15 Mart 2007 01:00

HAYATIN İÇİNDEN


İlk televizyon kutusunu komşumuz İsmail Amcalarda görmüştüm. 70’li yılların hemen başıydı. Bir akşam babam dev bir kutu getirdi. Alman malı ilk televizyonumuz salondaki mutena köşeyi kapmıştı. Bol çubuklu dev anteni çatıya bir yerlere yerleştirdik. O yıllarda yalnızca haftanın belirli günlerinde İTÜ stüdyolarından yayınlanan programlar vardı. Dev antenin devliğine yakışmayan karlı görüntüler içinde kimin kim olduğunu anlamaya çalışırdık. Münih Olimpiyatlarını, ardından 74 Dünya Kupası maçlarını televizyondan izlemek bizi müthiş heyecanlandırmıştı. Çoğu zaman Yıldız Parkı’nın ya da Dolmabahçe Sarayı’nın fotoğrafı olurdu ekranda. Görüntüler siyah beyazdı ama yakın gelecekte renkli cam dünyanın tüm insanlığı esir alacağını kavrayabilecek yaştaydık.
80’lerin ortasından sonra çılgın yarış başlamıştı. Alman televizyonumuzun 6 tuşu tüm kanalları izlememize yetmiyordu.
Şimdi yerel kanallarla birlikte yüzleri geçen yayın her gece, her gündüz, her saniye istesekte istemesekte duvarlarımızı delerek evimizin içine giriyor. Uzaydan gelen binden fazla kanal yaşamadan izleme çılgınlığının vardığı son nokta. Eleğe dönen beynimizin bellek kapasitesi sıfırlandı. Bilgiler, görüntüler, gürültüler hiçbir iz bırakmadan kafamızın içinden hızla akıp gidiyor. Her kanalı üç saniye izleyerek kanal değiştirsek tüm kanalları gözden geçirmemiz bir saat sürüyor. İçi boş, birbirine benzeyen, kolay üretilen ve kolay tüketilen reklamlar ve aralara serpilmiş programlar düşünce dünyamızı alt üst etti.
Zengin, çılgın ve asalak hayatları, havada, karada, buzda dansları, horoz dövüşünü andıran ikili bağrışmaları, “Diva”nın kahkahalarını, kızgın jüri üyelerini, 90 dakikalık maçı 190 dakika yorumlayan futbol ulemalarını heyecanla izliyor, onlarla yatıyor, onlarla kalkıyoruz.
Ve sabah olunca, hiçbir şey yaşamamış gibi kalkıp, gerçek ve zor yaşamımızın tam göbeğinde buluveriyoruz kendimizi.
Ve şimdi bu kokuşmuşluğun tam tepesinde Hayat TV doğuyor. Tüm Anadolu heyecanlı. İstanbul, Trakya, Avrupa dört gözle ilk sinyallerin cam kutumuza ulaşacağı, ekrana bakıp “Aa.. Bu benim.” diyebileceği programları bekliyor. Hayat’ı yaratmak için kolları sıvayan büyükler, kadınlar, erkekler, gençler o ilk sinyali, ilk umudu gönderebilmek için çalışıyorlar. Kurtuluş Savaşı misali Anadolu’nun dört bir yanında toplantılar, şenlikler düzenleniyor.
Ve bu şenliklerden birinde, Gaziantep’te, henüz konuşmayı bilmeyen ama gözleriyle, gülüşüyle her şeyi anlatabilen biri tüm bu heyecanı özetleyiveriyor.
“Önce annemle babam cicilerini giyindiler. Sonra beni giydirdiler. Beyaz tişortumu, altına mavi pantolonumu. Ayaklarıma da en sevdiğim kırmızı patiklerimi. Bir yere gidiyoruz besbelli.
Babam Kenan. Öğretmen. Beni de okutacak diğer çocuklar gibi. Eğriyi, doğruyu, barışı öğretecek.
Hep birlikte kocaman bir salona giriyoruz. Orada kocaman amcalar, teyzeler var. Kocaman masalara oturmuş, gürültülü gürültülü konuşuyorlar. Herkes cicilerini giymiş. Herkes gülüyor. Bazı amcalar, ağabeyler sıra ile ortaya gelip daha gürültülü konuşuyorlar.
Ben yürümeyi yeni öğrendim. Çünkü daha 18 aylığım. Koşabiliyorum da, ara sıra düşerek. Her anne kadar güzel annem hep peşimde. Bıraksa daha hızlı, daha uzaklara koşacağım uzun amcaların arasında.
Bir abi şarkı söylüyor, annemin ninnisi kadar güzel. “Şu Fırat’ın suyu akar..”. Sonra herkes ellerini birbirine vuruyor. Ben de vuruyorum. Ne güzel sesler çıkıyor.
Söylenenlerden bir şey anlamayacak kadar küçüğüm ama, galiba bizim eve “Hayat” isimli bir kardeş geliyor. Yalnız bizim eve değil, buradaki teyzelerin, çocukların evlerine de “Hayat” geliyor.
Benim adım Fırat.
Kardeşiminki Hayat.”
Arif Nacaroğlu

Evrensel'i Takip Et