 14 Şubat’ta güle eğlene kutlarken, Özkök, gecikme nedeniyle Sevgililer Günü’nü 2 hafta sonra yani 28 Şubat’ta kutluyor. Orduevi düğün salonunda tenekeden bir orkestra eşliğinde apoletli, göğsü madalyalı haki sevgilileriyle mest olmuş bir şekilde Fransız şarapları içip dans ediyor. Komparsita! Bizde, biliyorsunuz bütün düğünler Komparsitayla başlar göbek havasıyla sona erer: 50, 60, 70, 80, 90, 100... Haydi eller havaya...
Kuşkusuz Türk egemen medyası ile Türk kabuk devleti arasındaki organik ilişki, Osmanlı yadigarı Türkiye toplumunun rıza ve onayı hatta desteğiyle vücut buluyor. ‘Her Türk asker doğduğuna’ göre, her askeri müdahale, modern ya da post-modern olsun, Türk’ün açık ya da gizli onayını alarak gerçekleşiyor. General Evren referandumda yüzde 82 mi almıştı? Dolayısıyla Türk egemen medyasının askercil, muhafazakar, milliyetçi sonuç olarak militaro-nasyonalist yaklaşımları, maalesef kabul etmek zorundayız, toplumun önemli bir kesiminin doğrudan talebi olmasa da, onayı ve desteğiyle günlük yaşama uygulanıyor. Asker uğurlama törenlerini, stadyumlardaki milliyetçi sloganları, okumuş-yazmış, mimar-mühendis, adı sanı bilinen, prestijli üniversitelerimizden mezunların e-mail gruplarına girdiniz mi hiç? MHP ya da BBP’nin chat gruplarından ayırt etmek pek zor bu içerikleri. CHP’lilerin bu ara en çok neden kahverengi gömlekleri ruhen sevdiklerini de duydunuz değil mi?
Egemen medya işte bu iklimden de yararlanarak -ki bu ortamın gelişmesini sağlayanların başında gelir medya- seçilmişlere karşı atanmışları, solculara karşı sağcıları, liberallere karşı müdahalecileri, demokrat ve özgürlükçülere karşı milliyetçileri savunuyor.
Türk devletinin dört önemli tabusu sayılan Kürt, Ermeni, Siyasi İslam ve Ordu konularında -ki tümüne birden resmi Kemalist ideoloji, şemsiye görevini üstlenmiş durumda- Türk egemen medyası baştan beri aynı çizgiyi, aynı yaklaşımı benimsemiş ve kitleye de aynı yönde yayın yapmıştır.
Yine de medyanın gücünü abartmamak gerekir: Medyanın tıpkı ABD gibi, yapısından doğasından kaynaklanan bir mahareti var: Kendisini olduğundan daha güçlü göstermek. Her ne kadar vakti zamanında Vietnam’da bugün de Irak’ta direniş, kaplanın kağıttan olduğunu anlayıp kağıdı buruşturup çöp tenekesi istikametine doğru seyahata çıkartmışsa da, kısa vadede ve geniş kitleler açısından, medyanın zaafı, henüz Türkiye’de tam ortaya çıkarılmamış bir gerçek. Oysaki Türk medyasının iki ana dayanağı olan, ideolojik bir güç olarak TSK’yı; ve ekonomik-mali bir güç olarak Türk ve global büyük sermayesini medyanın dayanağı olmalarından çıkarabilirsek, bu egemen medya günde 2 yaprak gazete çıkaramaz, 2 saat radyo ya da TV yayını bile yapamaz.
Türk egemen medyası bizatihi güçlü değildir. Ne var ki temsil ettiği ve arkasına dayandığı güçler sayesinde güçlü görünebilmektedir. Zaten, Hakiki Gerçek/Medyatik Gerçek teorisinde de mühim olan güçlü olmak değil, güçlü görünmektir. Bu nedenle doğrudan rakibi değil, aynayı kırmak ya da ortadan kaldırmak, belki de sanıldığından çok daha fazla olumlu etki yaratabilir.
Hazırlayan: Fatih Polat-Can Soylu

Evrensel'i Takip Et