5 Mart 2007 01:00

BAYKUŞ


İki haftadır, Atlantik Okyanusu’nun öte yakasında, Guatemala’daydım. Uzun bir iç savaş dönemi geçirmiş ülkelerden birisi olan Guatemala’da, 1960-1996 yılları arasında 200 binin üzerinde olduğu tahmin edilen “kayıplar” ve ölümler, daha çok Mayaları vurmuş. Tarihi aydınlatmak için Birleşmiş Milletler desteği ile 1998 yılında kurulan bir “gerçek komisyonu”, o zamandan beri çalışmalarını sürdürüyor. Yapılan çalışmalar, kayıplar ve ölümlerden ulusal polis ve ordunun sorumlu olduğunu göstermiş. Cezasızlık aşılamamış ise de toplu mezarların yerlerinin belirlenmesi ve açılıp cesetlerden kalanların çıkarılması, ölüm nedenleri ile kimliklerinin saptanması ve kimlikleri saptananların ailelerine, kabilelerine teslim edilmesi süreci, yaklaşık 10 yıldır devam ediyor. Büyük adımlar atılabilmiş değil. Ancak 700 kişinin kimliği belirlenip yakınlarına verilerek cenaze törenleri yapılabilmiş. Şiddet, eşitsizlik ve cezasızlık insanların canını yakmayı sürdürüyor. Barış görüşmelerine karşın, Mayaların koşullarında belirgin bir iyileşme olduğunu söylemek zor.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen 700 kişinin kimliğinin ortaya konabilmesi, Mayalar için çok büyük önem taşıyor. Ölülerinin kayıp olması Maya kültüründe, bizim yüklediğimiz anlamlardan daha derin, daha yakıcı anlamlara karşılık geliyor. Ölülerin acı çekmeye devam ettiğini düşünüyorlar. Yakınlarını aradıklarına ve yalnızlık çektiklerine inanıyorlar. İspanyol sömürgesi olarak Hıristiyanlaştırılmış olsalar da kendi özgün dinlerinden getirdikleri ve animizme yakın geleneklerini, törenlerini Hıristiyanlık gelenekleri ile harmanladıkları farklı bir bakış ve yaşam biçimine sahipler. Hepimizin ölülerimizi görmediğimizde, gerekli törenleri yapmadığımızda tamamlayamadığımız yas süreci, Mayalar için çok daha acılı bir sürece dönüşüyor. Bu süreci farklı sanat dallarını kullanarak anlatmaya çalışıyorlar.
Guatemala’da bulunma nedenlerimden birisi, Adli Antropoloji Kongresi’ne katılmaktı. Kayıpların araştırılması için oluşturmaya çalıştıkları uluslararası standartların hazırlanması sürecinin bir parçası olmak, benim için onur vericiydi. Adli antropologlar, arkeologlar ve çok az sayıda adli patolog -toplam 2 kişiydi- ve arkeoloji eğitimi de almış yegane adli tıp uzmanı olarak ben, 3 gün boyunca hummalı bir çalışmanın sonunda taslağı, üzerinde çalışıp kesinleştirmek üzere seçtiğimiz bir heyete devrettik. Biz içeride çalışırken toplantı alanının bahçesinde değişik Maya kabilelerinden, her biri farklı dilde konuşan ve birbirinin dilini anlamayan Maya kadınları da bir duvar resmi yaptılar.
Sonunda biz işimizi bitirdiğimizde, onlar da resimlerini bitirmişti. Resimlerini bize anlatırken şiir ve müzikten yararlandılar. Hüzünlü bir müziğin namelerine kapılmışken, çevirmenin sözleri hepimizi dehşete düşürdü. Tam 10 askerin tecavüzüne uğramış kadının yaşadıkları; o şiirde, müzikte ve resimde tek tek dile getirilmişti. Tecavüzü anlatan kadın, Maya kültürünün olağanüstü dokumaları ve renkleri ile gözünde yaşlar, ama dimdik ayakta öyküsünü bizlerle paylaşıyordu. Duvar resmi üç bölümdü. Geçmiş, bugün ve gelecek. Geçmişte yollarını aydınlatan, ama onlara saldıranlara da yerlerini ihbar eden bir ay, gelecekte ise onları gözeten kocaman gözü ile resimden sıcağı yüzünüze vuran güneş vardı.
Ve nehir üzgündü. Ölüleri onlara kavuşmadıkça da üzgün kalmaya devam edecekti. Maya kadınları çok kararlıydı. Nehrin üzgün olmasına izin vermeyeceklerdi. Bunun için ellerinden geleni yapacaklardı. Biz de öyle…
Dünyanın hiçbir yerinde nehirler üzgün akmamalı…
Şebnem Korur Fincancı

Evrensel'i Takip Et