6 Mart 2007 01:00

GÖZLEMEVİ


Ne kadar takıntılı bir toplum olduk farkında mısınız? Bırakınız, evden çıktıktan sonra, daha merdivenlerden inmeden: “Acaba ocağı kapattım mı, ütünün fişini prizden çektim mi” diye yeniden eve dönenimiz; yolda yürürken birilerine dokunduğunda: “Acaba bana hastalık bulaştı mı? Kuduz mu oldum, AIDS mi oldum” diye düşünüp doktorlara, tahlil yaptırmaya koşanlarımız bile var aramızda. “Bir kadına dokundum, cünüp oldum” diye sık sık boy aptesti alanları biliyorum ben. “Aptestim olmadı, tırnağım kuru kaldı. Saç dibim tam ıslanmadı” diye banyoda saatlerce kalanlar da “mevcutmuş”, duydum. Dua okurken, namaz kılarken vesveseye kapılanlara; Tanrı’ya, peygambere, kutsal değerlere küfür edenlere de rastlanıyormuş. Televizyonda gördüğü bir erkekle sanki cinsel ilişki kuruyor gibi bir duyguya kapılıp, hemen aptes almaya koşanları da Haydar Dümen Hoca yazıyor. Karşı cinse baktığında, hemen onun cinsel organını aklına getirenler konusunda da, Dümen Hoca’nın dümenindeyim.

Tayyip’in Çankaya’sı da bir takıntıdır, seçim barajı oranı da
Bırakınız Allah aşkına 301. madde takıntımızı… “Tanrı nasıldır? İnsanlar nasıl yaratılıyor? Evrenin sınırları nerede? İnsan ölünce nereye gidecek? Neden varız?” gibi sorulara takılanlarımız var. Televizyon haberlerini izledikçe: “Acaba çocuğuma zarar verir miyim? Eşime, çocuğuma bıçakla saldırır, boğazını sıkar mıyım” diye düşünenler de bugünlerde aramızda mutlaka çoğalmıştır. Otomobil plakalarını, levhalarını okuyanları da biliriz. Düşündüğü ya da gördüğü sayıları sürekli tekrarlayanları da… Belli davranışları yapmadığı takdirde ailesinden birinin öleceğine inananlar ya da başına bir felaket geleceğinden korkanları az mı sanırsınız bu toplumda? Bunların dışında sürekli aynı kaldırımdan, aynı çizgiden gidenleri mi istersiniz, “Tayyip Çankaya’ya çıkacak mı çıkamayacak mı, çıkartılmayacak mı” diye gecesini gündüzüne katanlarımızı mı dilersiniz… Başkasının oturduğu koltukta oturamayanlarımız, eşya ve para biriktirenlerimiz, eskilerini, eskiyenlerini atamayanlarımız, perdelerini, küllüklerini, her eşyasını simetrik ve düzenli tutanlarımız, “seçim yasasında yüzde 10 barajı” kalkmalı diye tutturanlarımız da hiç de az değil sanıyorum.

Ali Poyrazoğlu’nun 35. Sanat Yılı
Bu yıl, 35. Sanat Yılı’nı kutlayan ve oldum olası “obsesif kompulsif” bozuklukları olan bu toplumun içinde yaşayan Ali Poyrazoğlu, gitmiş Fransa’da Laurent Baffie’nin “Tok Tok” başlıklı oyununu almış, Türkiye’ye getirmiş. Laurent Baffie’yi “malûmunuzdur” 2001-2002 sezonunda Dostlar Tiyatrosu yapımı “Yarışma” başlıklı oyundan tanıyoruz. Poyrazoğlu, oturmuş, her zaman olduğu gibi baştan yazarak, oyunu Türkçe’ye ve Türkiye’ye uyarlamış. Uyarlarken de takıntılarımızla “asla ve kat’a” başa çıkamayan bir toplum oluşumuzun, kendimizden farklı olanı “asla ve kat’a” kabullenemeyişimizin altını bir güzel çizmiş.

Oyunun konusu
Perde, bir doktor muayenehanesinde açılıyor. Doktoru bekleyen altı hasta var. Bunlardan biri, “tourette sendromu” denilen küfretme takıntısı olan Şuayip Kibar (Bülent Kayabaş); diğeri ellerini yıkamadan duramayan, hiçbir yere dokunamayan Melek Pakyüz (Şebnem Özinal), bir diğeri her sözü, her tümceyi iki kez yineleyen Söğüt Kurugürültü (Berrak Kuş); her şeyi sayan, kafasından süper hızla hesap yapan sayı hastası taksi şoförü Kamil Çakmak (Özdemir Çiftçioğlu) ve çizgilere basamayan, simetriyle kafayı bozmuş Eylül Çimen (Eser Ali)... Veee, evindeki elektriği, suyu, gazı açık bıraktığını düşünen; çantasındaki anahtarı kontrol etmeden duramayan, bakire olduğunu her fırsatta açıklayan sarışın Ermeni Madam Arşaluz Taşaklıyan (Ali Poyrazoğlu)…

Sahnelenişteki açık ileti
Ali Poyrazoğlu, “Tak Tak Takıntı”yı oyun broşüründe: “… takıntılar, alışkanlığa dönmüş çatlaklıklarımız, yaşamımızı işgal eden, ele geçiren alışkanlıklarımız ve tutturuklarımız (‘tutturuklarımız’ın ne demek olduğunu kavrayamadım, ama neyse) üstüne bir güldürü…” olarak tanımlıyor. Gerçekten de, seyirci oyunu izlerken, sahnede takıntılarıyla baş etmeye çalışan karakterlerin öykülerine, bir yandan kahkahalarla gülerken, diğer yandan da: “Yahu, bunların hepsi -ya da şu ve bu- bende de var” diyor. Ali Poyrazoğlu, oyunu sahneleyiş biçeminde de, hepimizin takıntılı olduğunu; takıntılarla iyi geçinmesini öğrenemezsek, o geçinemediğimiz takıntıların giderek ruh sağlığımızı bozacağını işaret ediyor, takıntılarımızla, hatalarımızla yüzleşmemizi sağlıyor. Bir anlamda, onları yenerek kendimizi değiştirmemizi, yenilememizi öneriyor. Bu arada, sahne üzerinde ritim ve temponun tüm oyuncular tarafından gerçekleştirilmesi gerekliliğini de “mükemmelen” sağlıyor.

Yaratıcı kadro
Oyunun ışık tasarımını kim yapmış bilemiyorum, ama tepe ışıkları genel atmosferi tamamlamada ve diğer yönlerden gelen ışıkların gölgelerinin yok edilmesinde hiç etkin değil. Göz içerisindeki renk algılayıcılarına göre üç ana renk olan kırmızı, yeşil ve mavi renklerin karışımı, ışık gücü biraz düşük olan farklı tonlarda cart beyaz oluşturuyor. Tepe ışıklarındaki soğuk-sıcak dengesizliği de bu “cart”lığa doğal olarak destek vermekte. Murat Coşkun’un muayenehanesi, abartıdan uzak, işlevsel ve ayrıntıları incelikli düşünülmüş bir tasarım. Pencereden görünen karşı bina pencerelerindeki aydınlatmayla zaman değişikliğinin verilmesi de hayli akılcı. Metin Coşkun’un kostümlerine de ses etmeyeceğim de, Melek Pakyüz’ünki fazla hastabakıcı/hemşire havasında. Hatta, Şebnem Özinal hem de siyah peleriniyle sahneye girdiğinde “hastabakıcı geldi” etkisi yapıyor. Karakterin titizliği illa beyaz renk ile verilecekse, daha derli toplu bir tayyör kullanılamaz mıydı? Siyah hastane pelerini yerine bir pardösü olamaz mıydı?

Oyuncular
Doktorun asistanında Kerem Coro görevini aksatmıyor. Özdemir Çiftçioğlu, canlandırdığı karaktere kendini yakıştırmış, yaklaştırmış. Şebnem Özinal iyi. Eser Ali, bıraktığım yerden sürekli yukarı tırmanmasıyla beni mutlu etmekte. Berrak Kuş, gövdesinin yapaylıklarla ve gerilimlerle olan savaşını artık kazanmış, yürekten kutluyorum. Usta ve deneyimli oyuncu Bülent Kayabaş, komedide ön plana geçmesi gerekenin gerçekçilik olduğunun fevkalade bilincinde, hareketliliğin esasını doğallığın nasıl oluşturacağının örneğini veriyor.
Ali Poyrazoğlu ise 35. Sanat Yılı’nda oyunun komedi unsuruna olan etkisini gene bütünüyle planlıyor, oyunu gene seyircisinin önünde kontrolü altına alıyor, fiziksel yaklaşımını gene titizlikle saptıyor, Madam Arşaluz’un kendisini fiziksel zorlamasını, ustalıkla alt ediyor.
Çünkü o, fiziksel yapıya dayalı, ağırlığı vücut devinimleri ve estetiğe bağımlı oyun tarzının kontrolsüzce komedi unsurları taşımasının, seyirciyi oyundan uzaklaştıracağı gibi, adaptasyonunu da yok edeceğini çok iyi biliyor.
Bu gerçeği bilmeden oynayan meslektaşlarının gene kafasına kafasına vuruyor. (İş Sanat Kültür Merkezi-İstanbul Salonu / 0212 316 15 76)
Üstün Akmen

Evrensel'i Takip Et